Antalya'dan ulusal yarışma filmleri-2
7 Ekim Perşembe akşamı gösterilen ‘Diyalog’ ve ‘Kerr’ filmlerinin ardından, Antalya’da festivale katılan tüm eleştirmenler ve sinemacıların ‘Ödüller kime gider?’ diye tahminler yürüttüğü o son iki güne girdik.
Emin Alper başkanlığındaki ulusal uzun metraj film yarışması jürisinin kararlarını 9 Ekim Cumartesi gerçekleşecek kapanış töreninde öğreneceğiz. Aşağı yukarı hangi filmlerin ödül kazanacağını tahmin etmek pek güç değil. Ödül dağılımını kestirmek ise biraz zor… İşte bu yüzden, ödülleri tahmin etme derdine düşmeden, sadece filmlerle ilgili izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
Anadolu LeoparıEmre Kayış’ın yazıp yönettiği, dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde gerçekleştiren ‘Anadolu Leoparı’, sonlara doğru giderek artan hüzün duygusuyla aklımda kalacak bir filmdi. Filme adını veren Anadolu leoparı, nesli tükenen bir hayvan. 20 yılı aşkın bir süre Ankara Hayvanat Bahçesi’nin müdürlüğünü yapan Fikret’in (Uğur Polat) de ‘nesli tükenen’ bir insan olduğu söylenebilir. Ortak özellikleri, çevrelerindeki değişim rüzgarından olumsuz etkilenmeleri ve yalnız olmaları… Öykü, Fikret’in duygusal bağ kurduğu leoparla ilişkisi üzerinden şekilleniyor. Ama Emre Kayış’ın, hikâye örgüsünden ziyade ana karakter Fikret’in duygularına ve çevresindeki dünyanın tasvirine odaklandığı söylenebilir. Belli ki asıl hedefi, neo-liberalist politikalar ve kültürel geçmişin üzerinden silindir gibi geçen kentsel dönüşüm süreçleri. Emre Kayış, Tansu Biçer’in canlandırdığı savcı karakterinin Fikret’in içinde olup bitenleri hissetmesi gibi seyirciyle film arasında da böyle sezgisel bir bağ kurmak istiyor sanki… ‘Anadolu Leoparı’ duygusunu seyirciye geçirmesini bilen, iyi oyunculuklarıyla öne çıkan, festival seçkisine girmesinden memnun olduğum bir film. Ne var ki, ana karakterin pek değişmeyen hüzünlü, mutsuz halleri itibarıyla dramatik çatışmasının bana biraz demode geldiğini itiraf edebilirim.
Festivalde seyirci karşısına çıkan ilk yönetmenlik denemelerinden biri olan ‘Bembeyaz’ın ise ‘Anadolu Leoparı’nın aksine duygusal bağ kurmakta zorlandığımız, olumsuz yanlarıyla öne çıkan bir ana karakteri var. Mert Fırat’ın canlandırdığı Vural, babasıyla birlikte bir fotoğraf stüdyosu işletir. Dışardan iyi bir eş ve iyi bir aile babası izlenimi verir. Ama çok sevdiği oğluna tokat attığı ilk sahneden itibaren aramızda oluşan mesafe giderek açılır. Hikâye ilerledikçe dindar olmanın veya öyle görünmenin Vural’a yettiğini anlarız. Filmi yazan ve yöneten Necip Çağhan Özdemir’in günah işleyen bir insan üzerinden inanç – vicdan ilişkisini sorguladığı söylenebilir… ‘Bembeyaz’ içindeki çelişkilere aldırış etmeden, sadece suçlarını gizleyerek iyi insan olacağına inanan problemli ana karakteriyle modern bir anlatı yapısına sahip. Sorunsuz anlatımı, başarılı oyuncu yönetimi kadar filmin en çok bu yanını sevdim. Özdemir’in yeni işlerini merakla beklediğimi söyleyebilirim.
Birlikte Öleceğiz‘Birlikte Öleceğiz’in ise ‘Bembeyaz’ın tersine eski usul melodramları akla getiren bir dramatik yapısı var. Jenerikteki imzalarını görmesem Melik Saraçoğlu – Hakkı Kurtuluş ikilisine ait bir film olduğuna herhalde inanmazdım. Hatta film boyunca şaşkınlığımın giderek arttığını söyleyebilirim. Etkileyici müziğine, özenli, tutkulu görüntü yönetimine ve yönetmenliğine itirazım yok. Anlatıma baktığınızda, Bergman ve Wong Kar Wai gibi birbirinden çok farklı yönetmenlere kadar uzanan bir esinlenme zinciri görülüyor. Ama dramatik yapı, ana akım melodramlara yakın. Seyircinin duygularını müzikle, kurguyla yöneten türde bir ana akım melodram estetiği benimsemelerine itirazım yok. Çünkü benim için son tahlilde önemli olan, bir filmin yapısı değil, duygu ve düşünce dünyamda yaptığı etkidir... ‘Birlikte Öleceğiz’in samimiyetine, dolaysızlığına bir şey söylemem mümkün değil. Sonuçta, içlerinden gelen bir film ortaya koydukları kesin. O yüzden birçok seyirciyle duygusal anlamda bağ kurduklarına eminim. Ki basın toplantısında da tanık oldum; filmi çok sevenler ve övenler var. Ama kendi adıma filmle bağ kuramadığımı itiraf edebilirim. 2 saat 43 dakika süren ‘Birlikte Öleceğiz’, sinema filmine dönüştürülmüş bir mini diziyi andırıyor sanki. Sahneler bir bütünün eksiksiz parçası olsalar, 4 saate de itirazım yok ama burada sanki üç orta metraj film var. İlk film, üçüncü kişiyi bir süre sonra nerdeyse tümüyle unuttuğumuz bir aşk üçgeni öyküsü. Mazhar (Özgür Emre Yıldırım) ile Ece’nin (Su Kutlu) ilişkilerinin yeterince sorunu varken senaryoda neden en baştan böylesi bir suçluluk duygusuna ihtiyaç duyulduğunu çok iyi anlayabildiğimi söyleyemem. İkincisi, ülkeyi terk etme; üçüncüsü ise psikolojik rahatsızlık hikâyesi. İkincisi, filmin kalbindeki mesele; ama üçüncüsü, bence hem ayrı filmi hak ediyor hem de ikincinin aleyhine işliyor. Özetle film bana dağınık, karışık ve gereksiz uzun geldi. Sevdiğim yanları da oldu. Sözgelimi, yıllar önce Antalya’da tanıştığım sevgili Süleyman Turan’ın yer aldığı sahnelerin kuşkusuz ayrı bir değeri vardı benim için. ‘Birlikte Öleceğiz’in, Süleyman Turan’ın son filmi olarak akıllarda kalacağı kesin.
‘Diyalog’ da duygusal bağ kurmakta zorlandığım bir film oldu. Aslında yönetmenin böyle bir hedefi olup olmadığını söylemek zor. Sonuçta, seyirciyle duygusal bağ kurmaktan ziyade onu şaşırtmayı, düşündürmeyi amaçlayan; uzun süredir festival seçkilerinde görmeye alışmadığımız türde yarı deneysel, ‘oyunlu’ bir film ‘Diyalog’… Kurmaca dünyaların içindeki gerçeklik temsilini oyunculuk ve karakter üzerinden sorguladığı söylenebilir. Ali Tansu Turhan, yönetmen olarak imza attığı ilk uzun metrajlı konulu filmine oyunculuk seçmeleriyle başlıyor. Filmde kendilerini oynayan Hare Sürel ile Ushan Çakır’ın yönetmenle ilk görüşmelerine tanık oluyoruz. Bu arada, Funda Eryiğit’in canlandırdığı yönetmenin film boyunca sadece sesini duyduğumuzu belirtelim. ‘Diyalog’, gerçekliğin ve kurmacanın birbirlerini nasıl etkilediğini sorgulayan, seyircilere sürprizler hazırlayan bir ‘film içinde film’ denemesi… Ali Tansu Turhan ve görüntü yönetmeni Bertan Özer’in dakikalarca süren tek çekimlik plan sekansı, herhalde filmin en etkileyici yanı. Barda başlayan, gece yarısı şehrin boş sokaklarındaki uzun yürüyüşle süren ve evde biten, zorluk derecesi yüksek bir sahne bu… Kamera arkası ekibinin yanı sıra kamera önündeki Ushan Çakır ve Hare Sürel için de ciddi zorluklar içerdiği belli. Üstelik sadece biçimsel iddia olsun diye çekilmiş bir sahne değil. Çünkü yönetmen, iki karakter arasındaki gelişen ilişkinin önemli bir safhasını hiç kesme yapmadan karşımıza getiriyor. Özetle sahneyi takdir etmemek mümkün değil ama bazı bölümlerde kitabi diyaloglarla ilerleyen filmin bütününü sevdiğimi söylemem zor.
Tayfun Pirselimoğlu’nun ‘Saç’tan sonraki iki filminde yeni bir yola girdiğini; ‘Ben O Değilim’ (2013) ile ‘Yol Kenarı’nın (2017) karanlık kasvetli dış kabuklarının altında incelikli bir kara mizah barındıran filmler olduğuna inanıyorum. ‘Kerr’ de istasyonda geçen açılış sahnelerinden itibaren kara mizaha yelken açacağı belli bir film. Pirselimoğlu’nun başrolü son dönemin yükselen oyuncularından, yer aldığı her filme damgasını vurmayı başaran Erdem Şenocak’a teslim etmesi, mizahı öne çıkarma niyetini en baştan belli ediyor. Şenocak’ın canlandırdığı ana karakterin babasının ölümü üzerine geldiği şehirde çevresinde olup bitenleri anlamlandırma, neden - sonuç ilişkileri bulma çabası nasıl beyhude ise bizim ‘Kerr’i yorumlama ve analiz çabamız da kuşkusuz o kadar beyhude kaçabilir. Öte yandan, filmleriyle ilgili çözümlemeler yapmayı sevmeyen Pirselimoğlu’nun bize verdiği yorumlama özgürlüğünü unutmamak gerek. Çünkü rüyaları, çıkışsız kâbusları, gündüz düşlerini hatırlatan bir filmle karşı karşıyayız ve ‘Bir insan niye böyle bir kâbus görür veya bir yönetmen neden böyle düşler kurar?’ diye sormaya başladığımız andan itibaren önümüzde çok geniş bir yorumlama ve okuma alanı açıldığı kesin. Bana sorarsanız, ortada şifreleri çözülecek gizemli bir hikâye yok. Karakterin serüveni üzerine biraz düşündüğümüzde, yaşadığımız dünyanın bizi çevreleyen tatsızlıklarının, saçmalıklarının yanı sıra üstümüzdeki her tür baskıyı hissetmek mümkün. Kafka’nın ‘Dava’ romanında Joseph K., hakkında açılan davanın nedenini bir türlü öğrenemez. Kesin olan tek şey hukuk sisteminin çarklarının artık onun için dönmeye başlamasıdır. ‘Kerr’deki karakter için de durum çok farklı değil. Joseph K. kendisine anlamsız gelen her şeyin başkaları için sürdürülmesi gereken bir düzenin parçası olduğunu kavrar. Çevresindekiler anlamı sorgulamaz, sadece gereken neyse onu yerine getirmeye çalışır. ‘Kerr’deki karakter de benzer bir sürecin içinde bulur kendini… Yorumlama derdini tümüyle bırakıp kendinizi filme bırakmanız da mümkün. Hatta o zaman daha çok keyif alabilirsiniz. Kasabadaki insanların film boyunca ardı arkası kesilmeyen tuhaf soruları; yer altına uzanan gizemli delikleri, karlı sokakları, duvarları yeşile boyanmış otel odaları, kuduz olduğu iddia edilen köpekleri ve terk edilmiş binalarıyla ‘Kerr’ rüya gibi bir dünyaya götürüyor sizi. ‘Kerr’, Antalya’dan ödülsüz dönmemesi gerektiğine inandığım filmlerden biri.
Okul TıraşıUlusal yarışmada, konuştuğum eleştirmen ve sinemacıların üstünde anlaştığı tek film ‘Okul Tıraşı’ gibi görünüyor. Çıkan eleştirileri okuduğunuzda, insanlarla konuştuğunuzda, diğer filmlerle ilgili ciddi ve keskin ayrılıklar olduğunu gözlemlemeniz mümkün. O yüzden, jürinin kararlarıyla ilgili tahmin yapmanın bence hiçbir anlamı yok. Sadece Antalya’yla ilgili bir durum değil bu zaten. Jüri kararları çoğunlukla şaşırtıcı olur. Tek temennim, iki yıl önceki gibi 11 ödüllü bir ‘Bozkır’ vakası daha yaşanmaması ve ödüllerin 5-6 filme dağılması…