Bu filme haksızlık yaptılar
(UYARI: Film, haberlere konu olmuş gerçek bir olayı anlatıyor. Konuyu hiç bilmeyen ve öyküyle ilgili gelişmeleri öğrenmek istemeyenler, filmi seyrettikten sonra okuyabilir.)
“Karanlık Sular” (Dark Waters) 2019'un merakla beklenen filmlerinden biriydi ve adı potansiyel Oscar adayları arasında geçiyordu. Kasım ayında, sınırlı sayıda kopyayla ABD'deki sinema salonlarında gösterime girdi... Genelde olumlu eleştiriler aldı ama “ödül sezonu”nda ısrarla görmezlikten gelindi...
Bana sorarsanız, “Karanlık Sular”, en iyi film Oscar'ına aday 9 filmin yarısından daha iyi... Senaryosunu, yönetmenliğini geçiyorum; özellikle, başroldeki Mark Ruffalo'nun ödül sezonunu Satellite Ödülleri dışında tek bir adaylık dahi almadan kapatması da inanılır gibi değil.
“Karanlık Sular”, çevre sorunlarıyla ilgili yapılmış en iyi Hollywood filmlerinden biri... Sadece mesajına odaklanan, estetiği boşveren filmlerden değil. Tam aksine, ucuzluktan, hafiflikten kaçınan sağlam bir film...
En çarpıcı olan yanı ise spekülasyonlardan ve “kenar süsleri”nden mümkün olduğunca uzak tutulmuş gerçek bir hayat hikâyesi anlatması... 2016 yılında The New York Times Magazin'de Nathaniel Rich imzasıyla yayımlanan "The Lawyer Who Became DuPont's Worst Nightmare" (DuPont'un En Kötü Kâbusu Haline Gelen Avukat) başlıklı yazıyı temel alıyor film... Uyarlama senaryonun altında Mario Correo ve Matthew Michael Carnahan'ın imzası var.
Hikâye, çiftliğindeki hayvanların nehirden içtiği suyla zehirlendiğini iddia eden Wilbur Tennant'ın (Bill Camp) avukat Rob Billott (Mark Ruffalo) ile görüşmesiyle başlıyor... Billott, büyük şirketlerin avukatlığını yapan bir hukuk bürosunda çalışıyor ve “kimya devi” DuPont'u suçlayan çiftçiyi kibarca başından savıyor. Ama büyükannesi, çocukluk yıllarında o çiftlikte geçirdiği güzel günleri hatırlatınca, en azından küçük bir araştırma yapmaya karar veriyor.
Rob Bilott'u ilk tanıdığımızda dev şirketlerle uğraşacak biri gibi görünmüyor. Kaldı ki, çiftçinin iddialarına itibar etmiyor, büyük bir şirketin göz göre göre böyle bir hata yapacağına inanmıyor. En fazla, gözden kaçmış, düzeltilebilecek bir eksik, açık arıyor. Hatta bu yüzden, DuPont'la ortak çalışmak istiyor ve yaptığı her şeyden onları da haberdar ediyor...
Rob Bilott, avukat olarak kendisinin de bir parçası olduğu “sistem”in, çevre konusunda koruyucu olduğuna inanıyor. Kaldı ki, politik olarak agresif, idealist bir avukat değil.
Filmin kalbi tam da burada yatıyor gibi geliyor bana... Rob Bilott, başlangıçta yasalara inanan, sistemin insanların koruduğunu düşünen, kendi halinde aile babası bir avukat. Ama filmin sonunda artık aynı kişi değil. Bütün araştırmaları ve yıllarca devam eden hukuki süreç sırasında sistemle ilgili iki şeyi anlıyor. Birincisi, kâr etme hırsının yanında çevre koruma politikalarının hiçbir şey ifade etmeyebileceğini görüyor. İkincisi, sıradan insanların katılımıyla büyüyen ve güçlenen “saadet zinciri” mantığının büyük şirketleri ne kadar güçlü kıldığına tanık oluyor... Çünkü sorun sadece tek bir şirketle ilgili değil, herkesle ilgili...
“Karanlık Sular” hayal ürünü bir öykü anlatsaydı, eminim filmde rüşvetçi politikacılar, yozlaşmış kamu görevlileri ve kötü kapitalistler olurdu... Ama film çevre sorunlarını sadece güç sahiplerine havale edip bizi rahatlatmıyor. Tam aksine, vurdumduymazlığın tabana nasıl yayıldığını gösteriyor... Çünkü sorun sadece bir şirketle ilgili değil. Bir bölge ve şehirle ilgili... Yönetmen Todd Haynes, çiftçi Wilbur Tennant'ın yaşadığı bölgede “kara koyun” haline gelme sürecini, Rob Bilott'un süreç içersinde giderek büyüyen yalnızlığını incelikle, abartmadan anlatıyor. Belli ki herkesin derdi evde kaynayan tencere ve geçim derdi... Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi çoğunluk, çevre sorunlarına karşı duyarlı değil.
“Karanlık Sular” dolaylı olarak politik bir film... Ama hikâyesini politik bir eksen üzerinden anlatmıyor. Sözgelimi, Rob Bilott ve elinden geldiği kadar ona destek olan büronun büyük ortağı Tom Terp'in (Tim Robbins) politik görüşleri öne çıkarılmıyor. Sonuçta, her ikisi de sistemin içindeki kişiler... İlk başta dertleri, hukukun üstünlüğünü ve temsil ettikleri şirketlerin güvenilirliğini daha da sağlamlaştırmak...
Filmin asıl vurguladığı nokta ise halkın çevre konularında kendi gücünden başka hiçbir şeye güvenmemesi gerektiği... Evet, koruyucu yasalar ve düzenlemeler var ama birileri bir şekilde her şeyi kitabına uydurabiliyor.
Rob Bilott yasalara inanan, sonunu kadar pes etmeyen, inatçı ve kararlı biri olarak geliyor karşımıza. Özellikle karşı tarafın işi yokuşa sürdüğü anlardaki çabası; önüne dağ gibi yığılan belgeleri, bilgileri tek başına ısrarla araştırması ve üretim bandındaki işçilere zarar veren kimyasal maddeyi keşfetme süreci, dev Golyat'a karşı savaşan Davud'un hikâyesini getiriyor aklımıza...
Bilott, halk arasında teflon olarak bilinen kimyasal maddenin insan sağlığına olan zararlarını ve bu zararların yıllar boyunca sistematik olarak halktan nasıl gizlendiğini gördükçe kendini davaya daha çok adıyor.
“Karanlık Sular”, mümkün olduğunca gerçekçi güzergâhta kalmaya, klişelerden uzak durmaya çalışıyor. Film, Bilott'un araştırma sürecindeki keşifleri ve hukuk mücadelesi üzerinden ilerliyor. Yan karakterlerin rolünü artırmak için ekstra bir çaba sarfedilmiyor. Mesela Anne Hathaway'in oynadığı Bilott'un eşi Sarah karakterinin hikâyedeki yeri gereksiz yere köpürtülmüyor.
Yönetmen Todd Haynes, dramatik açıdan çoğunlukla düz ve sade bir film çekmekten kaçınmamış. Buna karşılık, gerilim ve huzursuzluğun neredeyse hiç bitmediği söylenebilir. Karanlık, karamsar ve sade atmosferiyle David Fincher filmlerini hatırlatan bir dünya yakalamış.
Öte yandan, bazı anları itibarıyla biyolojik korku türünün babası David Cronenberg'i hatırlattığı da söylenebilir. Özellikle Wilbur Tennant'ın Rob'a hayvanların deforme olmuş iç organlarını, çürük dişlerini gösterdiği sahneden itibaren film, alttan alta bir çürüme ve hastalık metaforuyla ilerliyor. Kâr hırsıyla başlayan “kanser”in geçim derdiyle tüm bir toplumu sardığını hissediyoruz... O hastalığın sadece hayvanları değil, insanları da etkilediğini gördükçe film daha moral bozucu ve kasvetli hale geliyor.
Her filminde renk paletlerine, görsel atmosfere özel önem veren Todd Haynes, görüntü yönetmeni Edward Lachman'la birlikte karanlık, kasvet ve hastalık metaforunu filmin görsel özü haline getirmiş. “Karanlık Sular”, gri kış ışığı altında çekilmiş bir film. Tempo da kara filmleri andıran bir sakinlikte ilerliyor, gerilim yükseliyor ama kurgu pek hızlanmıyor.
Mark Ruffalo, son yıllarda seyrettiğim en mükemmel performansını sergiliyor. Daha önce hiçbir filmde onu böyle görmediğinizi söyleyebilirim. Oynadığı gerçek karakterin jestleri, mimikleri ve beden dilinden yola çıktığı belli. Bilott, hemen sosyalleşen, sıcak kanlı, konuşkan, güler yüzlü biri değil.. Yıllarca süren hukuk mücadelesi, kuşkusuz onu da yıpratıyor. Ruhen ve bedenen... Ruffalo, Bilott'un hissettiği yalnızlığı, tedirginliği çok iyi yorumluyor. Metaforik anlamda “zehirleniyor”, gerçek anlamda hastalanıyor...
Diğer oyuncular da çok iyi. Özellikle Bill Camp ve Tim Robbins... Sonlara doğru Bill Pullman'ın da hoş bir performansı var...
Tüm bunlara rağmen filmin ödül sezonunda ABD'de neden görmezlikten gelindiğini anlamak pek kolay değil. Akademi, geçmiş yıllarda “Erin Brockovich” gibi gerçek hayat hikâyeleri anlatan sivri dilli çevre filmlerini bağrına basmaktan kaçınmamıştı. Ama Steven Soderbergh'in yönettiği “Erin Brockovich”, Julia Roberts'ın feminen enerjisi, sıcak afişi ve pozitif mesajıyla öne çıkan neşeli bir başarı hikâyesiydi...
“Karanlık Sular” ise loş ofislerde çalışan neşesiz erkeklerle dolu bir film ve bir başarı hikâyesi olarak tasarlandığını söylemek zor.
Bütün film, sonunda büyük bir şirketi dize getiren bir avukatın destansı zaferi olarak tasarlanabilirdi. Çok kolaydı bunu yapmak ama bilinçli olarak yapmamışlar. Evet, Bilott sonuna kadar pes etmiyor ama sonunda geldiğimiz noktada aydınlık yok.
Tam aksine, Todd Haynes'in bizi “karanlığın yüreğine” doğru bir yolculuğa çıkardığını söyleyebiliriz... Yolculuğun sonunda, Joseph Conrad'ın “Karanlığın Yüreği” (Heart of Darkness) romanının sonunda olduğu gibi çılgın Albay Kurtz beklemiyor bizi; ama dünya üzerinde kanında PFOA maddesiyle yaşayan canlıların yüzde oranını öğreniyoruz... Gerçekten tatsız bir an...
Sonuçta kazanan yok. Film, davanın hiçbir aşamasını zafer olarak sunup kutlamıyor. Tam da bu nedenle, final bölümünde etkileyici bir katharsis (duygusal arınma) sahnesi de yok...
Özetle “Karanlık Sular”, moral bozucu olsa bile izleyen herkesi çevre konusunda daha duyarlı olmaya zorlayacak bir film... Seyrettikten sonra mutfak gereçlerinizi de yeniden düzenlemek isteyebilirsiniz.
Ödül sezonunda hak ettiği değeri görmemesi, Amerikan jürilerinin utancı olsun... Siz kaçırmayın.
8/10