Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü hanımefendi, “Cumhuriyet davası sanıklarının salıverilmesini istiyoruz” demiş.

ABD dış politikasının tüm açıklamaları gibi inandırıcı olmaktan uzak bir açıklama.

ABD’nin halkla ilişkiler faaliyetinin bir parçası.

Ama benim asıl meselem bu değil.

Cumhuriyet sanıklarının tutuksuz yargılanmalarını ABD gerçekten istiyor mu bilemem ama biz gerçekten istiyoruz.

Bu davayı bir utanç, Türkiye’nin başına geçirilmek istenen bir çuval olarak gördüğümüzü başından beri söylüyoruz.

Bu davanın da geçmişteki pek çok benzeri gibi bir FETÖ kumpası olduğu aşikâr.

Bu kez “kripto” FETÖ’cüler devrede.

Ancak yine de bu davayla ilgili ABD’nin “yalan” da olsa tavrı benim kanıma dokunuyor.

Türkiye’deki bir davaya müdahil olmak, “ikiyüzlü ve ahlaksız” ABD dış politikasının ne harcı, ne de işi.

Bu dava bizimle ilgili, Türkiye’yle ilgili, Türkiye’nin geleceği için kaygılanan Türkiye vatandaşlarıyla ilgili.

Nasıl ki, Türkiye ABD’deki davalarla ilgili ahkâm kesmiyor veya kesemiyorsa, ABD’nin de olabilecek en ikiyüzlü biçimde Türkiye’deki davalarla ilgili ahkâm kesmesi kabul edilebilir bir şey değil.

Bir yandan FETÖ’ye kol kanat gerecek, Türkiye’nin yaşanmaz bir ülke haline gelmesinde katkıları yadsınamaz Fethullah Gülen’i koruma altında tutacak, yandaşlarına kucak açacaksın...

Bir de utanıp sıkılmadan yalandan “Bu davadan rahatsızız” diyeceksin.,

Bize akıl veremezsiniz kardeşim.

Bugün Türkiye bu haldeyse, payınız da, emeğiniz de büyük.

O yüzden siz kendi işinize bakın.

Yakında başkanınız ülkenizi öyle bir hale getirecek ki kimseden rahatsız olacak haliniz kalmayacak.

Bilesiniz!

Bize gelince.

Kendi söküğümüzü kendimiz dikeceğiz.

Ya dikeceğiz, ya dikeceğiz!

Alanın bir yüzü kara, veren ise simsiyah

Milli Takım’dan “istifa” eden Fatih Terim’in, Türkiye Futbol Federasyonu’ndan 3.5 milyon Euro tazminat alacağı iddia ediliyor. Yani hemen hemen 15 milyon Türk Lirası.

Terim bunu, sözleşmesindeki “görevine son verilmesi” yani “kovulma” maddesine dayanarak talep ediyor.

Tabii ediyorsa.

Kendi ağzından, “Bu parayı isterim” dediğini duymadım, ama kovulduysa elbette talep edecektir.

Bu tip “kovulma” tazminatları sadece Milli Takım’ın değil, kulüp takımlarının da başını ağrıtıyor.

Ve futbolseverlerde de haklı olarak büyük bir tepkiye neden oluyor.

Çünkü kovulmalar genelde başarısızlık üzerine meydana geliyor, ama bir anlamda başarısızlık ödüllendiriliyor.

Peki bu durum, teknik direktörlerin suçu mu, yoksa basiretsiz spor yöneticilerinin mi?

Teknik adamlarla yapılan sözleşmelere genellikle “başarıya bağlı” bir prim sistemi koyuluyor.

Mesela, 2 milyon Euro artı şampiyonluk için şu kadar, Avrupa’daki galibiyetleri için bu kadar diye bir sistem.

Ama her ne hikmetse bunun tersi asla olmuyor.

Yani “başarısızlık maddeleri” koyulmuyor.

Oysa sözleşmelere, takımın hedeflerine göre “İlk üçe girilemezse ücret şu kadara düşürülür ya da ilk beşe girilemezse sözleşme bedelsiz feshedilir” gibi kulüpleri koruyucu maddeler nedense eklenmiyor.

Aynı şey Milli Takım için de geçerli.

Gruplarda şu kadar puan alınamazsa, finallere kalınamazsa, finallerde gruplardan çıkılamazsa, sportmenliğe aykırı hareket edilirse gibi koşullara bağlanacak ücret düşürme veya tazminatsız fesih gibi maddeler sözleşmelere koyulmuyor.

Öyle olunca da sporseverlerin vicdanını rahatsız eren, kulüpleri ve federasyonları da durduk yerde kamyonla para ödemeye mecbur bırakan durumlar oluşuyor.

Ama dediğim gibi, suç bu parayı alanlarda değil.

Koşulsuz biçimde bu paraları vermeyi kabul edenlerde.

Açıklaması salaklık olabilir

İstanbul’u önceki akşamüzeri vuran “afet”e sokakta yakalandım.

Otomobilde.

Kimi fındık, kimi ceviz, kimi yumruk büyüklüğündeki dolu taneleri otomobile epey hasar verdi.

Boya kaporta sizlere ömür, bir aynam kırıldı, camlar dayandı.

İstanbul’un alçak semtlerinden Dolapdere’de yakalandığım için otomobilin neredeyse yarı beline kadar gelen su içinde, kapılardan içeri sızan suyla yol almaya çalıştık.

Tabii ki alamadık.

Dolapdere alçak, çukurda, tepedeki Taksim’in, Beyoğlu’nun, Kurtuluş’un, Feriköy’ün yağmurunun toplanıp buraya inmesini ve dizi geçen suya teslim olmasını bir nebze olsun açıklamak mümkün.

Ancak denize 1 metre mesafedeki Yenikapı’nın, sahil yolunun, Eminönü sahilinin, Üsküdar’ın sular altında kalmasına bir açıklama getirmek bana göre imkânsız.

Bu ancak ve ancak salaklıkla, iş bilmezlikle açıklanabilir. Bundan sonraki belediye başkanımızı mimardan değil, DSİ’den seçelim diyeceğim ama o da içime sinmiyor.

Mimar başkan şehri mimari açıdan bu hale getirdiyse, DSİ’den gelecek başkanla hep birlikte boğuluruz diye korkarım.

Boğulma tehlikesi

Artık belli oldu ki yağmur, dolu, fırtına ve muhtemelen yakında görmeye başlayacağımız hortumlar İstanbul’un yeni iklimi oldu.

Kentin altyapısını bu yeni iklime göre yeniden şekillendirmek şart.

Tabii bu süre alacaktır.

O güne kadar İstanbullulara otomobillerinde zincir, takoz, çekme halatı ve ilkyardım çantası dışında koltuk sayısı kadar da can yeleği bulundurma zorunluluğu getirmek farz oldu.

Çünkü artık otomobillerdeki en büyük tehlike, boğulma tehlikesi.

Tıfıl turisti tanıdınız mı?

Dün darkwebb adlı bir hesapta bu fotoğrafı gördüm.

ABD Başkanı Ronald Reagan, Moskova’yı ziyaret ediyor.

O sırada yeni yetme bir KGB ajanı olan Vladimir Putin ise turist ya da gazeteci kılığında ABD Başkanı’nı izliyor. Bu da Putin’in tüm liderleri nasıl parmağında oynattığının tarihçesi olsa gerek.

‘Ben değilim Büyükanıt’tı’

Emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök bir e-mail yollamış.

Şöyle diyor: “Flash disk 2007’de KKK Sayın Org. Başbuğ’a verilmiş. O tarihte Gnkur. Bşk. Org. Sn. Yaşar Büyükanıt idi. Ben 2006’da emekli oldum. Dolayısıyla konuyla benim ilişkim yoktur. Bir internet sitesindeki haberin başlığındaki bana atıfta bulunan yanlış ifade sizi de yanıltmış olmalı ki hakkımda yanlış ve incitici bir yorum yapmışsınız.

Düzelteceğiniz inancıyla saygılarımı sunarım.

Not: İnceleme Grubu’nu Genelkurmay değil, Hava Kuvvetleri kurdu. Disk, Org. Başbuğ’un resmen açıkladığı üzere ‘Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde doğrudan Hava Kuvvetleri’ne gönderilmiştir’. Özkök.”

Atatürk olsaydım

Hilmi Özkök’ün yanıtı, oku Yaşar Büyükanıt’a yöneltse de, sonuç olarak böylesine önemli bir bilginin, komutanlar tarafından hiç incelenmeden, doğrudan suçlamaların muhatabı Hava Kuvvetleri’ne gönderilmiş olması, TSK’nın komuta kademesindeki büyük bir zafiyete ya da tembelliğe işaret ediyor.

Bana göre her komutan, bir işlemi yaparken “Mustafa Kemal Atatürk olsaydı bu işi nasıl yapardı?” sorusunu kendine sormalıdır.

Ne zaman adam oluruz?

Hedefe hızla değil akılla gitmek gerektiğini anladığımız zaman.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar