27 Mayıs'ın "sivil ayağı"
Darbe, küçük küçük adımlarla sinsi sinsi gelir. Çok uzun bir hazırlık evresinden geçer.
Adnan Menderes’i devirmek isteyenler iki ayda karar verip kararlarını hayata geçirmediler. Bir program dahilinde gerçekleşti her şey. İhtilali yapan 38 düşük rütbeli subay değildi bu işi beyni, onlar bu işte görevlendirilmiş tetikçilerdi sadece. Onların arakasında başka bir güç vardı. “Sivil bir ayak”...
DP iktidarı baskıyı arttırdıkça onlar ellerini ovuşturmaya devam etti. Nihayetinde Menderes İnönü’yle uzlaşarak seçime gitme önerisini de reddedince, “27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı”nı ilan ettiler.
*
Sanıldığı gibi 27 Mayıs darbesini yapan subayların alayı “solcu” veya “devrimci” falan değildi. Her fikirden adam vardı aralarında. Bu darbede bir “solcu” aranacaksa, onların “siyasi ayağını” oluşturan Kemalist sivil bir kadroydu “solcu” olan...
Darbeyi yapan yüzbaşılar, binbaşılar, yarbaylar ve albaylardı. Generalleri kendilerine itaat ettirmek için dışarıdan bir emekli generali, Cemal Gürsel’i bulup başlarına koydular.
Kısa bir süre sonra aralarında husumet çıktı. Başını Cemal Madanoğlu’nun çektiği grup bir an önce iktidarı asıl sahiplerine, sivillere devretmek gerektiğini söyledi.
Başını Alparslan Türkeş’in çektiği grup ise, “Biz iktidarı hemen CHP’ye teslim edelim diye devrim yapmadık ki, durun hele memleketi bir düzeltelim de öyle” dediler. Onlar uzun sürecek bir askeri diktatörlükten yanaydılar.
Bu arada “devrimden” çok önce bir “anayasa taslağını” hazırlayıp hemen ertesi gün Ankara’ya koşmuş olan “sivil ayağın” akademya kısmıysa, “Memleketin neyini düzelteceksiniz, siz askersiniz, askerin işi vatanı düzeltmek değil, vatanı dış düşmana karşı korumaktır, bir an önce işinizin başına dönün,” demediler.
*
Alparslan Türkeş’in yanında, “iktidarı hemen sivillere vermek ayağımıza sıkmaktır” diyen en güçlü seslerden birisi de Binbaşı Orhan Erkanlı’ydı.
Tartışmalar kızışınca, “bozguncuları” ekarte etmenin yoluna bakıldı. 38 üyeli Milli Birlik Komitesi’nde “iktidarı bırakmak istemeyenler” çoğunluktaydı. Onları tasfiye etmeye karar verdiler. Liste yapıldı, tasfiye edilecekler listesi, kalanlardan fazla çıktı. Akıl versin diye İsmet İnönü’ye gittiler. İnönü kaçın kurası, onda akıl okyanus kadar, ateş çemberinden geçerek gelmiş buraya. “Deli misiniz, azınlık çoğunluğu tasfiye edemez, törpüleyin” dedi, tasfiye listesi azaltıldı, elde kaldı on dört kişi...
On dördünü de dünyanın dört bir yanına “zoraki diplomat” olarak dağıttılar.
Meksika’dan Japonya’ya kadar dağıtılmış olan 14’lerin tümü aynı siyasi fikre mensup değildi.(Sahi Ümit Özdağ Japonya’da dünyaya geldi değil mi?)
Birkaç sene sonra memlekete döndüklerinde onlardan Alpaslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Numan Esin, Ahmet Er ve Dündar Taşer CKMP’ye katıldılar, partiyi kısa sürede Osman Bölükbaşı’ndan alıp MHP’ye dönüştürdüler.
Orhan Kabibay, İrfan Solmazer ile Orhan Erkanlı 1965’te CHP’den siyasete girdiler, milletvekili oldular.
Muzaffer Karan ise TİP’e katıldı ve milletvekili seçildi.
Demek ki 14’ler de “beş benzemezdi”, onları bir araya getiren ve dünyanın çeşitli şehirlerine “zoraki diplomatlık” vazifesine gönderen ortak noktaları, hepsinin “iktidarı kısa sürede sivillere devretmek” istememeleriydi.
Bunun dışında bazıları sosyalist, bazıları nasyonalist, bazıları da sosyal demokrattı. Bazıları da ne sağcı ne solcu, futbolcuydu.
İhtilalin en güçlü sesi, “birliğin” sözcüsü, darbeden hemen sonra “Başbakan Müsteşarı” Albay Türkeş’in bulup takıma aldığı Numan Esin çakı gibi bir kurmay yüzbaşıydı, Ümit Özdağ’ın babası Muzaffer Özdağ’la birlikte ikisi de çok genç olduğu için ihtilalin “harika çocukları” diye parmakla gösteriliyorlardı. Esin, 1967 yılına kadar CKMP’de Genel Başkan Yardımcılığını yaptı. Sonra siyaseti bıraktı, ticarete atıldı, çok para kazandı, yakın bir dönemde, yaşı 90’ına aşmışken vefat etti, memleketimizde “lojistiğin öncüsü” olarak anılıyor hala.
Kazandığı parayla “Vatan” gazetesini satıl aldı. 1974 yılından 1978’e kadar gazeteyi çıkarmaya devam etti.
Sonra oturdu hatıratını yazdı. “Devrim ve Demokrasi- Bir 27 Mayısçının Anıları” adını verdiği kitabında, bir gece birkaç darbeci subayla birlikte Yassıada’ya merhum Adnan Menderes’i görmeye gittiklerini anlattı.
O seyahatten sonra Numan Esin bir itirafta bulundu.
Meğerse korktukları için Menderes’i idam etmeye karar vermişler! Eğer idam dışında bir cezayla kurtulursa Menderes, günün birinde mutlaka hapisten çıkacak, tekrar güç toplayacak, yeniden iktidara gelecek ve işte o zaman alayımızın teker teker canına okuyacaktı!
Bunu hatıratında açık seçik yazdı Numan Esin.
Geleceklerini garantiye almak için canına kıydılar Adnan Menderes’in.
*
Numan Esin’in adını çok duydum Babıali’de gazetecilik hayatım boyunca, iyi bir gazete patronu olduğunu söyler eskiler. Orhan Erkanlı’yı ise bizzat tanıdım.
Bana göre içlerinde en samimi itirafı Erkanlı yaptı. O da hatıralarını yazdı ve kitabında yaptıkları işten pişmanlık duyduğunu itiraf etti yüksek sesle, dedi ki:
“Profesörlere uyduk, halt ettik!”
Eğer o “profesörler”, o gazeteciler, o kanaat önderleri, o Kemalist çelik çekirdek, yani “sivil ayak” olmasaydı, MBK’nin “beş benzemezi” zinhar darbe falan yapamazdı; hem de başlarında kendilerinden yüksek bir rütbeli olmadan, hem de sıkı sıkıya bir zincirle birbirine bağlı olan Türk ordusunda emir komuta silsilesini takip etmeden...
Ama işte bugün biliyoruz ki, aslında 27 Mayıs’ı birkaç yüzbaşı, binbaşı ve albay yapmadı. Onlardan çok kalabalık birçok profesör, birçok gazeteci, birçok yazar, birçok işadamı yaptı; o düşük rütbeli subayları ise tetikçi olarak kullandılar.
*
“Profesörlere uyduk, halt ettik” diyen Orhan Erkanlı’yla gazeteciliğimin ilk yıllarında 1980’li yılların sonuna doğru aynı gazetede, Güneş’te birlikte çalıştık.
Sonra Asil Nadir 19 Şubat 1989’da “Güneş”i satın aldı, Genel Yayın Yönetmenliğine de Metin Münir getirildi.
Metin Münir gazeteyi tamamen değiştirdi, birçok kişinin işine son verdi, kovulanlardan birisi de Orhan Erkanlı’ydı.
Kovulma hikayesi enteresandır, yakın bir zamanda Salah Birsel’den okuduğum Sadrazam Ahmet Esat Paşa’nın kovulmasına benziyor.
Anlatmak istiyorum bu vesileyle bu tarihi hadiseyi katık ederek...
*
“Salah Bey Tarihi”nin (Sel Yayıncılık) 3. cildinden geçer olay, şöyle:
Sık sık olduğu gibi Sultan Abdülhamit’in “başvekil” değiştirmesi gelmiş. Bu sefer sıra Ahmet Esat Paşa’nın sadrazamlıktan azlinde... Ve tez elden Mabeyn Başkatibi Atıf Bey’i –ki daha sonra Karesi valisi olacaktır- Paşadan mühr-i hümayunu almaya gönderir. Fakat gelin görün ki Atıf Bey hayatı boyunca Sadrazam’ın en yakını olmuş birisidir. Padişahın buyruğu başı gözü üstüne de, bu işi nasıl yapacak? Akşam yemeğinden sonra, cesedini sürükleyerek, ayaklarına değirmen taşları bağlanmış gibi ağır ağır yürüyerek Esat Paşanın oturduğu Ihlamur’daki konağına gider. Paşa, her zamanki gibi kendisini yoklamaya geldiğini sanarak memnunluk gösterir. Laf lafı açıyor, ama Atıf Bey o saatte niçin orada bulunduğunu açıklayamıyor. Bir ara Sadrazam gerinir, tatlı bir edayla işlerin zorluğundan şikayet etmeye başlar. Yaşasın! Atıf Bey fırsat bu fırsat diyerek Ulu Hakan’ın yüce fermanını patlatır.
“İşte Şevketli Efendimiz de sizi bu zorluklardan kurtarmak için, bu ağır yükü yorgun omuzlarınızdan almak için bendenizi görevli kıldı.”
Sadrazamlar mührü hep koyunlarında taşırlarmış. Esat Paşa bozulur, ama bozuntuya vermemeye çalışarak mührü koynundan çıkarır Başkatip Atıf Bey’e teslim eder.
*
Baharın ilk günlerinde, şu anda bir internet sitesinde muhteşem kısa denemeler yazan Metin Münir, gömleğinin içinde saklı fuları, şık İngiliz kumaşı kıyafetleriyle, müthiş bir özgüvenle yeni genel yayın yönetmeni olarak girdi “Güneş”inyazı işlerine.
Bu ne ilkellik? Bu nasıl habercilik? Bu ne biçim gazete? Bu ne, bu kadar yaşlı adam? Bu ne, bu kadar işe yaramaz kadın? Nerede gençlik? Nerede çevre? Nerede insan hakları? Nerede kadınlar? Nerede kültür-sanat? Nerede özgür gazetecilik? Bildiğiniz iki şey; politika ve magazin! Olmaz böyle şey! Kahrolsun köhne Babıali gazeteciliği! Yaşasın modern gazetecilik!Haydi kalkın, ortalığı toparlayacağım biraz!
İşe hızlı başladı. Babıali’nin duayeni sayılan Deli Turan’ı (Aytul) gibi bir sürü yaşlanmış gazeteciyi emekliye sevk etti.
Özer Çiller gibi Orhan Erkanlı da gazetede “kontenjandan” yazıyordu o sırada. Özer Bey dışarıdan yazı gönderiyordu ama Orhan Erkanlı’nın odası vardı yazı işlerinin üstündeki katta. Rahmetli Altan Aşar’la odaları yan yanaydı.
Belli ki Metin Münir onu da kovmayı kafasına koymuş. Kovduklarına kara haberi vermeye Altan Aşar’ı memur etmiş. Dünyanın en zor görevi her halde, tıpkı Mabeyn Başkatibi Atıf Bey’in işi kadar zor bir iş.
O gün gelen kovulacaklar listesinde 27 Mayıs’ın şanlı darbecilerinden birisi olan Orhan Erkanlı da var ama ona haberi vermek cesaret ister! Zira hala darbeci havası var rahmetlinin üzerinde.
Altan Aşar muzip, şakacı bir abimizdi, Allah rahmet eylesin. Bu kötü haberi verse verse, pantolonun içinde en az bir darbecininki kadar birkaç okka testis gezdiren rahmetli Halit Çapın abimiz verebilir. Altan Abi durumu Halit Abi’ye bildirir, Halit Abi “hay hay” der, kalkar gider Orhan Erkanlı’nın odasına ve yekten:
“Komutanım terhis oldun,” der.
Yılların deneyimli darbecisi “terhisin” anlamına bilmez mi? Hiçbir şey sormaz, masasını toplamaya başlar.
İşin ilginç yanı, o sırada Halit Çapın da kovulmuştur ve hiç kimse Halit Abi’ye “terhis” haberini veremez.
*
O gün Orhan Erkanlı, 27 Mayıs’ın darbeci askerlerinden birisi olduğu için kovulmadı şüphesiz o gazeteden. Kimsenin okumadığı kötü yazılar yazdığı, sadece “kontenjandan” orada bir oda ve bir köşe işgal ettiği için kovuldu.
İyi bir askerden iyi bir yazar nadiren çıkar.
Ama bir sürü yazar, çok kolaylıkla asker kılığına bürünebilir.
Tıpkı 27 Mayıs’ta o “beş benzemez” düşük rütbeli leşkere darbe yaptıran çoğunluğu yazarlardan müteşekkil güruhun her zaman yaptığı gibi.