Aziz, Nesin?
Türk edebiyatının en çok eser vermiş yazarlarından birisi olan Salah Birsel büyük bir deneme ustasıdır. Edebiyatın diğer alanlarına da el atmış ama o harbi bir denemecidir, ona göre “Deneme, yazının tadı çıkartılarak yazılan tek türdür,” o da dili eğip bükerek, yer yer suyunu çıkararak, kelimelere yeni don biçerek, boylarını kısaltıp uzatarak yazdıkça yazmış.
Her denemeyi yazıp bitirdiğinde kendine bir gün izin vermiş. O gün yapacağı şey bellidir, kıyamet kopsa izin gününde karısı Jale Hanım’la İstanbul’da dolaşmaya çıkarlar. Uzak semtlere giderler, vapura binerler. Bu geziler sırasında gördükleri güzel yalıları satın almak en büyük zevkleridir. Bu oyun sırasında çok bonkör davranırlar, büyük, çok büyük paralar öderler o yalılara. Böyle böyle yüzlerce yalı sahibi olurlar. İstanbul Boğazı’ndaki yalıların büyük bir kısmını mülklerine katıp bir yalı imparatorluğunu kurduktan sonra, kös kös Bostancı’da bir apartman dairesinde bulunan kitaplarla dolu basit evlerine dönerler.
*
Üst üste koysan boyunu geçecek kadar (“Hayatım süresince boyum kadar kitap yazdım ama beni sevmeyenler buna da mazeret bulup -onun zaten boyu kısaydı- diyebilirler”) kitap yazmış Aziz Nesin ise (sayabildiğim kadarıyla 135 kitapla sanırım basılı eser rekoru ondadır) hiç izin yapmaz.
Bu yüzden hasta olunca sırtüstü uzanıp yatabilen insanlara imrenir. Yaşadığı sürece tek bir gün dahi olsa “hasta olma” hakkını kullanmadığını söyler anılarında.
Nasılsa günün birinde dinlenecek ama o gün geldiğinde, ne yazık ki dinlenmekte olduğunu bilmeyecek!
Asıl işi yazı yazmaktır ama yazı tek başına karın doyurmuyor bu memlekette; bu yüzden ayakkabı satıcılığı, çobanlık, askerlik, muhasebecilik, ressamlık, gazete satıcılığı, kitapçılık, özel öğretmenlik, fotoğrafçılık, gazetecilik, bakkallık, kundura boyacılığı, berberlik ve daha bir yığın işte çalışmış. Buralarda tanıdığı insanları, yaşadığı durumları da yazmış. Yani aslında bütün bu işlerden geçimini sağlarken, geçimini sağlamanın yolları üzerine yazarak da yazarlığa yatırım yapmış.
*
“Aziz”, Mehmet Nusret’in yazı yazarken kullandığı müstear adıdır.
Hayatına baktığınız zaman, çocukluğundan beri yaşadığı her şey trajiktir Aziz Nesin’in.Tam anlamıyla bir “acıların çocuğu”dur. Çok erken yaşlarda annesini kaybetmiş, çok yoksulluk çekmiş, çok hastalık görmüş, çok ölüm görmüş; başkası olsa bunca yaşanmışlıklar altında ezilip geride hoş bir sada bile bırakamadan çekip gidecekken o bu koşullardan dünya çapında bir mizah edebiyatı yarattı. Ona göre acılar ağlatmaz, güldürür.
Aziz Nesin, Abdülaziz olan babasının adını soyadı yapmadı, onun adını kendine aldı. Herkesin, “Aslan, Kaplan, Deniz, Dağ, Asil, Hakan, Yüksek, Mert, Cömert” gibi sıfatları bol keseden kendine soyadı yaptığı bir dönemde, “Aziz, sen nesin?” sorusunu sordu kendine ve bu “Nesin?” sorusunda karar kıldı.
Babası Abdülaziz Efendi, Sultan Abdülhamit’in büyük hayranıydı.
Çocukluğunda ilk hatırladığı baba yokluğudur. Baba Kurtuluş Savaşına katılmak için Anadolu’dadır, hatıralarında şöyle anlatır onun serencamın:
“Çoluğunu yüzüstü bırakıp Kurtuluş Savaşı’na gönüllü katılmış olan babamın Gazi’ye neden düşman olduğunu o zamanlar anlayamazdım. Bunun nedenini, sonraları düşünerek buldum. Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı başlamadan önce halka bildirisinde ‘Makam-ı Hilâfeti düşman işgalinden tahlis’ amacı güttüğünü söylemişti. Babam gibi pek çokları da hilafeti, halifeyi kurtarmak için savaşa katılmışlardı. Savaştan sonra, kurtarmak istedikleri tümüyle ülkeden kovulunca, aldatıldıkları kanısına varmışlardı”.
Aziz Nesin ise bir define arayıcısı olan babasının tersine hep Mustafa Kemal’e sadık kaldı ama hayatı boyunca Kemalistlerin ona yaşattıklarını unutmayarak Kemalizm’e muhalefet yaptı. Atatürkçülükten neşet beyhude bir sosyalizmin peşinde koştu durdu.
İsmet İnönü’nün Anıtkabir’in yapımını geciktirmesi üzerine 1946 yılında “Ses” dergisinde “Halk, Hacettepe’de Kâbesinin Kurulmasını Bekliyor” başlıklı bir yazı yazdı ve İsmet Paşa’ya fena giydirdi.
İsmet Paşa da onu bulduğu her fırsatta içeri tıktı.
*
Oğlunun imam olmasını isteyen babası, “Mehmet Nusret”i işinin ehli, Ali Galip Hoca’ya teslim etti:
“Galip Amcam bir roman: Arapça, Farsça, Fransızca ve yüksek matematik bilen, şiirler yazan bir Rufai ve Kadiri dervişi. Hem hattattı hem de beste yapardı hem de marş bile bestelerdi. Beni Galip Amcam okuttu. İlkin ondan okuma yazma öğrendim, sonra Arapçaya başladık; Emsile, Bina, Maksut… Sekiz yaşımda hafız oldum.
Cübbe giydirdiler. Başıma sarık sardılar. Kasımpaşa’da Uzunyol’un yanındaki Büyük Cami’de öğle namazlarından sonra Kur’an okurdum, beni dinleyenler ağlarlar, tecvit bilmeme de şaşarlardı”.
Hafızlık iki kez çok işine yaradı. Birincisi, Atatürk bütün cami imamlarının sınavdan geçmesi buyruğunu verince, civardaki cami imamlarına haftada elli kuruşa Tecvit ve Arapça derslerini verirken, ikincisi de Bursa’da sürgündeyken…
Sürgünde açtır, tanıdık herkes ondan fellik fellik kaçıyor, bir iş arar yok, bir özel ders vereyim diyor, bir dükkanın camekanına kağıt yapıştırıyor, birisi geliyor, “eski yazı biliyorsan Kuran da biliyorsundur, oğluma Kuran dersleri verir misin” diyor, hay hay, kısa sürede birkaç öğrencisi oluyor, çünkü gelen öğrencilere kısa sürede hızlıca Kuran okumayı öğretiyor, tam cebine birkaç kuruş girmişken öğrenciler gelmez oluyor, çünkü haber kısa sürede yayılıyor; Kuran dersi veren hoca bir komünisttir!
*
1940’ların ilk yarısında, teğmen rütbesindeyken askerliği bırakıp Babıali’ye girdi.
Zekerya Sertel hatıratında onun gelişini şöyle anlatır:
“Aziz Nesin, Babıali’ye savaşın son yıllarında gelmişti. Odama kısa boylu, iddiasız, 30 yaşlarında bir genç girdi ve kendisini Aziz Nesin diye tanıttı. Onu ilk kez görüyordum. Zaten Babıali’de tanınmış değildi. Aziz Nesin gösterişi sevmez, sokulganlık göstermezdi. Matbaaya bir gölge gibi gelip giderdi. Onun varlığından benden başka kimse haberli değildi”.
“40’ların cadı kazanı” kaynarken o mimli bir komünisttir. Arkadaşı Sabahattin Ali’yle birlikte “Markopaşa” adında bir dergi çıkarır. Dergi büyük satış rakamlarına ulaşır, İnönü iktidarı onu kapatır, bu kez dergi “Merhumpaşa” adıyla çıkar, onu da kapatırlar “Malumpaşa” olur, onu da kapatırlar “Yedi-Sekiz Hasanpaşa” adını alır, onu da kapatırlar “Hür Markopaşa” adıyla çıkar, onu da kapatırlar “Bizimpaşa” olur, onu da kapatırlar “Ali Baba ve Kırk Haramiler” adını alır.
Devleti yönetenler inatçı, Aziz Nesin’deki inat ise keçi inadıdır…
*
1946’da çok partili hayata geçiş sürecinde birçok Türk solcusu, tek parti diktatörlüğünden kurtulmak için Demokrat Parti’ye destek verir. Mehmet Ali Aybar ve arkadaşlarının çıkardığı “Zincirli Hürriyet” adlı derginin yazarları arasında Celal Bayar ve Adnan Menderes’in adı da ilan edilir, dergi çıkar, CHP’ye bağlı “faşist bir güruh”, daha önce nasıl Tan Gazetesini ve başka matbaaları bastıysa bu dergiyi de basar, 5 Şubat 1948 tarihli sayısına Aziz Nesin Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nden mülhem “Ey Türk Faşisti” başlıklı şu yazıyı yazar:
“Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli, gazeteleri çamurlara serip üzerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir.
Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.
Meydanlarda kitaplarını yaktığın namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilir. Emniyet müdürlüğünüzde dövülebilir. Demir Ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zapt edilmiş, matbaaları yıkılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş, çoluk çocuğu dağıtılmış, haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere Amerika’dan borç dahi alınabilir. Hatta bu borç alınan paralar ziyafetlerde yenilebilir.
Ey faşist yumurcaklar!
İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları kâfi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta, Halk Partisi'nin ambarlarında mevcuttur.”
*
Aziz Nesin, 28 Aralık 1948’de de on sene önce içeri atılmış olan ve artık herkesin “içerde unuttuğu” Nazım Hikmet’in “Bu Memleket Bizim” şiirini çıkardığı bir dergide yayınlar. Böylece çifte suç işler. Devlete göre Nazım’ın şiirini yayınladığı için suçludur, solcu arkadaşlarına göre de o bir polis olduğu için o şiiri yayınlamıştır. İşin ilginç yanı onun polis olduğuna Nazım Hikmet de inanır.
Bu hadiseyle ilgili “Poliste” adlı kitabında şunları söyler:
“1950 yılı bir yaz ayı... Nazım Hikmet, Cerrahpaşa Hastahanesin’de yatıyor, açlık grevinden yeni çıkmış, çok bitkin… Ziyaretine gitmiştim. Odada yalnızdık. O sıralarda, benim polis ya da polis ajanı olduğum üzerine yaygın dedikodular vardı. Bu dedikoduları ya polis ya da çekememezlik, kıskançlık, gereksiz kuşku gibi duygular yüzünden, arkadaşlarım olmaları gerekenler çıkarıyordu.
Nazım Hikmet’in hiçbir yerde şiirlerinin yayınlanamadığı günlerde, çıkardığım dergide ‘Bu Memleket Bizim’ şiirini yayınlamıştım. Cezaevine sokuluşundan beri Nazım’ın şiiri ilk yayınlanıyordu. Bu davranışım da polisliğime yorulmuş, Nazım da buna katılmıştı.
Nazım Hikmet’i hastanede ziyarete gittiğim gün, iki yıl önce geçmiş bu olayı çoktan unutmuştum. Nazım, kendiliğinden açtı. Belli ki, bu söylentilere inanmış olmaktan üzüntülüyü.
‘Niçin böyle şeylere aldırıyorsun? dedi, boş ver, senin için çıkarılan dedikodular hiç olmazsa memleket içinde kalıyor. Bir zamanlar benim için yazılı raporlar gönderdiler dünyanın her yerine...”
Onlara göre o korkunç baskı döneminde ancak bir “ajan”, bir “polis” Nazım Hikmet’in bir şiirini yayınlamaya cüret edebilirdi!
*
Aziz Nesin’e göre öyle bir an geliyor ki, artık mizah da kifayetsiz kalıyor, o da mizahın da “bağışıklık yaptığını” görünce “Nereye Gidiyoruz” başlıklı ciddi bir broşür yazıp yayınlar. Bu bardağı taşıran son damladır, içeri atarlar, ardından da Bursa’ya sürgüne gönderirler.
Hapishanedeyken, içerdeki solcular onu “tecrit” eder, “polis” diye yemek vermezler, günlerce içerde aç yatar. 1970’li yıllarda da yazdığı “Büyük Grev” hikayesi başına bela olur, bu sefer de yine solcular, “grev kırıcılığı yapıyor” diye “devrimci arkadaşların” çıkardığı Politika Gazetesi aracılığıyla “Aziz Nesin, Sen Nesin?” (Can Yücel de bununla ilgili olarak “sen” (saint) “aziz” in Fransızcasıdır” diyerekten ona arka çıkmıştı) kampanyasını açar ve ele güne onun polis olduğunu ilan ederler. Sadece Politika gazetesinde hakkında tam 14 yazı çıkar ne hainliği kalır ne de ajanlığı, hatta hatta homoseksüel olduğunu bile söylerler.
Bu konuda daha 1946 yılında şu saptamayı yapmıştı Aziz Nesin:
“İttihat ve Terakki Fırkasının, bu memlekete bıraktığı kötü bir mirası var: Kendi safında olmayan, kendisi gibi düşünmeyenlere vatan haini damgasını vurmak…”
*
Hapishane ve Bursa sürgünlüğünden sonra kimse iş vermez.
Ezeli düşmanı İnönü gitmiş yerine Menderes gelmiş ama yine de sırtındaki “komünist” damgası orada nal gibi duruyor.
“Akbaba”nın sahibi Yusuf Ziya Ortaç bütün cesaretini toplar onu işe alır ancak o da İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ve Başvekil Adnan Menderes’ten izin alarak yapar bu işi. Yusuf Ziya Bey “Bizim Yokuş” adlı hatıratında hadiseyi şöyle anlatır:
“Son derece sevinerek karşıladım kendisini. Yavaş yavaş, ilişti koltuğa oturdu. Çayları yeniledik. Her biten sigaradan yenisini yakıyordu. Sordum, “yazılarına imzanı koyalım mı” diye, ‘Koymayalım imza, koymayalım!’ dedi.
İlk işim İstanbul Valisi’ne telefon etmek oldu:‘Aziz Nesin’i Akbaba kadrosuna aldık... Sayın Valimizin bilmesini isterim’. Vali, ‘Çok memnun oldum, dedi. Yalnız hükümete de haber ver’ .Başbakan Adnan Menderes’i aradım, pek keyiflendi bu haberden: ‘Onun Akbaba’da imzasını görmek bizi sevindirir, dedi”.
*
Çok geçmeden 6-7 Eylül 1955 günü İstanbul’da bulunan Rumlara karşı büyük bir saldırı başlar. Bilinçli bir tertip olduğuna bugün herkesin hemfikir olduğu o korkunç olayın olduğu günün ilk saatlerinde polis herkesten önce Aziz Nesin’i alıp götürür. Haberi olmadığı bir olaydan onu sorumlu tutarlar. Bu arada tel örgülerin arkasından çocukları Ali ile Ahmet’in annesi Meral Hanım’la nişanlanır.
Bir sene sonra 1956 yılında İtalya’da yapılan Dünya Mizah Hikayeleri yarışmasında birinci gelir, Altın Palmiye ile ödüllendirilir.
Ödülünü gururla evinde sergiler.
*
Dört sene sonra 1960 yılında askerler darbe yapar. Tek Parti döneminde neler çektiyse Demokrat Parti döneminde de benzer bir baskı görmüş olan Aziz Nesin birçok solcu aydın gibi 27 Mayıs darbesini bir “devrim” olarak görür ve coşkuyla karşılar. Sevinci o kadar büyüktür ki, Altın Palmiye ödülünü evinden alır, götürüp hazineye yardım olsun diye darbecilere verir.
Kısa bir süre sonra darbecilerden birisi onu makamına çağırır, yazılarından rahatsızdırlar. Evini tekrar polis basar. Gerisini şöyle anlatır “Suçlanan ve Aklanan Yazılar” kitabında:
“Saat 20.00 de bir polis arabasına bindirilip Harbiye’ye Sıkıyönetim Komutanlığı’na götürüldüm. İvedilikle işlemleri yapıp bir dar hücreye attılar. Ne şaşılası bir durumdur ki, devrik DP iktidarı da kendilerinin kışkırttığı 6-7 Eylül 1955 faciasının sanığı olarak beni yine bu cezaevinde bir hücrede dörtbuçuk ay tutmuşlardı. O zamanki hücreyle bu kez kapatıldığım hücrenin ayrımı şuydu: Eski dar hücrede beton olan yere oturulabilirdi, bu hücrede oturma olanağı yoktu, çünkü alttan lağım borusu geçiyor ve boru da patlamıştı. Bu nedenle bütün geceyi ayakta dikilerek geçirmek zorunda kalmıştım.
Ertesi günün sabahı İhsan Ada'yla bir cipe bindirilerek Balmumcu askeri cezaevine götürüldük.
(…)
Elli gün tutuklu kaldık. DP iktidarı döneminin milletvekilleriyle, valileriyle, genel müdürleriyle ve daha başka ileri gelenleriyle koğuş arkadaşlığı yaptık. Elli gün sonra, yargılanmamız tutuksuz sürmek üzere tahliye olunduk.”
Darbeciler, bağışladığı Altın Palmiye’ye böyle teşekkür ettiler.
*
Türk edebiyatında, siyasi tarihi içinde hep muzip bir çocuk olarak kaldı Aziz Nesin. Hapse girerken de, 12 Eylül’den sonra Kenan Evren’in gözüne “Aydınlar Dilekçesi”ni sokarken de, Müslüman mahallesinde salyangoz satarken de, ateistliğini ilan ederken de, “aptallığımıza dair” o büyük lafı söylerken de, “Sivas yangınından” kurtulurken de…
Çocukluğunda babasının kendisine üç defa dondurma almış olmasını hayatı boyunca unutmaz. Aslında o hiç çocuk olmamıştır.
“Çocukluğumu hiç yaşamadım. Çember çevirmedim, zıpzıp, bilya alamadım elime. Uçurtma uçurmadım. El bende, sobe, körebe, birdirbir, uzuneşek, kovalamaca oynamadım. Hiç, hiçbi şey… Çocuk olmuş tek bir günüm yok yaşamımda…”
Bu yüzden bir vakıf kurdu ve kitapları var oldukça onların gelirlerini kimsesiz çocuklara bağışladı.
Yazı hayatı boyunca hiç izin yapmadığı için de Salah Birsel gibi bir sürü yalı sahibi olmadan göçüp gitti bu dünyadan.
“Sondan bir önceki hiçbir görevini yapmayanların, ‘son görevimizi yapıyoruz’ deme ikiyüzlülüğünden tiksiniyorum” dedi; bu yüzden cenaze töreni istemedi, vasiyeti gereği Vakfın bahçesinde bir yere gömüldü. Başucunda bir mezar taşı yok, çocuklar sabahtan akşama kadar “el bende, sobe, körebe, birdirbir, uzuneşek, kovalamaca oynuyorlar” üzerinde şimdi.