Pencereden atlamak!
Son günlerde Orlando Figes’in “Nataşa’nın Dansı-Rusya’nın Kültürel Tarihi” (YKY) adlı tuğla kalınlığındaki kitabını okuyorum. Tam bir şölen… Oku oku bitmiyor. 1703 yılında Petro’nun Petersburg şehrini kurma hikayesiyle başlıyor kitap ve uçsuz bucaksız bir ummana daldırıyor insanı. Yukarımızda bir yerde, devasa bir coğrafyaya yayılmış olan o devasa ülkenin üç yüz yıllık tarihini kültür, sanat, edebiyat, şiir, müzik, resim üzerinden okuyoruz büyük bir hazla.
Hepimizin bir şekilde hayatına değen, bizi kendisine hayran bırakan, kimimize okumanın, kimimize ise yazmanın yolunu açan; siyasi fikirleri nedeniyle “resmi Rusya”dan, eğitimleri nedeniyle de “köylü Rusya”dan dışlanan Rus sanatçıların, edebiyat ve sanat aracılığıyla nasıl bir “milli şuur” yaratıklarını görüyor, Karmazin, Glinka, Çehov, Repin, Çaykovski, Rimski-Korsakov, Diyaligev, Stravinski, Prokovyev, Şostakoviç, Chagall, Kandiski, Mandelsam, Ahmatova, Nabokov, Pasternak, Meyerhold, Eisenstein, Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin, Gogol ve Turgenyev’in olağanüstü çabalarla yarattığı o büyük “entelektüel patlamanın” yol açtığı Bolşevik İhtilali’nden bir süre sonra, o birikimin nasıl yerle yeksan olduğuna şahit oluyor, Rusya adına üzülüyor ama “insanlık” adına da seviniyoruz.
Bolşevik İhtilali o büyük entelektüel birikimi bir anda mujiklere çiğneterek tarumar etti ama o birikimin mirası bugün dünya sanat-edebiyat hazinesinin pırıltılı bir koleksiyonu olmaya devam ediyor bütün görkemiyle.
*
Aslında birkaç yıldan beri Rusya üzerine bir yığın şey okumama Şevket Süreyya’nın “Suyu Arayan Adam” kitabı vesile oldu. Arkadaşı Nazım Hikmet’le, uçsuz bucaksız Rusya steplerinde “suyu” ararken karşılaştığı “Rus ruhu” kavramını etraflıca deşiyor yazar kitabının uzunca bir bölümünde. Daha sonra Svetlena Aleksiyeviç’in yazdıklarını okudum. Nobelli yazarın, “Komünist bir ülkede yaşamadan komünist olmak çok kolaydır,”sözü üzerine düşünürken Murat Belge’nin daha çok Rus edebiyatı ile edebiyatımızın karşılaştırılması üzerine kurulu “Step ve Bozkır”ı geldi, iştahla onu okudum hepsinin üzerine.
*
Ne yazarsa yazsın siyaset olsun, yemek olsun, gezi olsun, deneme olsun, kültür tarihi olsun yazdığı her şeyi okumakla kendimi “mükellef” saydığım birkaç yazardan biri olan Murat Belge bu kitabında, siyasi, edebi, kültürel meselelerde yüz elli yıl geriden takip ettiğimiz Rusya’nın edebiyatı ile Türkiye edebiyatında “Doğu-Batı” meselesini irdeliyor ve nihayetinde geldiği yerde; “Rus edebiyatının büyük yazarlarını bugün Gothe’nin “dünya edebiyatı” kategorisine sokan şey, sanatlarında tarafgirliğin girdabına saplanmadan meseleyi olduğu gibi bize aktarmalarıdır” demeye getiriyor. Ne Tolstoy ne Dostoyevski ne da onların ayarında başka bir Rus yazarı, kahramanlarını kendi siyasi fikirlerine yakın veya uzak diye tasnif etmez, onlardan birisine zinhar “iltimas” geçmez. Mesela koyu bir dindar olan Dostoyevski, kendisi gibi dindar olan bir kahramanına “torpil” yapmadığı gibi, aynı şekilde tanrıtanımaz bir başka kahramanını da “yerin dibine” batırmaz. İkisine de “eşit mesafede” yaklaşır. Mesele inançta, ideolojide değil insanda yatar çünkü.
Ama bizde bir parça Kemal Tahir hariç, “toplumcu gerçekçi” hamamda bir tas su dökünmüş yazarların alayı, edebiyatı kendi siyasi fikirlerini “geniş kitlelere” ulaştıran bir araç olarak gördüler. Elbette yazarın bir fikri olacak, elbette bir tarafta yer alacak yazar, ama “angaje olmak” farklı, “ideolojik davranmak” farklıdır. Ne yazık ki bizim edebiyatımızın tarihi, daha çok bir “ideolojiyi” empoze etmenin tarihidir. Kemalist’i de sosyalisti de muhafazakarı da İslamcısı da edebiyata kendi ideolojinin penceresinden baktı… Bu böyle olduğu için de güçlü bir “edebi kanon” Rusya’da olduğu gibi oluşmadı bizde. (Vaktiyle Fethi Naci, “Bizde ne kadar futbol varsa o kadar roman vardır” demişti. Şimdilerde Allah Orhan Pamuk’tan razı olsun! Hasan Ali Toptaş’tan da Hakan Günday’dan da!) Şevket Süreyya’nın bahsettiği “Rus ruhuna”benzer bir “Türkiye ruhu” bütün veçheleriyle edebiyatımıza yansımadı. Varsa yoksa kaba bir köycülük, bir hamaset veya mağduriyet edebiyatı… (Yaşasın öğretmen, kahrolsun imam!) Ne Kürtler girdi romana ne Ermenilerin karşılaştığı facia ne de solcu örgütlerin korkunç iç infazları… (Aliza Markus’un “Kan ve İnanç” kitabındaki verilere göre PKK, 90’lı yılların başında mekteplerini bırakıp kendisine katılan iki bini aşkın gencecik insanı “ajan” diye kurşuna dizdi.) Oğuz Atay sürüden ayrılmaya çalıştı, “Tutunamayanlar”ı birileri okusun diye bir yarışmaya soktu, jüri üyelerinden birisi okusun diye torpil arayışına bile girişti, kitabı hasbelkader çıktı, ama hemen üstüne çullandılar; Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkışmıştı, kitleleri yılgınlığa sevk ediyor, bunalım edebiyatı yapıyor diye ateşe atmaya kalktılar onu, yok saydılar, beyninde ur çıktı, erkenden öldü adamcağız. Kendisinden önce gelen, hayranlık beslediği, bu ideolojik bariyeri atlamaya kalkışmış olan bir başka “kelaynak” Ahmet Hamdi Tanpınar ise zaten çoktan “sükut suikastına” uğramıştı bile. Yusuf Atılgan denilen biri zaten yoktu, “Aylak Adam” zararlıydı, adamı “devrimden soğutuyor”du çünkü.
*
Murat Belge, sözünü ettiğim kitabında meselenin “malzeme eksikliği” olmadığını göstermek için iki yakın arkadaşın, iki yoldaşın Rasih Güran ile Şerif Hulusi’nin trajik hikayesini anlatır. O hikayeyi okuyunca defterime not etmiş, bir yazıya konu olsun diye bekletmiştim.
Nihayet geçen senenin Mayıs ayında bu hikayeden yola çıkarak “Yalanla Yaşamak” diye bir yazı yazdım Habertürk’te. Tekrar hatırlatmak babında hikaye kısaca şöyle:
Stalin’in ölümünden sonra yerine geçen Kruşçev, Komünist Partinin 20. Kongresinde bütün dünya komünistlerini hayretler içinde bırakan, onları bunalıma, hatta intihara sürükleyen şu cümleyi kurdu büyük bir cesaretle:
“Ulu önder Stalin aslında bir caniydi.”
Bütün dünyada olduğu gibi bizde de komünistler sarsıldı bu söz üzerine ama en çok iki sıkı yoldaş, Rasih Güran (Faulkner’ı ilk Türkçeye çeviren kişi) ile Şerif Hulusi (Balzac’ı ilk Türkçeye çeviren kişi) sarsıldılar. Şerif Hulusi, “cani de olsa bizim canimizdir” dedi, sineye çekti olan biteni ama Rasih Güran, “Ya önceden bize söylenen her şey yalandı, ya da şimdi bize söylenen her şey yalan,” diyerek meselenin peşine düştü. Özellikle Troçki meselesinden yola çıkarak okuduklarından Stalin’in sahiden “cani” olduğunu gördü, yetinmedi bunları yüksek sesle dillendirdi. Tabii ki aforoz edildi, dayak yedi, yalnızlaştırıldı. O da kendini, “sol resmi tarihini çöpe atan” önemli kitapları Türkçeye çevirme işine verdi.
Arkadaşı Şerif Hulusi’yle yıllar yılı küs kaldı. Sonra Şerif Hulusi’nin kansere yakalanıp bir hastanede yattığını öğrendi. Kimsenin ziyaret etmediği eski yoldaşını ziyaret etti, günlerce hastaneye gidip geldi, hasta odasında baş başa kaldılar ama “o meseleden” hiç bahsetmediler. Şerif Hulusi son nefesini verdiğinde eli, eski yoldaşı Rasih Güran’ın elinin içindeydi.
Sonra Rasih Güran da hastalandı. Yaşasın, kanserdi! Hastaneye koştu, ama kanser değildi. Oysa o bir an önce ölmek istiyordu, ağır bir bunalımdaydı. Karar verdi, yattığı hastanenin açık duran penceresinden kendini boşluğa bıraktı.
Cesedini kaldırımda buldular.
*
Bize bu hikayeyi anlatan Murat Belge kitabında bu tür hikayelerin edebiyatımıza konu olmamasından yakınır. Ona göre bu hikayede, Dostoyevski’nin yazdıklarının ayarında iyi bir roman için her şey vardı.
Dram vardı, entelektüel sarsıntılar vardı, insan ilişkilerindeki tuhaf yumaklar vardı, düğümler vardı. Her şey vardı bu hikayede… Büyük hayal kırıklıkları, parçalanan direnç, kaybolan inanç, berhava olan umutlar…
Yani un vardı, yağ vardı, şeker vardı; sadece helvayı yapacak birileri yoktu ortalıkta!
*
Rasih Güran büyük bir mütercimdi. “Çeviri, tül bir perdenin gerisinde duran sevgiliyi öpmeye benzer” demişti birileri, bu söz doğruysa eğer, Rasih Güran bu perdeyi yırtıp atmıştı. O yüzden, neredeyse bütün tercümelerini okudum, insan sadece yazarlara hayran olmaz ya, ona olan hayranlığım da o yüzdendi zaten.
*
Bugünlerde “Artı Gerçek” adlı bir internet sitesinde Ozan Hazar imzasıyla çıkmış “Unutulmuş Bir İyi İnsan: Rasih Güran” yazısına rastlayınca, aynı ilgiyle okumaya başladım. Yazının bir yerinde benim Habetrürk’te çıkan “Yalanla Yaşamak” yazımdan da bahsediyor muharrir. Meğerse uzun bir süreden beri Rasih Güran’ın portresini yazmak istiyormuş yazar, o sırada yayınlanan yazım planını hayata geçirmesini “zorunlu kılmış”, gerisi şöyle:
“Muhsin Kızılkaya, Rasih Güran’ı hayatı boyunca bir yalanın peşinden gitmiş, adeta yalana kurban gitmiş biri olarak portre ediyordu. Güran’ın yaşam öyküsü, sosyalizm tarihindeki yanlışları sosyalizme kara çalmanın aracı haline getiren, geçimini ve varlığını ancak böyle idame ettirebilen soldan devşirme anti-komünistlerin elinde on yıllardır bayatlayan bir mekanizmaya alet ediliyordu. Yanlış anlatılmanın, unutulmaktan daha ağır bir haksızlık olduğunu da böylece görmüş oldum.”
Birincisi ben yazımda Rasih Güran’ın hayatını değil, hayatından Murat Belge’nin bahsettiği hikayeyi anlattım. İkincisi “Sosyalizm vardı da ben mi kara çalıyorum” diye sormuyorum bu arkadaşa, “soldan devşirme anti-komünist” suçlamasına da bir şey demiyorum, olmayan komünizme karşı olmak abesle iştigaldir zaten, ancak bu arkadaş sanırım benim yazımı okuduktan sonra Rasih Güran’ın farkına varmış, “araştırmaya” da öyle başlamış olmalı, yoksa insan 19 ayda yaza yaza 23 bin vuruşluk bir yazı yazmaz! Neyse, yazının gerisiyle ilgili hiçbir şey söylemiyorum ama Ozan Bey’e içten bir teşekkürü bir borç bilirim bu yazı vesilesiyle. Çünkü yazımda Murat Belge’yi referans aldığımı görünce o da Murat Belge’ye koşmuş belli ve Murat Belge, önceki yazımı destekleyen, hazine değerinde bir başka bilgi vermiş kendisine.
Yazısından aktarıyorum:
“Rasih Güran için intihar saplantısıyla kanser evhamlarının içi içe geçtiği 12 Mart günlerinde, pek çok genç devrimcinin ölüm haberi de birbiri ardına gelmektedir. Bu gençlerden biri de yakın dostları Adnan ve Nazife Cemgil çiftinin oğulları Sinan Cemgil’dir. Murat Belge, Tuba Çandar’la nehir söyleşisinde Sinan Cemgil’in ölümünün Güran’da yarattığı etkiyi şöyle anlatıyor:
‘Rasih Bey Sinan’ın öldürülmesinden sonra toparlayamadı kendini. Bir tür vicdan azabına dönüştürdü solculuk hayatında yapamadıklarını ve ‘bu çocuklar bizim yüzümüzden öldüler’ psikolojisine girdi. Kendini çekti her şeyden. O eski pırıltısından da eser kalmadı.’”
Murat Belge’nin anlattığı bu hadiseyi başkaları, Rasih Güran’ın Sinan Cemgil’in öldürülmesi karşısında duyduğu üzüntünün kendisini intihara sürüklediğine yormuştu, ben de o yazıyı yazarken bunları okumuştum bir yerlerde ancak Belge’nin anlatısındaki, “bu çocuklar bizim yüzümüzden öldüler psikolojisine girdi” sözüyle karşılaşmamıştım, bu benim için yeni bir bilgi oldu, irkildim.
*
Hakikaten Rasih Güran sırf bunun için de intihar etmiş olabilir. Kendisinin de içinde bulunduğu bir güruh, büyük bir yalanı büyük bir kitleye yutturmuşlar yıllar yılı, sizi kurtaracağız demişler, “akın var güneşe akın/ güneşi zapt edeceğiz/ güneşin zaptı yakın” demişler, yetmemiş bugün değilse yarın “motorları maviliklere süreceğiz” demişler, bir sürü insana umut vermişler, marşlar bestelemişler, şiirler yazmışlar, “ölenler dövüşerek öldüler/güneşe gömüldüler/ vaktimiz yok onların matemini tutmaya” deyip kolayca işin içinden sıyrılmışlar; kanı kaynayan Sinan Cemgil gibi “sert romantik” çocuklar da “onlara kanarak” Nurhak Dağlarına nohut, mercimek stoklayarak devrim yapacaklarını sanmış; “Beynelmilel” filminde geçen bir replikten mülhem, on sene önce “Cemal Gürsel’in devrim yaptığını” hiç akıllarına getirmeden!
*
Rasih Gürhan “biz bu çocukları kandırdık” deyip meselede kendi “dahlini” görerek canına kıymış, keşke yapmasaydı çünkü hepimize faydası vardı. Ama yıllar yılı o çocukları dağlara gönderenler, ellerine birer altı patlar verip sokaklara salanlar, muhayyel bir “devrim” için daha “bıyıkları terlememiş”, eli bir sevgilinin eline değmemiş on binlerce genci ölüme gönderenler ise, hala bugün bile sol yumruklarını havaya aldırıp o tabutlarının arkasından, pişkin pişkin “yiğidim aslanım burda yatıyor” türküsünü söylüyorlar kalın, tok sesleriyle. Ölen öldüğüyle kaldı, tabutlarının arkasından söyledikleri o türkünün güftesine, bestesine katkısı olanların birçoğu ise, bugün 70’ni çoktan aşmış zengin birer ihtiyar olarak, yazlık beldelerdeki milyonluk villalarında oturuyor, “yiğidim aslanım” da yirmisine varmadan kara toprağın altında... Rasih Güran’ın yaptığını kimse beklemiyor onlardan, bugüne kadar ölen binlerce gencin annesinden babasından özür dilemeyi de… Bari sussalar, ölüme gönderdikleri gençlere yasakladıkları aşk gibi kalın, tok sesleriyle söyledikleri o türküyü yasaklasalar kendilerine yeter!
*
Rasih Güran, o hastanenin penceresinden kendini büyülü boşluğa bıraktığında, o külçe kadar ağır yükün bir paraşüte dönüşmeyeceğini biliyordu. Belki de sert betona değerken hissettiği acı, o zamana kadar vicdanında hissettiği acıdan çok daha hafifti. Bu böyle olmasaydı, o pencereden atlamazdı zaten.