Saf ve yalın sinemanın gücü: 'Roma'
Her zaman gelmez başımıza... Ama bazen bir filmi sadece beğenmeyiz, çok severiz.
Sinema, sonuçta matematik değil, duygudur. “Doğru film”le karşılaştığınızda hissedersiniz. Sizi bir şekilde yakalar, neredeyse fiziksel etki yaşatır. O filmi neden çok sevdiğinizi açıklamak bazen zordur, bazen kolay...
Mesela, Andrey Tarkovski'nin “Andrey Rublev”ini neden o kadar çok sevdiğimi açıklamakta hep zorlanırım. Ama “Roma”da bunun daha kolay olacağını düşünüyorum.
"Roma” akla değil, duyguya seslenen filmlerden. Hani, duygusal kişiler için “gönül insanı” denir ya; “Roma” da bence bir “gönül filmi”... Çok sevmeseniz bile nefret etmeniz mümkün değil.
Hikâyesi ne derseniz, öyle sizi hemen saracak, içine alacak bir hikâye örgüsünden söz edemem... Hiç duymadığınız bir hikâye olduğunu da söyleyemem. Hatta tam aksine, çok tanıdık ve eski bulabilirsiniz. Ama “Roma”nın iddiası hikâyesinde değil. Sinemasında, ruhunda...
ANNELİĞİN, KADINLIĞIN GÜCÜ
“Roma”nın ruhunu anlatmaya “kadınlar ve çocukların dünyası” ile başlamak istiyorum... Bu filmdeki kadınlar ve çocuklar, duygularını bastırmadan yaşıyorlar. Ağlıyor, tartışıyor, kavga ediyor, oyun oynuyor, şarkı söylüyor, dolu tanelerini bardağa dolduruyor, yağmuru hissediyor, orman yangınını kovalarıyla söndürmeye çalışıyor, denizde coşkuyla dalgalara doğru koşuyor, dağların keyfini çıkarıyor, kısaca hayatı içlerinde hissediyor ve birbirlerini çok seviyorlar. Aralarında sınıfsal, etnik konumları aşan bir sevgi ve dayanışma bağı var. Birbirlerine sürekli dokunuyor ve sarılıyorlar. Çünkü birbirlerine ihtiyaç duyduklarını biliyorlar... Burası kadınlar ve çocukların dünyası. "Roma" anne şefkati tadında bir film...
“Roma” anneliği, kadınlığı kutsayan bir film... Dört çocuk annesi biyokimyager Sofia (Marina de Tavira), kendisini terk edip giden eşi kadar iyi otomobil kullanamıyor. Zaten mükemmel biri olmaya çalışmıyor. Bazen haksız yere Cleo'ya (Yalitza Aparicio) bağırıyor, bazen kontrolünü kaybedip çocuğuna tokat atıyor... Ama zaaflarına, zayıflıklarına rağmen film ilerledikçe ondaki gücü hissediyorsunuz. Anneliğin, kadınlığın getirdiği bir güç bu... Biliyorsunuz ki bu güç, o çocukları, o çatı altında sevgiyle yetiştirecek...
Aynı güç, Cleo'da da var... Ki o da mükemmel değil. Her zaman doğru olanı yapamıyor. Mesela, doğru erkeği seçemiyor ve yaptığı hataların trajik sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor. Cleo, kırsal kökenli, genç bir kadın. Devletin, annesinin elindeki toprağı aldığını öğrenince diyecek çok fazla şeyi yok. Yıllarca sömürülen bir sınıftan, ezilmiş bir etnik kökenden geldiği belli... Öte yandan, Cleo çocuğunuzu gönül rahatlığıyla emanet edeceğiniz biri. Çünkü onda kadınlığın hayat veren enerjisi var. Zaten çocuklar ona bayılıyor... Yüzlerce dövüşçü erkeğin yapmayı beceremediği hareketi kusursuz şekilde yaptığı sahne hikâyenin çözüm anahtarı gibi... Cleo aslında olağanüstü biri ama bunu sadece Sofia ve çocuklar biliyor. Bir de biz...
Hikâyedeki iki erkeğe gelirsek... Biri Sofia'nın kocası Doktor Antonio (Fernando Grediaga)... Üst sınıftan gelen, eğitimli, kibar, güleryüzlü biri. Ama aynı zamanda feci derecede bencil, benmerkezci ve sorumsuz... Diğeri Fermin (Jorge Antonio Guerrero). Kırsal kökenli bir genç. Kötü bir çocukluk ve gençliğin ardından dövüş sporlarıyla hayatını kurtardığını söylüyor. Ama onda da aynı bencillik ve sorumsuzluk var. Daha da kötüsü, gün geliyor silahsız muhalif göstericilere kurşun sıkan faşistlerden biri olup çıkıyor...
Filmde başka erkekler de var... Mesela, zengin orta yaşlılar ormanda pikniğe çıkıp silah talimi yaparken; genç erkekler açık havada askeri disiplinle ellerinde sopayla dövüş eğitimi alıyor... Gücü, gösterişi seven ama kadınlarla yüzleşmekten korkan, yalana sığınan erkekler bunlar...
Öte yandan, “Roma” erkek düşmanı bir film değil. Sadece bir erkeğin, yani yönetmen Alfonso Cuaron'un hayatındaki kadınları sevgi ve özlemle hatırladığı bir film. Ama bir kez daha altını çizmek istiyorum. Anlattığı değil, hatırladığı... “Roma”, Cuaron'un çocukluğunu, o yıllara dair anılarını beyazperdeye adeta nakşettiği bir film... “Roma”nın asıl güzelliği, büyüsü ve sıcaklığı bence tam da buradan geliyor... Hatırlamaktan...
Sinema bazen geçmişi hatırlamaktır... Bir yönetmenin hafızasındaki imgeleri filme çekerek ölümsüzleştirmesidir. Mesela Fellini'nin “Amarcord”u ya da Tarkovski'nin “Ayna”sı... Bunlar geçmiş zamanın fiziksel olarak yeniden yaratılıp kaydedildiği filmlerdir... “Roma” da böyle bir film. Sadece Cuaron'un anılarına değil, bir ülkenin, bir şehrin geçmişine açılan bir zaman tüneli sanki...
1970 ve 1971 yıllarında; Mexico City'de üst orta sınıfın yaşadığı Roma mahallesinde, iki katlı bir evdeyiz. Öyle bir ev ki o dönemi yaşayanlara 1970'leri hatırlatıyor... Yaşamayanlara da hissettiriyor. Film boyunca Cuaron'un hafızasının içinde, imgeler ve seslerden oluşmuş bir geçmişle iç içeyiz. Çatılarda çamaşır asan kadınlar, çamaşırdan damlayan sular, el radyosundan duyulan şarkılar, havlayan köpekler, sokaktan geçen satıcılar, geçit yapan izci bandosu...
Ev ve sokağın dışında şehir de var filmde... Cuaron'un kamerasıyla Cleo'yu paralel bir hareketle takip ettiği sahnelerde 1970'lerin Mexico City'sini görüyoruz... Özellikle Cleo'nun Tono ve arkadaşını bulmak için caddede hızla yürüdüğü o mükemmel uzun çekim, nerdeyse büyüleyici bir etki bırakıyor... Vitrinler ve mağazaların ışıklarıyla aydınlanan caddeler arka fondan geçip gidiyor; size kendi 70'li yıllarınızı hatırlatıyor... Kapısı caddeye açılan büyük sinemalar da var filmde. Cuaron'un çocukluğundan kalan Fransız savaş komedileri ve Amerikan uzay maceraları gösteriliyor sinema salonlarında. Evde ise televizyonda Meksika yapımı şovlar, komedi dizileri seyrediyorlar hep birlikte...
“Roma”nın güzelliğinin, sıcaklığının sırrı, kuşkusuz anlatımından geliyor. Cuaron film boyunca genellikle uzun çekimleri tercih ediyor. Cleo'nun bir mobilya mağazasının penceresinden tanık olduğu sokak çatışması sahnesi mesela... Cuaron bu sahnede, caddede yaşananları Cleo'nun bakış açısından, tek bir uzun çekimle yansıtıyor. Kamera caddeye inmiyor, göstericilerin arasına karışmıyor...
Cleo'nun dalgalarla boğuşarak denize girdiği sahnede de aynı tekniği kullanıyor. Kamera yan cepheden Cleo'yu takip ediyor sadece. Ameliyathanedeki doğum sahnesinde ise kameranın sabit durduğu çok uzun bir çekim tercih etmiş. Bu arada, her ikisi de gerçekten müthiş derecede etkili sahneler... Cuaron, bir tek müzik notası dahi kullanmadığı, yakın plana geçmediği bu iki sahnede seyirciyi duygusal olarak yakalıyor. Anlam olarak da birbirlerine çok bağlı bu iki sahnede gözleriniz yaşarıyor, filmin ruhu açığa çıkıyor...
Cuaron, kesme yaptığı sahnelerde kamerasının açısını değiştirse de özellikle konuşma sahnelerinde açı / karşı açı tekniğini nerdeyse hiç kullanmıyor... Film boyunca genel planlardan yakın ölçekli planlara pek geçmiyor. Konuşan kişilerin yakın yüz çekimlerini nadiren kullanıyor. Kaldı ki, özellikle kalabalık sahnelerde diyalogları çok net duyuyoruz ama kimin konuştuğunu her zaman göremiyoruz.
Filmin merkezinde hep Cleo var. Kamera da onu takip ediyor. Bazen onun gördüklerini gösteriyor, hislerini bire bir yansıtıyor ama yine de her şeye dışarıdan bakan, gözlemci bir kamera kullanımı var. Sonuçta, Cuaron'un hafızasında geçiyor film.
Filmin kurgusu da, görüntü yönetmenliği de Cuaron'a ait... Geçmişi anlatan birçok yönetmen gibi o da filmini siyah beyaz çekmeyi tercih etmiş. Renkleri yok ederek dikkati insana, duyguya, mekâna ve seslere odaklamış... Filmde radyodan ya da benzeri kaynaklardan gelenler dışında müzik yok. Ama ortam sesleri filmi bir müzik gibi sarıyor. Geçmiş duygusunu güçlendiriyor.
Film boyunca Cuaron, bütün sahneleri aynı üslupla, aynı tonla çekmiş. Dramatik anları birbirinden ayırmamış. Belki de bu nedenle film her anında hayatın akışını hissettiriyor insana..
Şiirsel sinemaya pek inanmam. Ama filmin bazı sahnelerinde Cuaron'un görüntülerle şiir yazdığı söylenebilir... Özellikle açılış ve kapanış sahnelerinde uzun çekimler, sinemasal bir şiir tadı bırakıyor zihinde.
“Roma” sade, basit ama çok güçlü bir film. Bir başyapıt...
Filmin notu: 10