Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete
‘Don’t Look Up’ filminin bir sahnesinde Dr. Randall Mindy (Leonardo DiCaprio), katıldığı canlı yayında kendini kaybederek yaptığı öfkeli konuşma sırasında ‘Gerçekten birlikte diyalog kuramayacak mıyız?’ diye içten bir soru sorar. Sadece karşısındaki sunuculara değil, kıyamete doğru ilerleyen tüm dünyaya sorulmuş anlamlı bir sorudur bu…
Başta küresel iklim değişikliği olmak üzere ulusların bir araya gelip konuşması gereken birçok konu var günümüzde. Ama ‘Don’t Look Up’ta anlatıldığı gibi, bırakın dünyayı, aynı dili konuşan insanların dahi yaşamsal konulara çözüm bulmak için bir araya gelmesi çok kolay olmuyor artık.
Bir zamanlar Yeryüzü’nün küresel bir köye döneceğini öngören medya teorisyenleri vardı. Çok değil 10 yıl öncesine kadar internet ve sosyal medya üzerinden şekillenen yeni medya çağını, katılımcı demokrasinin güvencesi olarak görenlerin sayısı da az değildi. Ne var ki, 2021 itibarıyla geldiğimiz nokta iyimser öngörülerden hayli uzak.
Eski medya düzeninde iyi kötü herkesin her şeyi karşılıklı konuşup tartıştığı zeminler vardı. Bu zeminler hâlâ var ama sosyal medya insanları öylesine ayrıştırmış durumda ki, herkesin kendi ‘timeline’ında veya giriş sayfasında yaşadığı bir dünya kurulmuş durumda ve ‘buralarda’ kutuplaşmalardan kopup ortak sorunları konuşmak uzun süredir bir hayal…
Kaldı ki, filmin adı da benzer bir kutuplaşmadan geliyor. Kuyruklu yıldızın Yeryüzü’ne yaklaşmadığına inananlar, bilim insanlarının tüm uyarılarına karşı ‘Yukarı bakma’ (Don’t Look Up) sloganında birleşiyorlar. Diğerleri de ‘Yukarı bak’ diyorlar. Kutuplaşma kültürü, kıyamet söz konusu olduğunda dahi rasyonel tartışmanın önüne geçiyor.
Sosyal medyanın ‘Dünya yuvarlak değil düzdür’ diyenlerin sayısını artırdığını düşündüğümüzde, hepimizi bir araya getiren ortak iletişim zeminlerinin bizi birleştirmekten ziyade ayrıştırdığını daha iyi görmek mümkün. İklim krizi ve Covid-19 salgını konusunda da benzer karşıtlıkların içinde değil miyiz?
Özetle, herkesin kendi inandığı gerçekliğin içinde yaşadığı böylesi bir dünyada, insanları Yeryüzü’ndeki yaşamı sonlandıracak bir kuyruklu yıldızın varlığına ikna etmek kuşkusuz hiç kolay değil. ‘Don’t Look Up’ işte tam da bu çaresizliği anlatıyor.
Filmin hedefinde sadece sosyal medya yok. Evet, sosyal medya, film boyunca çılgınlığı ve kaosu daha da büyütmekten başka çok fazla işe yaramıyor belki ama kesinlikle tek suçlu değil.
Sosyal medyayla bütünleşen geleneksel medya da alıyor payını eleştirilerden. Doğruları söylemenin ve dürüstlüğün değil, sadece imajın belirleyici olduğu; seyredilme oranları kadar sosyal medyada ‘trend’ olmanın her şeyin önüne geçtiği geleneksel medya ortamında da gerçekler anlamını tümden kaybediyor.
‘Don’t Look Up’ta medyanın, kuyruklu yıldız haberini ciddiye alıp gündem maddesi haline getirmesi, hayli uzun sürüyor. Gündeme geldiğinde ise bu kez çözüm konusunda anlaşmazlık dönemi başlıyor. En başından beri ekranlarda sakin kalmaya çalışan Mindy’nin canlı yayında kafayı yemesi, işte bu süreçte gerçekleşiyor. Çünkü kimse oturup doğru dürüst çözümü konuşmuyor. Dolayısıyla, herhangi bir sorunun gündemin birinci maddesi haline gelmesinin dahi çok işe yaramadığını görüyoruz.
Filmi yazan ve yöneten Adam McKay, medya kadar, siyasetçileri ve seçilmiş yöneticileri de eleştiri oklarının odağına koyuyor. Kuyruklu yıldızın dünyaya çarpacağı bilgisine ulaşan iki bilim insanı, Kate Dibiaski (Jennifer Lawrence) ve Dr. Randall Mindy, önce devlet kurumlarına, oradan da Meryl Streep’in canlandırdığı ABD Başkanı Orlean’a ulaşmayı deniyorlar. Ne var ki, kendi gündemine gömülmüş Beyaz Saray’ın dikkatini çekmeleri pek kolay olmuyor. Biraz da çaresizlik nedeniyle medyaya başvuruyorlar. Bir süre sonra hedeflerine ulaştıklarında ise Başkan için çözüm dahil her şeyin ‘politika şovu’nun bir parçası olduğunu anlıyorlar.
Adam McKay, kendisini iş insanı olarak değil, misyon sahibi kurtarıcı olarak gören ama aslında sadece güce ve paraya odaklanan yeni nesil sermaye temsilcisi Peter Ishermen’i (Mark Rylance) de öykünün kritik noktalarından birine yerleştiriyor. McKay, algoritmalarla dünyadaki insanların çoğu hakkında her çeşit bilgiye sahip olan Ishermen gibi birinin en az devlet ve seçilmişler kadar güçlü ve belirleyici olmasını, insanlar tarafından pop yıldızı gibi görülmesini, belli ki çağımızın sorunlarından biri olarak görüyor.
Filmin asıl meselesi ise Yeryüzü’nün geleceğini ilgilendiren bir konuda bilimin rehberliğinin kabul edilmemesi… Yıllardır geliyorum diyen ve Yeryüzü’nü felaketin eşiğine sürükleyecek küresel iklim krizi konusunda da benzer bir durum yaşamıyor muyuz sonuçta? ‘Don’t Look Up’ı baştan sona buradan okumak mümkün. McKay, sadece siyasetçileri, medyayı ve sermayeyi değil insanların aymazlığını, umursamazlığını da eleştiriyor. ‘Yaklaşan kuyruklu yıldız’ın yerine ‘küresel iklim krizi’ni koyduğunuzda, her şey yerli yerine oturuyor. O noktada, Adam McKay’e ‘Amma da abartmışsın!’ demek çok mümkün değil.
Adam McKay, bazen gerçek olaylar ve karakterlerden yola çıkar. Sözgelimi, hâlâ en sevdiğim filmi olan 2015 yapımı ‘The Big Short’ta yaklaşan Finans Krizi’ni çok önceden fark eden ama dertlerini kimseye anlatamayan bir grup insanın gerçek öyküsünü getirmişti karşımıza. Burada tümüyle hayali bir hikâye kursa da aslında durum çok farklı değil. Kendi halindeki iki mütevazı bilim insanının, siyaset, medya ve devletin içinde olup bitenleri anlamlandırmaya çalışmasını seyrediyoruz. Filmin mizah anlayışı, kuyruklu yıldızı keşfedene kadar kendi güvenli dünyalarında yaşayan bu iki insanın fevkalade tuhaf deneyimleri üzerinden gelişiyor. Üniversiteden çıkmalarıyla birlikte bilimin dış dünyada çok şey ifade etmediğini görüyor, insanlarla iletişim kurmakta güçlük çekiyorlar. Belirli bir noktadan sonra ikisi de farklı serüvenler yaşamaya başlıyor. Birisi ummadığı şekilde medya yıldızı olurken, diğeri tümüyle dışlanıyor. Asosyal olan, sosyal biri olmanın tadını çıkarırken; öfkesini bastıramayan diğeri yalnız kalıyor. İkisi bu süreçte çağdaş dünyada her gün tanık olduğumuz akıl dışı abuklukların dışında, kendi çaresizliklerini de keşfediyorlar.
‘Don’t Look Up’ın mizah duygusu, durum komedisi kadar karakterlere de dayanıyor. Ulusal bir televizyon kanalında ciddi haberleri eğlenceli bir üslupla sunan Brie (Cate Blanchett) ve Jack (Tyler Perry) mesela… Jonah Hill ise Başkan’ın Beyaz Saray’da iş verdiği densiz ve problemli oğlunu canlandırıyor. Adam McKay’in Beyaz Saray’da olup bitenleri anlatırken her şeyi son yıllarda yaşananlar üzerinden kurguladığını görebiliyoruz. Filmde ABD devletinin ‘masum insanların başına çuval geçirme’ alışkanlığının altı da çiziliyor. Ron Perlman’ın filmde, ‘Dr. Strangelove’daki ‘çılgın bombacı’yı anımsatan bir Amerikan kahramanını canlandırdığını belirtelim. ‘Dr. Strangelove’daki keskin kara mizah tonu, McKay’in de hedefleri arasında. Öte yandan, yeni medya çağına getirdiği sert eleştirinin 1990’ların ABD medyasını konu alan ‘Wag the Dog’ı (1997) aklıma getirdiğini de söylemeliyim.
Kalabalık bir oyuncu kadrosu var filmde. Popüler şarkıcı Ariana Grande kendi adını taşıyan bir karakteri oynarken, son dönemin yükselen starlarından Timothée Chalamet de dışardan verdiği görüntünün aksine duyarlı ve sağduyulu bir genci canlandırıyor. Filmin son bölümünde mütevazı aile sofrasında bir araya gelenler, her şeye rağmen çağımızın çılgınlıklarının dışında kalan, aklı selim insanları temsil ediyorlar. İktidardakilerin başına gelenleri öğrenmek içinse jenerik yazılarını mutlaka sonuna kadar seyretmeniz gerekiyor.
Adam McKay’in mizah duygusunu, ilk sinema filmi 2004 yapımı ‘Anchormen: The Legend of Ron Burgundy’den beri severim. Kariyerinin son döneminde politik konulara odaklanan filmlerini de beğeniyorum. ‘Don’t Look Up’ta bütün o dağınık ve ‘hafif film’ görüntüsü altında odağını iyi belirlediğini ve çağdaş Amerikan toplumuna sağlam bir sosyal eleştiri getirdiğini düşünüyorum.
McKay, komediyi zorlayan yönetmenlerden değildir. Mizah, hikâyenin akışı içinde ortaya çıkar. Burada da iyi oyunculuklarla birlikte etkisi artan bir mizah duygusu var. Kuşkusuz karakterler öyle derinlikli değil. Aralarındaki ilişki ve çatışmalar sığ ama bir sosyal taşlamada bunları pek aramayız zaten.
ABD’li ve İngiliz eleştirmenlerin çoğunun düşük puanlar verdiği ‘Don’t Look Up’ın kusurlarından biri biraz fazla uzun olması. Belki de bu yüzden McKay, seyirciyi elinde tutmak için Nicholas Britell’in müziğine geniş bir alan açıyor. Filmin ritmini hiç düşürmemeye çalışıyor. Netflix’te seyredebilirsiniz.
7/10