Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Contemporary Istanbul Çağdaş Sanat Fuarı, bu sene önceki yıllara kıyasla çok daha güçlü bir rüzgâr estirdi. Bunda Tersane İstanbul’daki yeni mekânın katkısı çok büyük.

        Ben fuarı cumartesi akşamüstü gezebildim. Yoğun trafiğe ve yüksek bilet fiyatlarına rağmen ilgi büyüktü. Demek ki pandemi sonrası insanlar nefes almak için böylesi etkinliklere susamış.

        Bir önceki fuarın aksine eser sayısı ve kalitesi de yüksekti. Yurt içi ve yurt dışı galerilerden katılım epeyce fazlaydı.

        Fakat tabiri caizse mekânın cazibesi satışa sunulan eserlerin üstündeydi.

        Venedik Bienali’ni birkaç kez ziyaret etmiş bir sanatsever olarak ülkemin böylesine etkileyici bir fuar-etkinlik alanına kavuşmasıyla gurur duydum. İlk dakikalarda fuarı birlikte gezdiğim ressam arkadaşıma “Burası Türkiye’nin Arsenale’i olmuş” dedim. Çıktığımda ise fikrim değişmişti çünkü tarihi dokusuyla Tersane İstanbul, Venedik Tersanesi’nden çok daha güzel olmuş.

        Alana yatırım yapan Fettah Tamince, projenin uygulanmasını üstlenen Tabanlıoğlu Mimarlık, Contemporary Istanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli ve işin mutfağındaki Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman başta olmak üzere emeği geçen herkesi kutlamak lazım.

        Bu arada Barselona merkezli Galerie Joan Gaspar’ın standını dolaşırken sanat fuarlarına ilişkin ilginç bir detay öğrendim. Pablo Picasso’nun 'Téte de Historion' adlı eseri spot ışıkların altında o kadar parlıyordu ki tabloyu doğru düzgün görmek imkânsızdı. “Duvara yanlış konumlandırmışsınız” diye eleştirdiğimde galeri temsilcisi kadın sorunun eser üzerindeki camdan kaynaklandığını söyledi. “Müzeye uygun cam fiyatları o kadar yüksek ki en ucuz cam ve çerçeveyi seçmek zorunda kalıyorum. Türkiye’den ayrılırken o çerçeveyi burada bırakıyorum. Her ülkede tekrar çerçeveletiyorum. Sonuçta eseri satın alan da zevkine göre değiştiriyor” dedi. Meğer bu tür fuarlarda eserler en basit ve ucuz çerçevelerle sergilenirmiş. Bunu bilmiyordum.

        Ali Babacan'a iki soru

        Ali Babacan'a iki soru
        0:00 / 0:00

        DEVA Partisi Lideri Ali Babacan, AK Parti’de siyaset yaptığı günlere dair muhasebelerine bir yenisini daha eklemiş.

        "2017’de başkanlık sistemi için yapılan referandumda kamuoyu önünde, kürsü konuşmalarıyla itiraz etseydik belki de sonuç değişebilirdi. Fakat referandumda ‘Hayır’ da çıksaydı Türkiye şu anda fiilen aynı yönetilecekti. Benim hükümetten ayrıldığım dönemde Bakanlar Kurulu kararları çıkarılıyordu. Boş kağıtları bakanlar imzalıyor, en son üstü dolduruluyordu" demiş.

        Yani kısaca “Parlamenter sistem varken de Tayyip Erdoğan’ın yönetim tarzı böyleydi” demeye getirmiş.

        50+1 sisteminin getirdiği ittifak denklemi bugün muhalefeti son 20 yılda hiç olmadığı kadar iktidara yaklaştırdı.

        Buna rağmen kazanırlarsa 6 ay ila 2 yıl içinde sistemi değiştireceklerini söylüyorlar. “Revizyon değil, ille de parlamenter sistem istiyoruz” diyorlar.

        Bu noktada, son açıklamasından hareketle Sayın Babacan’a sormak istediğim iki soru var.

        Bir; madem sistem değişikliği değil yöneten kişinin zihniyeti belirleyici, neden mevcut sistemi her kötülüğün babası gibi anlatıyorsunuz?

        İki; diyelim sistemi değiştirdiniz. AK Parti yine birinci parti olur ve Erdoğan yeniden Başbakan seçilirse, kazandığınız iktidarı, daha doğru düzgün yönetmeden, hiçbir sorunu çözmeden kendi ellerinizle tekrar AK Parti’ye devretmeyi tabanınıza nasıl izah edeceksiniz?

        Karadağlı'nın densizliğinin ötesinde Altın Portakal

        Karadağlı'nın densizliğinin ötesinde Altın Portakal
        0:00 / 0:00

        Film festivallerinin genel bir bahtsızlığı vardır. Festival organizasyonu ne kadar başarılı olursa olsun kapanış törenlerinde türlü aksilikler yaşanır ve her şey o skandalların gölgesinde kalır.

        Önceki gece gerçekleştirilen Altın Portakal da Tamer Karadağlı’nın densizliğinin gölgesinde kaldı.

        Aslında töreni seyrederken ben de Nihal Yalçın’ın lafı biraz fazla dolandırdığı duygusuna kapılmıştım ama gözüm hep ondaydı, Karadağlı’nın arkada yaptığı korkunç mimikleri fark etmemişim.

        Sonradan dikkatli izleyince ben de çok kızdım. Efendi efendi bekleyip ödülü takdim edecek yerde, çok çirkin yüz ifadeleri takınarak arada saatine bakması, sonra da gelip zorla ödülü uzatması en hafif tabirle kabalıktı.

        Bu tür törenler sadece Türkiye’de değil dünyada da biraz politiktir. Ödül alırken iktidara dokundurmak bir nevi âdettendir ama Nihal Yalçın’ın konuşmasında bu manada abartılı bir şey yoktu.

        Bu olayın ötesinde, ben bu yılki festivalin artılarından söz etmek istiyorum.

        Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre gibi festivaller konusunda çok tecrübeli iki ismin yönetimde olması, festivalin kalitesini ve ciddiyetini artırmış. Ulusal yarışmanın geri gelmiş olması da Türkiye sineması adına sevindirici. Böylelikle Altın Portakal yeniden sektörün sahiplendiği bir festival haline gelmiş.

        Ayrıca Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un 'CHP’li belediye düzenliyor diye bakmadan' kapanış törenine katılması çok hoştu. Tören boyunca iktidara yönelik dokundurmaları olgunlukla karşıladı. En İyi Film Ödülü'nü vermesi, kutuplaşan Türkiye’de güzel bir birliktelik görüntüsü oluşturdu. Bakan Ersoy, turizm kökenli olduğu için kültür sanattan uzak olmakla eleştiriliyordu. Son dönemde bu dengeyi iyi kurduğunu görüyor ve bir sanatsever olarak mutlu oluyorum.

        Diğer Yazılar