Amca yeğen Van Gogh'lar!
Amsterdam’daki “Van Gogh Müzesi”nde bulunan sanatçının “Almond Blossom” (Badem Çiçekleri) tablosunun önünde durdum.
İlk bakışta gözüme tuhaf göründü; resimde ufuk çizgisi yoktu.
Bir süre, sanatçının resmini yaptığı çiçekli dallara nereden baktığını anlamaya çalıştım.
Fonda mavi bir gökyüzü... Öbek öbek badem çiçeklerinin beyazlığı gökyüzünün maviliğine karışmış. Dallar sanki ağaçtan kopuk gibi, ağacın gövdesi görünmüyor.
Sanatçı belli ki sırtüstü uzanarak badem dallarına bakmış. Gördüğünü de resmetmiş. Yaptığı resmi de götürüp yeni doğan yeğeni Vincent’in yatağının başucuna asmış.
Van Gogh, ölümüne sevdiği kardeşi Teo’nun oğlu olan Vincent Willem Van Gogh’un vaftiz babasıdır. İsmini de yeğenine vermiş.
Yeğeninin doğum haberini aldığında, içinde sevince benzer açan çiçeklere badem çiçekleri adını verdi; o parlak tomurcuklar gözüne daha önce hiç bu kadar yakın görünmemişti.
O heyecanla işe başladı, o görkemli çiçekler hiçbir zaman onun tuvalinde canlanan biçimiyle renklenmemişti.
Çiçekler umut oldu, umut çiçek açtı.
Özlem karıştı renklere.
“Bir can daha çoğalıyorlar”, kaygısız, mutlu bir gelecek bebek oldu, yavaş yavaş belirdi tuvalde o gelecek.
Yeni bir hayatın resmini yaptı.
Birkaç ay sonra da karnına bir tabanca dayadı, bastı tetiğe, günlerce acı çeke çeke, bağıra bağıra öldü.
*
“Badem Çiçeklerini” hediye ettiği yeğeni büyüdü. Babası Teo, amcasının mirasına gözü gibi baktı. Kısa bir süre sonra o da ölünce işleri Vincent’in annesi devraldı, sonra Vincent, amcasının bütün eserlerinin miras yoluyla sahibi oldu, resimlerini topladı, bir vakıf kurdu, ardından Hollanda hükümetine başvurdu, bir müze yapması için yardım talep etti. Hükümet önerisini kabul etti, 1963 yılında proje start aldı, binanın tasarımını mimar Gerrit Rietveld’e verildi, mimar bir sene sonra ölünce, devreye Kisho Kurokawa girdi, müzenin yapımı nihayet bitti, 1973 yılında da ziyaretçilere açıldı.
O günden bugüne, yılda ortalama 1,5 milyon insan bu müzeyi ziyaret ediyor.
*
Yaptığı son resimlerden birisi olan “Almond Blossom”u götürüp yatağının başucuna astıktan sonra intihar eden Van Gogh’un bütün resimlerini bu müzede toplayan yeğeni Vincent, amcasının hayatının iki buçuk katı kadar bir hayat yaşadı. 1978 yılında 88 yaşındayken öldü; amcası ise intihar ettiğinde sadece 37 yaşındaydı.
Van Gogh’un babası tutucu bir din adamıydı. O da babasının yolundan gitti, kurtuluşu Tanrı’da aradı, rahip olarak yoksulları acılarından azade kılmak için didindi ancak kilise bazı davranışlarını uygunsuz bulunca rahiplik mesleğini elinden aldı.
Bu ona indirilmiş ağır bir darbe oldu.
Sarsıldı.
Otuzlu yaşların başındaydı. Daha önce eline hiç fırça almamıştı.
Aldı. Boyamaya başladı.
Ortalama bir insan ömrü düşünüldüğünde, bir kelebek kadar kısa yaşamış olan Van Gogh, ne yazık ki kısacık hayatının tümünü resim yaparak geçirmedi.
Resme başladığında 30’una girmek üzereydi.
Ömrünün son sekiz yılında yaptı ne yaptıysa. Günde birden fazla eser verdi. Aralarında dokuz yüz kadar yağlı boya tablo, bin yüz çizim ve eskiz bulunan iki binden fazla benzersiz sanat eseri üretti.
Başlarda ne yaptığını bilmiyordu. Yaptığı şeylerin bir kıymeti olduğundan habersizdi. Yaşadığı süre boyunca tek bir tablo satmıştı. Resimleri para etmediğinden soğuk gecelerde ısınmak için bazılarını yaktığı bile oldu.
Gün gelecek, yaptığı resimler 150 milyon dolara alıcı bulacak deselerdi, belki de kulağını kesmez, bu lafı söyleyeni arkadaşı Paul Gouguin’i kovaladığı gibi kovalardı.
*
Resmini yaptığı, Paris yakınlarındaki sarı bir evde yaşıyordu. Arkadaşı Gouguin’in kendisinde kalmasını istiyordu. O yüzden evi temizlemişti. Ancak o gün Gouguin otele gitti. Ertesi gün eve geldi, bir de ne görsün, Van Gogh’un evi kan gölü...
Kendisine kızmış olan Van Gogh kulağını kesmiş, bir zarfa koymuş, kimisine göre bir fahişeye, kimilerine göre ise yakınlardaki bir çiftlik sahibinin Gabrielle Berlatier adında 18 yaşındaki kızına göndermişti.
Tımarhaneye girip çıkan bir dahi-deli, kızdığı arkadaşından almak istediği intikama kulağını feda etmişti.
İki hafta sonra da tuvalin başına geçti, hastanede kesik kulaklı sargılı kafasının resmini yaptı.
O kadar çok portre ve otoportre yaptı ki...
Buğday tarlalarına hayat verdi. Çiçekli meyve bahçelerine girdi. İsyankar baharların, sert rüzgarların, lacivert gökyüzünün, yıldızlı semanın, neşeli tomurcukların iyimser resimlerini yaptı.
Selviler boy verdi tuvalinde. Her yerde ölümle özdeş olan, daha çok mezarlıkları kaplayan selviler onda coşkulu bir hayatın sembolü oldu.
Sonra çiçekler... Güller, leylaklar, irisler ve ayçiçekleri...
Saint-Rémy’deki akıl hastanesinin kasvetli hücresinin penceresinden gördüğü tarlayı “Buğday Tarlası” tablosunda canlandırdı. Aynı yerde gözüne görünen semayı “Yıldızlı Gece” tablosunda ölümsüzleştirdi.
“Tepeler kadar uçsuz bucaksız, deniz gibi sınırsız ve hassas sarı düzlükler” hayal etti.
O hallerin tümünü boyadı.
Her şey gerçektir onun resimlerinde. Ama bu gerçek, fotoğrafın yakaladığı gerçeğe benzemez, gözünün gördüğü sanatın gerçekliğidir.
Doğal olanı kendince resmetti. Hiçbir rengi bir diğerine karıştırmadı. Bütün renklerin onun tuvalinde yeri vardı, sanki önceden belirlenmiştir her birisinin yeri...
Ama hepsinin üstünde sadece onun olan o sarı...
*
Gözlerini hayata açtığında, yatağının başucunda “Badem Çiçekleri”ni gören Van Gogh’un yeğeni Vincent, amcası ile babasının mektuplarını 1950’lerin başında bir araya getirdi. Mektupların tamamını 4 cilt halinde farklı dillerde kitap olarak basılmasını sağladı.
O mektuplardan birinde Van Gogh kardeşine, “Bir resim hayal ediyorum, sonra da o hayalimi boyuyorum” demişti.
*
Karım, kızım ve oğlumla Van Gogh Müzesi’nden Amsterdam’ın kalabalığına karıştığımızda aklım hep bir hayali boyamaktaydı.
Eğer onca acıya, ölüme, katliama, savaşa, kıyıma, yoksulluğa, açlığa, rağmen bugün hayattan bu kadar haz alıyorsak; yaptıkları onca ölümcül silahlarla “hayalleri öldüren” milyonlarca insan sayesinde değil, “gördükleri hayali bin bir renge boyayan”, işi gücü o hayalleri yazıp bizlere umut ve sevinç dağıtan, bir avuç kadar büyük yaratıcı sayesindedir.