Çay yalnızlığa iyi gelir!
Çaydanlığa su koydum. Altını yaktım. Demliği suyla iyice çalkaladım. Tepeleme iki kaşık dem koydum. Suyun altına tuttum, demi soğuk suyla yıkadım. Demliği çaydanlığın üzerine koydum, suyu kaynamaya bıraktım.
Pencerenin önüne geçtim, İstanbul’u dinlemeye başladım.
Şehir sesini bulmak üzereydi. Hani bir iki küçük öksürükten sonra insan sesine ayar verir de bir şarkı söylemeye başlar ya, şehir öyle bir hal yaşıyordu. Gece boyunca gittikçe kaybolan sesi, önce bir yerlerde usul usul duyulmuş, şimdi her yerden yükselen bir sabah türküsüne dönüşmüştü.
*
Güneş evimin arkasından doğuyor. Şavkı henüz karşıdaki yüksek binaların tepelerine vurmamış, köprüye giren ve çıkan araçların gürültüsü sabah türküsünü bastırıyor adeta.
Tam bunları düşünürken, suyun kaynadığını duydum.
Mutfağa geri döndüm. Demliği kaldırdım, su fokur fokur kaynıyordu.
Bırak, istediği kadar kaynasın!
Tekrar demliği yerine bıraktım, bir süre kaynayan suyun sesini dinledim.
Çaydanlığın altını kıstım, demliği indirdim, kaynayın suyu demin üstüne akıtmaya başladım. Göz kararı bir yere gelince durdum, demliğin kapağını kapattım, çaydanlığın üzerine bıraktım.
Hane halkı uyuyordu.
Tekrar pencereye döndüm.
Gün başlamıştı.
Buna emindim artık.
*
Aklıma babam geldi.
Çoğu zaman böyle seher vakitlerinde gelirdi katırıyla eve. Gece tülden bir zırhtır hududu geçen kaçağa, o yüzden... “Nişiv”den geliyordu; “aşağıdan” yani, Birinci Cihan Harbinde geldiği asıl yurdundan, Amediye’den, belki de Dihok’tan.
Günlerdir yolunu gözlüyorum. Katırın yükünden hurma çıksın istiyorum, bir de şehir kokusu... Bir de kendi kokusu yükü açarken. Bir de anneme fistanlık kadife belki... Belki bir şişe lavanta ama ille bezden bir torbanın içinde çay ve kelle şekeri... bir de sigara kağıdı...
Katırının yükünde çıkan her şey kaçaktı. Şeker kaçaktı, çay zaten kaçak.
Babam kaçaktı.
O yüzden kısa bir süre sonra babam tekrar kaçacak diye gelişine çok sevinemezdim.
*
Pencerenin yanındaki kapaklı dolapta okuma sırasını bekleyen kitaplara ilişti gözüm. “Salah Bey Tarihi”nin (Sel yayıncılık, yıllar önce Salah Birsel’in külliyatını beş kitap halinde yayınladı bir kutu içinde) birinci cildini aldım elime; “Kahveler Kitabı”nı...
Kitabı açmadan sehpanın üzerine bıraktım, aklım hala babamdaydı.
*
Bir kez bir çuval çayla yakalamışlardı jandarmalar sınırda onu. Çuvalını sırtına vurmuş, ustura ağzı gibi keskin bir soğuk gecede çuvalıyla misafir kaldıkları köy evinin damına çıkarmış, onu loğ taşına bağlamışlardı jandarmalar. Taşı yuvarlamış, bağlı ellerini her kaçakçı gibi maharetli kullanmış, çuvalı yırtmış, avuç avuç çayı soba borusundan aşağı dökmüş, jandarmalar geç saate kadar sobada yanan çayla ısınmışlardı.
Sabah onu damda, soğuktan kaskatı kesilmiş, taşa yapışmış halde buldular. Suç aleti çay yoktu yanında, çuval boştu.
Öyle iflah olmaz bir çay tiryakisi falan değildi ha!
Kaçak çayla karnımızı doyuruyordu o kadar.
*
Yükten çıkan kaçak çayla demlenen çocukluğumun çay tadı hiçbir zaman peşimi bırakmadı. Bu şehre geldim, beni kovaladı.
O yüzden çayımı hala memleketten getirtiyorum.
Adı hala kaçak çaydır!
Her demlediğimde babamı getiriyor bana, o yüzden müptelayım belki de ona.
*
“Kahveler Kitabı”nı karıştırmaya başladım, “Çaycı Hacı Reşit” bölümünü açıp sayfanın kenarını kıvırdım.
Yerimden kalktım, iki dilim ekmek kızarttım. Peynir, zeytin, bal çıkardım.
Yaptığım çayı ince belli bardağa boşalttım. Dolu çay bardağını masaya koydum.
Önce Can Yücel fısıldadı kulağıma iki dizesini:
“Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
Namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer”
Git başımdan şair, beni yoldan çıkarma sabah sabah, çaydan bahsedeceğiz!
“Salah Bey Tarihi”nden kıvırdığım sayfayı okumaya başladım. Ahmet Rasim’in de kitaplarında bahsettiği Direklerarası’ndaki “Hacı Reşit’in çayevi bütün edebiyatçıları bağrında barındırırmış.” Çoğu şiirlerini orada yazar, çoğu yazdıkları ilk ürünleri orada birbirine okurmuş. O yüzden çayhanenin namı “şairlerin aşık attığı yer” olarak yürümüş. Bunu duyan bir saz şairi sazını yükleyip gelmiş ta Üsküdar’dan, aşık atacağı şair aramış çayhanede, kısa bir süre sonra adama, “Burada saz şairleri ötmezler. Ötseler de dinleyen olmaz. Buraya gelenler hep kalem şairleridir, anladın mı kuzum, burası Tavukpazarı değildir,” demişler de herif, “eyvallah babam” diyerek sazını omuzlayıp sıvışmış oradan.
Salah Bey’in damakta kekremsi, demli bir çay tadını bırakan üslubundan okuduğum sayfadan kafamı kaldırdım; pencereden gelen ışık arkamdaydı, ince belli bardaktaki çayı seyretmeye başladım. Orhan Veli girdi pencereden:
“Çayın rengi ne kadar güzel,
Sabah sabah,
Açık havada!
Hava ne kadar güzel!
Oğlan çocuk ne kadar güzel!
Çay ne kadar güzel!”
Sahi, Hacı Reşit-i Bineva’yı anlatıyordum Salah Bey’den... Bir gün sabahın şu anda yaşadığım demine benzer bir deminde dükkanına damlayan Ahmet Rasim’e çay vermek istememiş Hacı. Salah Bey der ki, “Daha doğrusu ilk çayı kimseye vermez. İlk çayı kendi içer, sonra da cebinden kırk para çıkarıp çekmeceye atar” daha sonra ne yapacaksa yaparmış.
*
Bilinç dediğimiz coşkun akan bir çay, sadece bildiğini yapar. Şiir, şair, babam, muharrir, Salah Bey, Ahmet Rasim hepsi karıştı birbirine, çay soğuyacak!
Soğutmamalı çayı değil mi Can Baba?
“Kırmaya zaman yok
Çayınız bardakta soğumadan
İçin çayınız hayat geçiyor
Yaşamak yüreklere zarar”
*
Eski tiryakiler, meğer çayda üç şey ararlarmış; Salah Bey pek lezzetli bahseder:
Çay, “leb-renk, leb-sûz ve leb-rîz” olmalı. Yani bardak ağzına kadar dudak renginde ve dudağı yakacak sıcaklıkta çayla dolu olmalı.
Çayla ilgili kalem oynatmış her eski zaman muharriri, risalesinin bir yerinde mutlaka Hacı Reşit-i Bineva’nın adını zikreder. Salah Bey der ki; “Buraya gelenler ne kadar olağandışı kişilerse Hacı Reşit de o kadar olağandışıdır. Çay içen limon istedi mi Hacı kendisine hakaret edilmiş sayar. Kahvenin duvarındaki:
Çay-ı ma hoş-güvar ü şirin est
Çün lebilal-i yar renginest
(Çayımız lezzetli ve tatlıdır
Çünkü sevgilinin lal dudağı rengindedir)
ikiliğini okumadığınız vakit de Hazretin suratı asılır.”
Sahiden, ince belli bardağa bu yüzden mi lale biçimini vermişler?
*
Ta Kuzguncuk’tan Can Yücel’in sesi karıştı şehrin sabah türküsüne:
“Günün aydın, akşamın iyi olsun” diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa, zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama; “Çaya kaç şeker alırsın?”
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra…
Ama nicedir şekersiz içiyorum ben çayı. Alışmak zor oldu ama alıştım, şimdi çaya şeker koyanlara tuhaf tuhaf bakıyorum.
Çocukluğumda, yokluktan sabah kahvaltısında tek bardak hakkımız vardı, fazla şeker gitmesin diye. Kahvaltıda toz şekerle iyice tatlandırılmış bir bardak, kahvaltıdan sonra istediğimiz kadar içebilirdik, ona şeker konmaz, “kıtlama” içilirdi çünkü. Toz şekeri annem kaynatır, içine ceviz koyar, bir tepsiye yayar, üstüne patiskadan bir bez serer, sabaha kadar serin bir yere bırakır, orada katılaşır, ondan küçük bir parça ağzına attığın zaman birkaç bardak çaya yeterdi.
*
Mutfakta, rafta duran antika semavere ilişti gözüm.
Babam katırın sırtında, yükün üzerine bağlayarak ta Musul’dan getirmişti onu. Ben doğmadan çok önce. Çayın mayhoş, şekerin tatlı olduğunu anladığım çağa geldiğimde rengi altın sarısıydı semaverin ve oturduğumuz odada her daim içinde közle sıcak suyu kaynatır dururdu.
Semaverin her daim kaynadığı bir evdeki huzuru düşünsenize!
Çocukluğumda yaşadığım o fakir huzur, benim evimden de eksilmesin diye, babamdan yadigar o semaveri istedim annemden, getirdim buraya.
Kullanmıyoruz ama mutfakta şimdi tam karşımda duruyor.
Onu gördükçe kayıp cennetim, çocukluğum geliyor aklıma.
*
Kaynayan semaverin huzur yaydığı çocukluğumun fakir köy evi bir çayın kenarındaydı. Karlar eridiğinde tedirginlik başlardı, her yıl çay, toprağı biraz daha kemirir, su biraz daha eve yaklaşırdı.
Çok sonra evi boşalttık, çay aldı götürdü evi. Uzaktan seyretmiştim, kurtarılan eşya yığınının en üstünde şu anda karşımda duran semaver duruyordu.
Sezai Karakoç’un kelimenin iki anlamının iç içe geçtiği “Çay” diye bir şiiri vardı, Mehdi Abi (Eker) hatırlatmış, sonra da okumuştu bana bir çay muhabbetinde:
Baş köşeyi kim aldı, kime verdin
Bir bardak soğuk su gibidir onlar
Ellerinin uzandığı her masada
taş gibi çay
Bizim içtiğimiz çay da çaydır
Çarpık dudaklı ezik gözlü allı mavili çaylar
Vadilerden renkli yağmurlar gibi gelir
İçtiğimiz çay
Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir
Judy Garland gibi çay
Kan gibi çay
Şehirlerden çok güneş vardır o çaylarda
O çaylar dağları bin parça eder ve getirir
Yaşamayı çağıl çağıl getirir
O çaylardan su içenlerin gözleri
Benim çay bardağımda senin gözlerin olur
Senin gözlerin sizin çay bardaklarınızda
Onların gözleri
Çay
*
Kendimi bir çay demleme ustası saymam. İyi çay nasıl demlenir, doğrusu bilmem. Bir usul tutturmuşum, kendime yapıyorum daha çok, ama şunu çok iyi biliyorum ki bu işin ustaları var. Hem iyi çay demlemenin, hem de usulünce onu içmenin...
Yaşama sanatının her veçhesinde bir kalem dokunuşu olan Refik Halit Karay’a göre iyi çay demlemek büyük bir maharet ister:
“Çay ihtimamla pişmezse, ağır ağır, rahat rahat içilmezse hiçbir kıymeti kalmaz. Çay, bol elbiseler içinde, rahat minderlerde, gayet lâubali bir tarzda içilmek şartile dünyanın en lezzetli içkisidir, fakat suyu berrak, rengi âteşîn, fincanı billûr, şekeri az, râyihası hafif olmalıdır. Yazık ki çay içen milyonlarca halkın pek azı bu esaslara riayet eder. Çay pişirmeyi basit görenler aldanırlar ve aldandıkları içindir ki iyi çay içmeğe muvaffak olamazlar. Suyu ılık bir âdi porselen ibriğe haşlanıvermiş olan çay, yani alelumum içtiğimiz çay ne taamsız, ne fena bir çaydır; bunu çay namına yutanlara acımalı ve çay gibi nefis bir nesneyi o hâle sokanlara da kızmalıdır.”
*
Sabahın ilk çayını içtim. Sonra birkaç bardak daha... Bugün hiç başım ağrımayacak. Çünkü öğlene kadar çay içmezsem, o gün akşama kadar başıma ağrı girer.
Müptela mıyım, bilmem.
Kendi adıma çayı neden bu kadar sevdiğimi de bilmem. Belki de Oğuz Atay’ın dediği gibidir:
“Biz çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz.”
Belki de bu yüzden, birisini beklerken mutlaka bir çay içeriz.