Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Mehdi Eker’e

        REKLAM

        ***

        Ankara’da yaşayan şiir müptelası bir dostum var... Yazılmış ne kadar sıkı şiir varsa, hepsi hafızasında, ezber biliyor hepsini. Şiir sevgisinin yanına bir de erguvan aşkını koymuş. Süheyl Ünver’den mülhem, o da der ki, “Erguvana şiir söylenmez, çünkü erguvanın kendisi şiir. Gör ve duy, kafi.”

        O yüzden bu mevsimde, yani erguvan zamanı denilen bu zamanlarda, ne yapar eder “görüp duymak için” mutlaka gelir İstanbul’a.

        “Bu hafta son… Önümüzdeki hafta bitiyorlar. Çiçeklerini dökecek, yapraklanacak ağaçları... Hadi gidip görelim onları” dedi, kalktık gittik Orhan Veli’nin “oturup bir türkü tutturduğu” Rumelihisarı’na.

        *

        Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir”de, “Gülden sonra bayramı yapılacak çiçek varsa o da erguvandır,” der.

        Bizans döneminde Konstantinopolis’in resmi rengiymiş erguvan. Fetihten sonra bütün bir Osmanlı dönemi boyunca, kadri hep bilinmiş, korunmuş, saltanatından hiçbir şey eksilmemiş. Hatta I. Mahmud, İstanbul'da azaldığını görünce Hereke'den erguvan getirilip dikilmesi için ferman bile çıkarmış derler.

        Cumhuriyet döneminde de hakeza... İlk elli yılda çok az tehdit altında kalmış ama İstanbul, İstanbul olmaktan çıkıp betonun istilasına uğramaya başladığı günden beri erguvanın başına da taş düşmüş, ama yine de direnmiş, bulabildiği her boşlukta, salmış çiçeklerini... Bir ara Ali Müfit Gürtuna belediye başkanıyken, erguvan festivali de düzenlendi İstanbul’da ama gelenekselleşmedi lale gibi, ömrü kısa sürdü.

        Yani anlayacağınız şehir, “beni niye betona gömdünüz” diye öfkelenip hala bize küsmüş değil; hala bize dünyanın en güzel çiçeğini, erguvanları cömertçe sunuyor ona betondan bir mezar yaptığımız halde.

        Siz bakmayın birçok kişinin, “Artık bu şehirde yaşanmaz” demesine, sırf erguvanların yüzü suyu hürmetine bu şehirde yaşanır, Necati Cumalı’nın şiiri eşliğinde hem de:

        “Bir erguvanlar vardı

        Pembe mi desem deli mi desem

        Bu ümit olmasa içimde

        Buralarda bir gün beklemem”

        *

        Başka yerlerde de var ama İstanbul çiçeğidir erguvan.

        “İstanbul’un mor gülü” diyen de var Kahire’ye nazire yaparcasına.

        Bu günlerde İstanbul’da açan erguvanları görmeden sakın ölme diyesi geliyor insanın Boğaz’da onları görünce!

        Hele Rumelihisarı’nda...

        İstanbul’un birçok yerinde açar ama Rumelihisarı’nda, Aşiyan’da, orada yatan şairlere bir güzellik olsun diye herhalde bir başka açar; şiire keser her yanı...

        Cemalini en güzel burada gösterir bize.

        *

        Hisar’ın önünde arabadan inip Aşiyan mezarlığına doğru giderken geldi aklıma hikaye.

        Buradan geçerken, efsaneyi bilen her sürücü, üç kez basarmış kornaya.

        Rivayet şöyle:

        Vakti zamanında, bizim birazdan gireceğimiz kapıdan bir genç girmiş mezarlığa. Daha bizim birazdan mezarlarını ziyaret edeceğimiz şairler ölmemiş, çok eski zamanlar yani... Bir de bakmış ki delikanlı, genç bir kız bir mezara çömelmiş, hüngür hüngür ağlamakta. Varmış yanına, neden ağladığını sormuş. Genç kız, sevgilisini bir trafik kazasında yitirdiğini, şu anda bu mezarda yatığını, ona ağladığını söylemiş. Hava berbat, yağmur yağıyor, kız üşüyor bir yandan. Delikanlı ceketini çıkarmış, giydirmiş kıza. Kız bir süre daha gözyaşı dökmüş, sonra delikanlı alıp onu evine götürmüş. Ertesi gün akıbetini merak etmiş, kızı bıraktığı eve gelmiş, kıpıyı çalmış, tanımadığı bir adam açmış kapıyı, kızı sormuş, adam kızının iki gün önce bir trafik kazasında öldüğünü söylemiş. Delikanlı, aklı başından uçmuş bir halde, koşa koşa Aşiyan’a gelmiş, bir de bakmış ki kıza giydirdiği ceketi, kızın başında ağladığı mezarın taşına asılı, duruyor öyle.

        *

        Korna sesleri arasından girdik mezarlıktan içeri.

        Aşiyana girince, insan neden kısacık ömrünce onca zahmete katlanır da küçük bir ev alır, o evin parasıyla burada bir mezar yeri alsa ya diyesi gelir insanın.

        Öyle huzurlu bir yerdir burası. Burada gömüleceksem, ölüm korkulacak bir şey değildir dedirtir adama.

        *

        Yolumuza önce Atilla İlhan çıktı. Hani şiirinden gümbür gümbür bir ses çıkan şair var ya, o işte...

        Ruhuna okunan bir Fatiha’nın ardından “Geceye Karşı Şiir”i döküldü dostumun dudaklarından:

        “büyük bir rüzgâr dinledik dünya bahçesinde

        erguvanî çiçekler açmıştı erguvanlar

        tebessümler vardı toprağın yeşermesinde

        ve gökler de çiçeklenmişti erguvanlar gibi

        biz insan selamları duyduk havada kanat kanat

        yola çıkmış yedi iklim dört bucaktan turnalar gibi

        toprak nefes nefese ve yıldızlar çırılçıplak

        serviler üşüyüp ürperdiler bu akşam

        mesut olmak dedik çocuklar gibi mesut olmak”

        *

        Şiir bitti.

        “Aşiyan’da yer kalmadı” cümlesi çıktı ağzımdan. Belki de aklım hala “burada mezar yerini alma” fikrindeydi. Bir anda ürperdiğimi hissettim. Ölüm fikri miydi beni ürperten, yoksa bu sözü söyleyen herkesin, farkına varmadan aslında geç kalmış bir ölümden bahsettiğini bilmemesi miydi?

        Bilmedim.

        *

        Aşiyana gittiğinizde hele erguvan mevsimiyse, sizi oraya götüren erguvanlar mı, yoksa orada yatan şairler mi sorusu gelir aklınıza.

        Bizi ikisi de götürmüştü oraya, bunu biliyorduk.

        Atilla İlhan’ı bıraktık, sırtımızda deniz, başımızda erguvanlar, çıktık şairin öteki akranlarını aramaya.

        Arkadaşım aynı zamanda bir nebat uzmanıdır.

        Her ağaç, her ot, her çiçek hakkında, en az bildiği şiirler kadar bilgi vardır hafızasında.

        Bana anlatmaya başladı erguvanları....

        Uzaktan tül gibi görünür ağacı. Kuru dal üzerinde ufak ufak açar çiçeklerini, pembe pembedir önceleri. Birçok çeşidi vardır. Kimisinin pembesi daha parlaktır, kimisinin pembeliğine mor karışmıştır, kimisi top toptur, kimisi süslüdür, gösterişlidir, kimisi ağaçta çiçek açar, kimisi yerden biten çalıda, kimisi çekingendir, ürkektir kimisi, kimisi işvelidir, göz eder uzaktan herkese..

        *

        Hıristiyan inanışındaki adı “Judas tree”dir. Yani “Judas’ın ağacı”, bildiğimiz Yahuda’nın..

        Hani İsa’nın on iki havarisinden biri, onu gammazlayan havari var ya, o işte...

        Derler ki Yahuda, İsa’yı yakalamaya gelen askerlere, onun kim olduğunu göstermek için yanağına kondurduğu ölüm öpücüğü sonrasında o kadar büyük bir utanca kapılmış ki yüzü adeta erguvani bir renge bürünmüş. Bu utancı daha fazla taşıyamamış, ihanetinin bedelini ödemek için gidip kendini bir erguvan ağacına asmış. Ve yine derler ki, Yahuda kendini asmadan önce bu ağacın çiçekleri beyazmış. Ağaç bile bu ihanet ve utancı kaldıramamış. Yahuda kendini ona asar asmaz, ağacın çiçekleri kan kırmızısı ile pembe karışımı bir renk almış.

        *

        Ölüler hariç her şey dirilmişti Aşiyan’da.

        Yolumuza Edip Cansever’in mezarı çıktı. Anıtmezarında ters dönmüş bir karanfil vardı. “Yerçekimli Karanfil”i yazana bu yakışır demiş olmalı mezarı tasarlayan mimar Nevzat Sayın herhalde. Dostum, “Boşversene Sen Niye Beklemeli” şiirini terennüm etmeye başladı şairin mezarı başında:

        “Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum

        Sevginin çoğul oğlu

        Senin ülkende yalnız bütün özlemler

        Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku

        Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla

        Orda uçsuz bucaksız

        Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.”

        Ruhuna bir Fatiha okurken, Edip Cansever’in ölümü üzerine yazdığı “Turgut Uyar” başlıklı şiirinin o bölümüne gitti aklım:

        “Dün müydü, yüzyıllar mı geçti bilmiyordum ki

        Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik

        İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a

        Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık

        Az sonra kalkıp gitti o

        Kalakaldım ben oracıkta”

        Dostunun gidişinden sonra Edip Cansever de fazla kalmadı “oracıkta.”

        Onu da alıp götürdüler Aşiyan’a.

        Turgut Uyar, Edip Cansever’den bir yaş büyüktür; 1985’te 58 yaşında öldü. Edip Cansever ondan bir sene sonra, 1986’da öldü.

        Öldüklerinde ikisi de 58 yaşındaydı.

        İkisi de Aşiyan’da yatıyor şimdi.

        İkisinin de yaşlanmasını ölüm durdurdu.

        *

        Orhan Veli
        Orhan Veli

        Yakın bir zamanda mezarını restore etmişler Orhan Veli’nin. Orada yatan herkesi yakın akrabaları gibi bilen mezarlık bekçisi daha önceki gelişimde bana, “Beykoz Belediyesi yaptı mezarını abi, oralıdır, o yüzden” deyince, belediyenin açtığı çukurda, “bir sonbahar yağmuruna gömülü ölüsü” geldi aklıma.

        Belki de bizi buraya getiren o güzel havalar girdi kanına, belki de “erguvan atlaslara dolarak gelen” böyle bir günde “istifa etmişti evkaftaki memuriyeti”nden.

        Sırtımızı verdik Orhan Veli’ye, karşımızda bir yükseltinin üzerinde kafasını kaldırdı Turgut Uyar; Edip Cansever’den selam getirdiğimizi biliyordu sanki.

        Dostum mezarı başında onun “Söylenir” şiirinden bir bukle okudu:

        “sıcak yaz

        solgun bir coğrafya gibi belleğimde

        şapkalar çiçekler eski elbiseler

        geçmişi olan eski elbiseler

        denizden çıkan bir ışık

        unutulmuş bakımsız arka bahçeler

        öyle oldum ki anlatamam

        her mevsimde sonbaharı taşlayan

        bir çocuk nasıl olursa öyle

        belki de bitip tükenmeyen

        bir fetih döneminde

        atlar nasıl kişnerse

        yani durgun bir suyun

        erguvandan aldığı renkle

        gidip geldim caddelerde

        Fatih nerdeydi Samatya nerde

        nerden gidilirdi Üsküdar’a

        düşünüp durdum günlerce”

        *

        O kadar oyalanmıştık ki Aşiyan’da güneş ne zaman kaçtı, ölgün bir kırmızılık ne zaman Boğaz’ı kendi rengine büründürdü anlayamadık.

        Mezarlığın ana kapısına doğru giderken, Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi’ye rastladık. Yaşarken komşu şairler, komşu yazarlardı; burada da komşular.

        “Günlük”lerinde Ahmet Hamdi, yaşarken Yahya Kemal’e hiçbir kitabını ithaf etmediğinden duyduğu pişmanlıktan bahseder. Oysa Yahya Kemal “Bahçelerden Uzak” şiirini ona ithaf etmiştir. Tesadüfe bakın ki, o şiirde de erguvan vardır:

        "İstemem artık ışık, rayiha, renk alemini,

        Koklamam yosma karanfille, güzel yasemini.

        Beni bir lahza müsait bulamaz idlale,

        Ne beyaz bakire zambak, ne ateşten lale.

        Beklemem fecrini leylaklar açan nisanın,

        Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın.

        Her sabah başka bahar olsa da ben uslandım,

        Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım."

        *

        Aşiyan’da yatan Özdemir Asaf’ın, Tezer Özlü’nün, Münir Nurettin’in, Nigar Hanım’ın, Cevdet Kudret’in, Onat Kutlar’ın gönlü kalmasın, bakmasınlar kusura, yetişemedik hepsine, başka zaman geliriz ziyaretlerine derken ana kapıya vardık.

        Bekçi çoktan demir kapının zincirinin asma kilidini kapatıp gitmişti.

        Biz içerde mahsur kalmıştık şairlerle baş başa.

        Aşiyan’da şairler vardı bir de erguvanlar.

        Akşam kızıllığı çökmüştü suya.

        Duvarı tırmandık.

        Komşunun bahçesinden elma aşıran yaramaz çocuklar gibi atladık duvardan, koynumuzda şiir, başımızdan erguvandan taçlar vardı.

        *

        Bebek’e doğru yürürken, “hayat nedir?” sorusu takıldı aklıma.

        Belki de hayat, o sırada tarifi zor bir renge bürünmüş sol yanımdaki Boğaz’ın sularına büyük bir hayranlıkla bakarken, sağ yanımda, Orhan Veli’nin başına konan yelkovan kuşuyla yapılmış heykelinin bulunduğu küçük parkta açan bir erguvan çiçeğinin ölüp yerini yaprağa bırakışına şahit olamamdır.

        Yetişemediğimiz, ıskaladığımız, yanından hızla geçtiklerimizdir hayat belki de!

        Diğer Yazılar