Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “ANNELER ağlamasın”, daha çok Kürt sorunu çerçevesinde PKK ile mücadelenin farklı bir stratejik tercihe evrilmesinde kullanılan son derece doğru bir söylemdi.

        “Anneler ağlamasın”, terörle mücadele paradigmasındaki değişimi halka anlatmada siyaset aklının bilinçli tercihiydi. İşin doğrusu, siyaset denilen şey toplumun karşılaştığı sorunları çözme çabası/becerisi olduğundan annelerin gözyaşını durdurmaya çalışmanın ülke siyasetinin en önemli hedeflerinden biri haline getirilmesi, takdir edilesi bir durumdu.

        Ancak son zamanlarda sanki anneler arasında bir farklılık varmış izlenimi toplumda giderek yaygınlaşıyor. Hatta bu düşünce, bazı kesimlerde neredeyse kesin bir hüküm haline geldi.

        Son bir senedir, daha açık ifadesiyle Gezi olaylarından beri, önlenebilir çatışma veya kazalarda kaybettiğimiz insanlarımızın sayısı bir hayli fazla. Daha iki gün evvel Okmeydanı’nda yaşanan olaylarda Uğur Kurt ve kimliği henüz tespit edilememiş bir vatandaşımız olmak üzere 2 kişi hayatını kaybetti, 7 güvenlik görevlisi de yaralandı.

        SONU GELMEYEN SORULAR

        Son zamanlarda yaşanan acılardan sonra kamuoyunun sorusu şu: Gerekli önlemler alınsaydı bu acıları engelleyebilir miydik?

        Berkin’ler, Ali İsmail’ler, Burakcan’lar, Uğur’lar ölmeyebilir; Soma’daki 301 madencimiz kurtarılabilir miydi?

        Bunlar, olayları uzaktan takip eden bizlerin aklını kurcalayan sorular...

        Kaybedilen bunca insanın gözü yaşlı annelerinin yaşadığı acı ise bizimkilerden çok öte. Onlar, çocuklarının masum olduğunu ve sebepsiz yere öldürüldüklerini düşünüp bu “bedava ölümler” karşısında kahroluyorlar.

        TOPLUMUN VİCDANI NASIL KONUŞUR?

        Gelişmiş demokrasilerde yaşanan acılar, toplumsal duyarlılık oluşturur. Her “hak edilmemiş ölüm”den, her “bedava ölüm”den sonra insanlar öfkelenir ve sokağa iner. Ortada bir haksızlık varsa insanlar buna tepki gösterir, seslerini yükseltirler.

        Bu konuda binlerce örnek verilebilir ama en ünlülerinden ikisi Amerika’daki Trayvon Martin ve İngiltere’deki Jean Charles de Menezes olaylarıdır.

        2012’de 17 yaşındaki Afro-Amerikan Trayvon’un, Florida’da bir güvenlik görevlisi tarafından basit bir şüphe yüzünden öldürülmesi ve zanlının mahkemece serbest bırakılması, toplum vicdanını derinden yaralamıştı. Bu olayla Amerika’da ırkçılık tartışmaları tekrar gündeme geldi. Mahkeme kararı, ABD’nin 100’den fazla şehrinde protesto edildi ve toplumun geniş bir kesimi bu protestolara katıldı.

        Aynı şekilde, 2005 yılında 27 yaşındaki Brezilyalı Menezes’in Londra metrosunda “terörist olduğu sanıldığı için” polis tarafından öldürülmesi de İngiliz kamuoyunun tepkisini çekmiş ve terörle mücadelede işlenen insan hakları ihlallerini tekrar gündeme getirmişti.

        Bugün Türkiye’de de, gencecik insanların trajik şekilde ölmeleri benzer tepkileri tetikliyor. Maalesef, “Anneler ağlamasın” dediğimiz bir dönemde başta anneler olmak üzere hemen her gün çok sayıda insanın canı yanıyor.

        Toplumsal gerilimin yükseldiği anlarda devlete hükmeden akıl, toplumsal tepkilere meydan okumayı değil, süreci yönetmeyi tercih etmeli. “Anneler ağlamasın” yaklaşımı işte o zaman pratiğe dökülür. Aksi yöndeki her tavır, hem toplumsal gerilimi artırır hem yangına benzin döker hem de daha fazla annenin gözyaşına sebep olur.

        En kötüsü de bu gergin ve çalkantılı ortam yüzünden bazı anaların kendilerine ve çevrelerine karşı ayrımcılık yapıldığını düşünmeye başlamış olması. Eğer toplum “Analar ağlamasın”dan “Bazı analar ağlasın”a gelirse bu ayrışmanın bedeli çok daha ağır olur.

        Diğer Yazılar