'Japon aşısı'yla daha iyi sonuç
‘G.I. Joe’, ‘Transformers’ ile tanıdığımız Hasbro şirketinin dünya çapındaki popüler markalarından biri… Adını ABD askerlerine verilen isimden alan G.I. Joe, çok satan oyuncaklar, çizgi romanlar ve animasyonların ardından 2009’da ‘G.I. Joe: The Rise of Cobra’, 2013’te ‘G.I. Joe: Retaliation’ adlı filmlerle sinemaya uyarlandı; gişelerde yapımcılarını memnun eden sonuçlara ulaştı. ABD’den sonra Türkiye’de de gösterime giren ‘Snake Eyes: G.I. Joe Origins’ ise serinin üçüncü filmi…
Snake Eyes, serinin popüler ve gizemli kahramanlarından biri… Ne var ki, ilk iki filmde farklı oyuncular tarafından canlandırılan Snake Eyes’ın özellikle G.I. Joe ekibine katılmadan önceki geçmişi hakkında seyircilerle hiçbir şey paylaşılmamıştı. Onu filmler dışında kalan ‘Hasbro evreni’nden tanıyıp sevenlerin de açıkçası bildiği çok fazla şey yoktu. ‘Snake Eyes: G.I. Joe Origins’ filminin öncelikli hedefi, işte bu ‘boşluğu’ doldurmak, onun ekibe katılmasının ‘orijin öyküsü’nü anlatmak.
Dolayısıyla, çocukluğuna kadar gidiyoruz. Özellikle Sergio Leone’nin 1968 tarihli ‘Bir Zamanlar Batıda’sından bu yana kahramanın çocukluğuna dönen birçok western, suç ve aksiyon filminde olduğu gibi burada da bizi ömür boyu unutulmayacak travmatik ve trajik bir olay bekliyor. Aynı zamanda adını nerden aldığını da öğreniyoruz. Snake Eyes’ı (Henry Golding) yetişkin olarak ilk gördüğümüz sahnede ise yasa dışı dövüşlere katılan biri olarak geliyor karşımıza.
Belli ki, yuvasız, ailesiz, köksüz bir karakter. Yeraltı dövüşlerinde onu uzun süredir takip ettiğini söyleyen Kenta (Takehiro Hira), suç dünyasına bulaşmak istemediği belli olan Snake Eyes’a iş teklif ederken onu en zayıf yerinden yakalıyor. Kaderin karşısına çıkardığı Tommy (Andrew Koji) ise gördüğü iyiliğe karşılık onu çok köklü bir Japon klanının parçası haline getirmek istiyor.
Daha ilk sahnelerinden itibaren başlayan bazı sürprizlerin tadını kaçırmak istemediğim için hikâye örgüsünün ayrıntılarına girmek istemiyorum ama Snake Eyes’ın film boyunca çok zor seçimler ve dramatik açmazlarla karşılaştığını söyleyebilirim. Öykü yer yer Amerikan mafya filmlerindeki aile içi çatışmaları akla getiriyor. Seyrederken akla gelen başka şeyler de var ama genel anlamda tür analizine girersek, ‘organize suç filmi’ dokusunun devede kulak olduğu kesin… Çünkü öncelikle Uzakdoğu ekolünde bir dövüş filmi bekliyor bizi.
İlk bölümde, Los Angeles’ta rıhtımdaki kalabalık kavgalar sırasında son yıllarda moda olan Endonezya ekolü tarzında bir yakın dövüş filmi izlenimi alıyoruz önce... Ama kısa sürede kan ve şiddet oranının düşük olduğunu görüyoruz. Şiddet grafik seviyede kalıyor ve gerçekçilikten ziyade göze hoş gelen bir dövüş koreografisi hedefleniyor. Daha sonra samuray kılıçlarının devreye girmesiyle filmin daha çok Japon ekolünü benimsediğini gözlemliyoruz. Snake Eyes’ın Tokyo’daki klana dahil olmasıyla 1970’lerden kalma Uzakdoğu tarzı, hikâye üzerinde daha da baskın hale geliyor.
Klanda karşılaştığı büyük ustalar ve girmesi gereken 3 test, bilgelik felsefesi üzerine şekillenen Uzakdoğu dövüş filmlerini hatırlattığı gibi ‘eser miktarda’ fantastik motifler de çıkarıyor karşımıza. Sonuçta, Amerikan usulü bir aksiyon filminden ziyade Uzakdoğu ekolünün baskın olduğu bir filmi seyrediyoruz.
Almanya’da çektiği ‘Dövme’den (Tattoo + 2002) sonra Hollywood’da birbirine benzemeyen, ‘The Time Traveler's Wife’ (Zaman Yolcusunun Karısı – 2009), ‘RED’ (2010) gibi stüdyo filmleri yapan Robert Schwentke, hikâyenin üstüne çıkan üslupçu bir tarzdan uzak dursa da biçimci bir yaklaşım benimsiyor. En önemlisi, türün ruhunu yakalamayı başarıyor.
Dövüş filmlerinde seyirci gerçekçilik aramaz. Yirminci yüzyılda insanların neden kılıçlarla dövüştüğünü, yeri geldiğinde patlayan ateşli silahların bazen ‘İnsanlar karşılıklı dövüşsün, kahraman onlarca adamı haklasın’ diye neden devreden çıktığını sorgulamaz. Önemli olan, dövüş sahnelerinin göze hoş gelmesi, filmin duygusal olarak onu alıp götürmesidir. Gerisi teferruattır. Seyirci, hikâyenin bütününde de inandırıcılık aramaz. Yeter ki ana karakterle özdeşleşebilsin, kendini onun yerine koyabilsin.
Burada da öyle sağlam bir hikâye yok. Sözgelimi, kimin iyi, kimin kötü olduğu anlaşıldığında, filmin nereye doğru gideceğini kestirebiliyorsunuz. Bu tahmin edilebilirlik filmin lehine işlemiyor. Çünkü finali öngörebildiğiniz andan itibaren olup bitenlere ilginiz düşmeye başlıyor. Belirli bir noktadan sonra Snake Eyes’ın sırf hikâye o şekilde gelişsin diye yanlış tercih yaptığını görüyoruz. İşte bu yüzden, Snake Eyes’ın dramatik açmazları bir yerden sonra önemini kaybediyor; filmin aşama aşama belirli bir yere doğru gittiğini anlıyoruz.
Schwentke, senaryodaki bu zaafları unutturmaya çalışan bir yönetmenlik sergiliyor. Müzik, kurgu ve aksiyonla seyir keyfini yukarda tutmaya çalışıyor. Bu arada, özellikle Tokyo sahnelerinde görüntü yönetmen Bojan Bazelli ile bariz bir kara film estetiği yakalamaya çalıştığını görüyoruz. Kuşkusuz gündüz sahneleri var ama şehirdeki gece çekimleri ağır basıyor. Anlatımda olduğu gibi görsel atmosfer de hikâyenin önüne geçmiyor.
Gerçi oyunculuk ve dram ağırlıklı bir film değil ama kadro elinden geleni yapıyor. ‘Crazy Rich Asians’ ile tanınan Malezyalı – İngiliz oyuncu Henry Golding oyuncu olarak ‘aksiyon kahramanı kumaşı’na sahip olduğunu gösteriyor. Snake Eyes’dan sonra çelişkileri ve çatışmalarıyla filmin görece en iyi yazılmış karakteri Akiko’yu canlandıran Haruka Abe de iyi. Andrew Koji’nin canlandırdığı Tommy, aslına bakarsanız finalde yaşadığı değişim açısından öykünün en komplike ve sürprizli karakteri ama senaryonun onu finale hakkıyla hazırladığını söylemek mümkün değil.
Finalden söz etmişken Snake Eyes’ın G.I. Joe ekibine katılması hikâyesinin tam anlamıyla sona ermediğini, aynı kadroyla devam filminin hazırlıklarına başlandığını belirtelim.
‘Snake Eyes: G.I. Joe Origins’i, serinin bende pek iz bırakmayan ilk iki filmine oranla daha çok sevdim. Bunda Uzakdoğu faktörünün ve ‘Japon aşısı’nın payı büyük. Bir Amerikan kahramanlık hikâyesi anlatmak yerine öyküyü Japonya’ya taşımak kuşkusuz iyi fikir. Öte yandan, tüm bunların hikâyenin vasatlığını ve karakterlerdeki derinlik eksikliğini unutturabildiğini söyleyemem.
5.5/10