Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

SÜLEYMAN Demirel’i dün sabaha karşı kaybettik.

Henüz basında adlı adınca anılamadığı siyasi yasaklı günlerinde, Güniz Sokak’taki evini ziyaretlerimde, hep gördüğüm manzara şuydu: Salonun dört duvarı önüne yerleştirilmiş sandalyeler siyasetten aşina yüzlerle doluyordu; masanın üstü ise tepeleme kitaptı.

Süleyman Demirel, siyasi yasaklı arkadaşlarına, Batı dünyasının ortak değerinin “demokrasi” olduğunu, o dünyanın bir parçası sayılan Türkiye’nin de bir gün yeniden demokrasiye döneceğini anlatıyordu; son çıkan yabancı eserlere ve makalelere atıflarda bulunarak...

Gazeteciler ancak bir süre sonra, o da kendisinden “Bir Bilen” diye söz ederek, Demirel’i sütunlarına taşıyabildiler.

Buna rağmen, siyaset arkadaşları ve gazetecilerle buluşmalarını hiç aksatmadan sürdürdü Demirel...

Yasaklar kalkıp DYP’nin başına resmen geçtiğinde bir mülakat vesilesiyle kapısını çalmıştım. Türkiye “irtica” yaygarasıyla çalkalanıyor, yaygaranın yarattığı dalgalar siyaset alanını, bürokrasiyi, sivil toplum kuruluşlarını olumsuz etkilediği gibi, masum insanlara cezaevlerini “ikinci adres” haline getiriyordu.

Mülakat talebimi gerekçesiyle iletmiştim Demirel’e; “Demokrasinin kurallarını hatırlatıp ortalığı rahatlatmak için” diye...

Neredeyse yarım saat istediğim mesajı alabilmek için mücadele ettim, ama nafile... Demirel, beklentimi uzaktan hatırlatacak tek cümle söylemiyor, her yeni denememi zihin kıvraklığıyla savuşturuyordu.

Çabamın nafile olduğunu fark edince “Sizi daha fazla meşgul etmeyeyim” dedim. Ayağa kalktık. Kapıyı açtım. Tam dışarı çıkacakken Süleyman Bey’in kapıyı eliyle ittikten sonra söylediği sözler dün gibi belleğimde: “Cevaplarımdan mutlu olmadın. Anlıyorum. Ama sen de beni anla. Bizim nesil farklı bir laiklik anlayışıyla yetişti. Ne zaman sizin nesil siyasette etkili olursa, işte o zaman, sorun kendiliğinden hallolacak...”

Türkiye’nin 1960 sonrası siyasi tarihine İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) birbirlerini tanımış mühendisler ağırlıklarını koymuşlardır. İslamköylü (Süleyman Demirel), Hafize Hocahanım’ın oğulları (Turgut ve Korkut Özal) ile Arap Hakim’in oğlu (Necmettin Erbakan)...

Demirel’in bürokraside ilk kadrosuydu diğerleri...

ABD’de Dünya Bankası macerası sonrası (1977), Turgut Özal, MSP’nin İzmir milletvekili adayı olmuştu. Seçimi “içeriden” izliyordum. Demirel’e yakın birileri, Özal’ın oylarının artmasına katkıda bulunabilecek İzmir’in önde gelen sanayici ve tüccarlarına, “Biz onu Kayseri’den aday gösterecektik, o MSP’yi seçti” haberini uçurmuştu.

“Doğru değil, AP’den bana teklif gelmedi” tekzibi işe yaramadı; Özal milletvekili seçilemedi.

Askerlerin koyduğu “siyasi yasaklılık” halinin sonlandırılmasını Başbakan Özal’ın referandum şartına bağlaması, İzmir’de uğradığı haksızlığın eseridir gibime gelir...

İkiliden biri (Özal) cumhurbaşkanı, diğeri (Demirel) başbakan olduğunda da aralarında müthiş bir gerilim yaşanmıştı. Demirel gerilimi “Özal’ı Çankaya’dan indireceğiz” demeye kadar vardırmıştı. Gazeteciler olarak, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki hoş olmayan atışmaları, tenis maçı izler gibi izliyorduk.

Bir vesileyle baş başa kaldığımızda Turgut Bey’e, “Kavga size de ülkeye de büyük zarar veriyor; tatlıya bağlamanız mümkün değil mi?” diye sormuştum.

Rio’daki çevre zirvesine gidecekti Başbakan Demirel, ama Washington’a uğrayıp Beyaz Saray’la görüşmek de istiyordu. ABD başkanı, yakın dostu Özal’ı darıltmamak için, isteği duymazdan geliyordu.

Bunu hatırlatıp “Randevuyu siz temin edin” dedim. Özal, faltaşı gibi açılmış gözlerle, “Bana daha fazla düşman olur” dedi ve ekledi: “O beni Cumhurbaşkanı gibi görmüyor, hâlâ müsteşarıyım gibi muamele ediyor...”

Çok sonra, Cumhurbaşkanı olduğunda, Erbakan Başbakanlığındaki hükümeti deviren “28 Şubat sürecine mimarlık” da yaptı Demirel...

Demirel’le birlikte bir siyaset adamları nesli de bitti.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar