Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Beyaz Gürültü’ (White Noise), Don DeLillo’nun 1985’te yayımlanan aynı adlı romanından uyarlandı. Ödüllü roman, 2004 yılından beri Hollywood’un radarındaydı ama nedense bir türlü hayata geçirilemedi. Ta ki Noah Baumbach, Netflix yapımcılığında senaryo yazarı ve yönetmen olarak devreye girene kadar…

        ‘Beyaz Gürültü’, üniversitenin sinema salonunda ders sırasında gösterilen kolaj bir filmle açılıyor. Amerikan sinemasındaki çeşitli taşıt kazası sahnelerini bir araya getiren filmi izlerken, Profesör Murray Siskind’in (Don Cheadle) yorumlarını dinliyoruz. Siskind’e göre Amerikan iyimserliğini yansıtan ve seyredenlere zevk veren kutlama niteliğinde sahneler bunlar… İlerleyen bölümlerde gerçekleşecek kaza sahnelerinde Siskind’in yorumlarını hatırlamamak mümkün değil. Amerikan kültüründe sinemaya büyük bir gösteri olarak bakılması da önemli… Filmin ilerleyen bölümlerinde televizyon haberlerinde gösterilen gerçek kaza sahnesini unutmamak gerek. Gerçek veya kurmaca, ne olursa olsun, gösteri duygusunun her şeyin önüne geçtiği ve onun ardındaki ölümün, acının unutulduğu bir dünyada geçiyor film. Aynı zamanda, simülasyon ile gerçekliğin birbirine karışmaya başladığı bir çağın ilk dönemlerinde… ‘Beyaz Gürültü’nün ‘Tamam film başlasın’ diyerek projeksiyon makinesinin çalışması ve bobinlerin dönmesiyle açıldığını bir yere not etmek gerek.

        Gösteri kadar ölüm de önemli bir tema… Filmin ana karakteri üniversitede Hitler üzerine dersler veren Profesör Jack Gladney (Adam Driver)… Burada Hitler nerden çıktı demek mümkün değil? Hitler de ölümünden sonra gösteri dünyasının vazgeçemediği kötü adamlardan? Ayrıca Hitler ve ölüm arasındaki güçlü bağı kim inkâr edebilir ki?

        REKLAM

        Jack Gladney’e dönersek, dört çocuklu kalabalık bir ailesi olduğunu görüyoruz. Dördüncü evliliğini yaptığı Babette (Greta Gerwig) ile tek çocukları var aslında. Diğer üç çocuk Jack ve Babette’in önceki evliliklerinden... Filmin ilk sahnelerinde aileyi ve Jack Gladney’nin üniversitedeki akademisyen çevresini tanıyoruz. İlk bakışta evde her şey yolunda gibi görünüyor. Jack’in Almanca’sının yetersizliği dışında hiçbir sorunu yok gibi görünüyor. Ama evin büyük kızı Denise’in (Raffey Cassidy) annesi Babette’in kullandığı Dylar adlı gizemli ilacı keşfetmesi ve Jack’e bundan söz etmesiyle sorunlar başlıyor. Bölgede gerçekleşen tanker – tren kazasının ardından ortaya çıkan zehirli kimyasal bulut ise ‘Beyaz Gürültü’yü bir süreliğine felaket filmine dönüştürüyor.

        ‘Beyaz Gürültü’, aile komedisi, evlilik dramı, gerilim, felaket, gizem, suç öyküsü, bilimkurgu, aksiyon gibi farklı türler arasında gezinen; yer yer Hollywood parodisine dönüşen eklektik bir yapıya sahip. Ama her şey ‘Amerikan usulü eğlenceli büyük gösteri’nin bir parçası.

        Öte yandan, özellikle ölüm korkusu üzerine derinleşen bir film olduğunu görüyoruz. Ölüm korkusu iki ayrı düzeyde işleniyor. Her şeyin yolunda gittiği dönemde yaşanan ve kontrol edilemeyen ölüm korkusu, bireyi içten içe yiyip bitiren, hastalıklı, marazi bir süreç olarak çıkıyor karşımıza. Sonuçta, varoluş bunalımı dışında temeli olmayan bir korku bu… Bölgedeki zehirli bulut felaketi sırasında yaşanan ölüm korkusu ise çok daha somut. Felaket sırasında serin kanlı olabilen, paniğe kapılmayan Babette’in, hayatın normal akışında ölüm korkusuyla baş edememesi ilgiye değer bir nokta… Finale doğru kilise hastanesinde Alman rahibeye (Barbara Sukowa) sordukları soruları ve aldıkları sürpriz yanıtlara verdikleri tepkileri düşündüğümüzde, Jack ve Babette için temel sorunun en başından itibaren ruhani boşluk olduğu söylenebilir. Anne baba olmak veya mesleklerinde ulaştıkları başarıyla dolduramadıkları derin bir boşluk bu… Ölüm korkusu film boyunca ikisini daha karanlık ve trajik noktalara sürüklüyor; ilişkilerine zarar veriyor.

        Finalde rahibe sayesinde neye inanacaklarını bulduklarında ilahi bir işaretle karşılaşmış gibi mutlu oluyorlar. Kilise hastanesinde beliren ve her ikisini de etkileyen o ilahi ışık, en başından beri ruhani arayış içinde olduklarının göstergesi. İronik olan, sadece pencereden süzülen o ilahi ışık değil, en başından beri hep ellerinde olan bir şeyi keşfetmeleri…

        İronik olan bir başka nokta ise hikâyelerini Amerikan filmlerdeki gibi yaşamaları… Noah Baumbach’ın, ‘Beyaz Gürültü’yü baştan sona Hollywood anaakım filmleriyle paslaşan alaycı bir yaklaşımla çektiğini görüyoruz. İlahi ışıktan hemen sonra, ‘Bir o eksik kalmıştı’ dedirtircesine, müzikalleri akla getiren şekilde süpermarketteki dans sahnesine geçmesi, mizah duygusunun ve her şeyin ‘filmlerdeki gibi’ gerçekleşmesinin örneklerinden biri. Bu arada, süpermarketin film boyunca her şeyin yolunda olduğu bir dünyayı simgelediğini belirtelim. Öyle ki, huzur ve mutluluk, süpermarket alışverişiyle, yani tüketmekle geliyor. Kuşkusuz, tüketim toplumuyla ilgili ironik bir yaklaşım var burada. Dönemin ABD Başkanı Reagan ve onun öncülüğünü yaptığı neo-liberalizm de bu çerçevenin içindeki unsurlardan biri.

        Siskind’in ölüm ve ölüm korkusundan söz ettiği sahnede hayatı süpermarkette olmaya; ölümü ise süpermarket kapısından çıkmaya benzettiğini unutmamak gerek. Öte yandan, süpermarketteki dans sahnesinin sonlara doğru mutluluk yanılsamasının altını çizen mekanik bir tüketim döngüsü haline geldiğini atlamamak gerek.

        REKLAM

        Filmin ilgiye değer başka bir yanı, Jack’in aile reisi olarak konumu… Malum, Amerikan felaket filmlerinde kahraman babalar hem dünyayı hem ailelerini kurtarırlar. Jack ise ‘öldürücü kimyasal bulut’ olayında gördüğümüz gibi ailesi için doğru kararın ne olacağını kesinlikle tespit edemiyor; ısrarla sorunu görmezlikten geliyor. Sürekli yanlış kararlar veriyor. Film boyunca, yaptığı tek kahramanlık, küçük oğlunun oyuncak tavşanını getirmek oluyor ki orada bile yardım alıyor. Son bölümde yaptığı erkeklik gösterisini de yüzüne gözüne bulaştırıyor.

        Film boyunca gözlemlediğimiz bir başka nokta, oğlu Heinrich (Sam Nivola) ve üvey kızı Denise’in, Jack’e oranla daha akıllı, daha pratik olmaları; birçok konuda ondan daha bilgili olmaları… Aksiyon erkeği olmaması bir yana, hayat hakkında çok şey bilmeyen; ruhani açıdan ailesine yol gösteremeyen biri Jack... Siskind’in gerektiğinde ailesini kurtarmak için verdiği silahı bile doğru yerde doğru zamanda kullanmasını bilemiyor. Herkesi kendine hayran bıraktıran Hitler uzmanlığını ve derslerini şova çevirme becerisini bir yana bırakırsak Jack’in olumlu anlamda çok fazla özelliği yok aslında.

        Öte yandan, Jack’in tüm bu hallerinin onu çekilmez birinden ziyade çaresizliği ve beceriksizliğiyle öne çıkan, hayatın içinden gelen eğlenceli, hayalci bir karaktere dönüştürdüğünü düşünüyorum. Hikâyeye farklı gözle baktığınızda, evin sorunlu ergenlerinin çocuklardan ziyade Jack ve Babette olduğunu görmeniz mümkün. Evin gerçek ergenleri Denise ve Heinrich olmasa, ebeveynlik görevlerini bile tam olarak yerine getirmeleri mümkün olmayacak.

        REKLAM

        Evet, eğlenceli bir film ‘Beyaz Gürültü’. Buna karşılık, Jack’in gördüğü kâbus sahnesinde ciddi anlamda ürpertici olabiliyor. Tankerle trenin çarpışması her şeyiyle tipik bir aksiyon sahnesi. Otomobilleriyle orman içinde cipi takip ettikleri sahnede ise ‘National Lampoon’s Vacation’ı (1983) hatırlatan bir 80’ler komedisine dönüşüyor. Jack’in Mr. Gray’in (Lars Eldinger) peşine düştüğü sahnelerde ise karanlık bir suç filmi seyrediyoruz sanki. Baumbach gerektiğinde felaket filmleri klişelerine başvurmaktan çekinmiyor; türün gerektirdiği özel efektleri gerektiğinde şahane şekilde kullanıyor. Ayrıca, bulutun oluşturduğu söylenen ‘déjà vu’ etkisi üzerinden bilimkurgu da var işin içinde. ‘Déjà vu’ duygusunun dolaylı yoldan sinemayı temsil ettiği söylenebilir. Kurmaca ve simülasyonlarla gerçekliği ayırt edemeyen insanlar belleklerindeki filmleri hatırlıyorlar sürekli. Jack’in Mr. Gray’i önce korku filmini andıran bir rüyada görmesi gibi… Ayrıca, Baumbach’ın aklının bir köşesinde Hollywood’un 1980’lerde Lucas ve Spielberg’in ellerinde daha gösterişli bir geniş kitle sinemasına doğru geçirdiği değişim süreci de var. Ve her şeyin ötesinde 1984 yılında geçen bir dönem filmi seyrediyoruz.

        Baumbach ile görüntü yönetmeni Lol Crawley, dönem filmi duygusunu güçlendirmek için dijital değil, pelikül formatında, 35 mm ve 65 mm Kodak Film’le çalışmayı tercih etmişler. İlk bölümde nerdeyse 1980’lerden gelen bir film seyrettiğimizi düşünüyoruz. Genel olarak canlı, sıcak ve rengarenk bir sinematografi var. Buna karşılık, filmin genelindeki eklektizm, görüntülere de yansıyor. Sözgelimi ilk bölümde, üniversite ve evde geçen sahnelerde dijitalin keskin berraklığından uzak bir renk paleti var. Nostaljik pelikül duygusunu özellikle ilk bölümde hissediyoruz. Zehirli bulut ve peşinden gelen sahneler biraz daha karanlık ama aynı sıcak renk tonları devam ediyor. Finale doğru motel sahnesinde karanlık artıyor, Alman hemşirelerin hastanesinde sıcak sarı ışığın öne çıktığı daha dışavurumcu bir yaklaşım var. Süpermarket sahnelerinde ise filmin bütününden farklı olarak beyaz ışığın baskın olduğu ferah ve aydınlık ama yine rengarenk bir atmosfer görüyoruz.

        Özellikle, erkek karakterlerin uzun ve tumturaklı cümlelerle konuştuğu bir film ‘Beyaz Gürültü’. Driver ve Cheadle başta olmak üzere erkekler daha teatral bir tarzda oynuyor, bazen şov yapıyorlar. Tam da burada, usta oyuncu Bill Camp’in canlandırdığı ‘televizyonlu adam’ın felaketzedelerin karantinaya alındıkları binadaki müthiş tiradını unutmayalım.

        Gerwig başta olmak üzere kadın oyuncular daha doğal ve sakinler. Bunun tek istisnası galiba Alman rahibeyi canlandıran Barbara Sukowa…

        Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan ve eleştirmenleri ikiye bölen ‘Beyaz Gürültü’yü beğenenler arasındayım. Özellikle türler arasındaki geçişleri ve hafif havasıyla rahatsız edici olabileceğinin farkındayım ama kendi adıma eğlenceli, komik ve derinlikli bir film olduğunu düşünüyorum. (Netflix)

        7.5/10

        Diğer Yazılar