Cemil Meriç'in bir günü!
Cemil Meriç’in “Jurnal-2” de, 17 Ocak 1982 Pazar günü “Aşina Olmak İstediğim Çevre” başlığıyla yazdıklarını her okuduğumda hüzün kaplar içimi; memleket münevverinin içinde bulunduğu hal üzerine uzun uzun düşünür, her defasında kederlenirim. Üç sayfalık yazıyı şu ana kadar kaç kez okumuşum, hatırlamıyorum bile.
Bir gününü anlatır alim o yazıda; ama aslında, saçma sapan ideolojik fikir ayrılıkları yüzünden; birbirini tanımadan, yüzünü bile görmeden birbirlerine düşman kesilen memleket aydınlarının, sadece kendileri gibi düşünenlerden müteşekkil bir küçük cemaatle kurdukları küçücük dünyalarını, bütün bir cihanı sığdırabilecekleri koca bir evren sanma yanılgılarının küçük bir örneğini verir o yazıda alim aslında derdi bu olmadan...
*
Bir parantez… Günlük okurken, eğer benim de içinden geçtiğim yılları anlatıyorsa yazar, ilk aklıma gelen o gün benim de ne yaptığım olur. Cemil Meriç, Nişantaşı Akademi Kitapevinde bir imza etkinliğine katıldığı o gün, pazar günü olduğuna göre muhtemelen Hakkâri Lisesi’nin kantininde arkadaşlarımla halk oyunları provasını yapıyordum ben de. Bedenim orada ama aklım fikrim İstanbul’daydı. İngilizce hocam Yusuf aracılığıyla mektuplaştığım Vedat Günyol beni birkaç edebiyat-sanat dergisine abone yapmıştı, o dergilerde ve bir gün gecikmeyle şehrimize gelen gazeteden sık sık Nişantaşı Akademi Kitapevinin etkinliklerinde haberdar oluyordum. Kitapevinin sahibi Hadi Bey orayı bir “buluşma mekanına”, hatta bir “akademiye” çevirmişti, darbe sonrasında nefes alnın bir yere… Bir sene sonra İstanbul’a okumaya geldiğimde, görmek istediğim ilk yer bu kitapevi olmuş, Teşvikiye Camiine yakın bir yerde bulunan kitapevini gidip bulmuş, vitrininin önünde bir süre durmuş, içerde yüzlerine aşina olduğum birkaç yazar olduğu halde cesaret edip içeri girmemiştim… Bir süre sonra kapandı kitapevi.
*
Belli ki kitapevinin sahibi Hadi Bey iyi niyetli bir insan… Cemil Meriç de “iyi niyetleri cevapsız bırakmamak” için katılmış o günkü imza gününe. O gün alim kendini “anonim” görmüş, müşterileri de “anonim”… Cemil Meriç o tarihlerde, “sol” tarafından “sağa” itilmiş bir düşünürdür. Ama bu “itilme” bir hayli eski… 1960 darbesinden sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne, 60’ların ikinci yarısından sonra Türk aydınları yazarıyla sanatçısıyla, şairi ressamıyla akın ettiler. Cemil Meriç gitmedi partiye, gitmemesini de “….çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum” diyerek izah etmeye çalıştı. İdeolojik kamplaşmalardan uzak durmaya çalıştı. Sol cenahın dışına böyle düştü alim. Dili dillerine, tefekkürü düşüncelerine, dünyaya ve memlekete bakışı kendilerine benzemiyor diye kitaplarını basmadılar, o da Ötüken Yayınlarına gitti, Hisar’da yazmaya başladı ve böylece “safını” belirlemiş oldu. O artık solcuların gözünde sağcı, hatta “faşist” cenaha mensuptu. (Ömer Laçiner, 1979 Eylül’ünde Birikim’de Cemil Meriç’in “önemli bir düşünür” olduğunu söyleyen bir yazı yazınca, sağdan soldan “Bu adamın kitabı Ötüken’den çıkıyor, sen nasıl böyle bir şey yaparsın” diye eleştirildiğini yazar bir yerde.) Oysa o kendi “özel durumunu” şöyle tespit etmişti:
“Benim Tanzimat ricalinden bir farkım da şu. Onların hiçbiri benim gibi bir tecrübeden geçmediler. Ben Fransızlara meftun iken, Türk şiirine de meftundum. Lise tahsili boyunca hep Osmanlıca yazdım. Hür bıraktılar., harfleri kullanmada. Türk hocalar da Osmanlıydılar. Ali İlmi Fani gibi. Belki de Osmanlı’dan kopmadığım için inkılap aydınlarına benzemiyorum.” Bu yüzden, “Ben Lenin’den çok Gandi’ye yakınım. Ama bu belki de kavganın dışında olduğumdandır,” dedi.
Türkiye’deki “sağ-sol” ayrışmasında kendi konumunu da şöyle belirledi:
“…Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani, ilan edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: Her düşünceye saygı…”
Ona göre fikir adamı bir zümrenin “emir kolu” değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe ve topluma angajedir. “Bir devrin şuuru olmak zorundadır. Onun başlıca vazifesi bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir.”
*
Cemil Meriç, darbe sonrasında daha çok solcu yazarın, sanatçıların bir buluşma mahfili olan Nişantaşı Akademi Kitapevinde düzenlenen imza töreninde “anonim müşterilerin” karşısına çıktığında “sokakta insanlar birbirini boğazlamaktan” bir askeri darbeyle iki sene önce vazgeçmişlerdi. Yaralar tazeydi ve Cemil Meriç birçok solcu aydının gözünde hâlâ “sağcı” bir mütefekkirdi.
18 Temmuz 1974 günkü Jurnal’de solun kendisini “yabancı” gördüğünü yazar. Onu bir yere oturtamadıklarını... Şöyle devam eder:
“Sağ adı verilen bu bedbaht topluluk, solun kuruntularıyla yaşar. Misafirler gittikten sonra sofra döküntülerini yalamağa gelen bedbaht bir sokak kedisi. Kendine mahsus hiçbir fikir, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu itibarsızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar.”
Sağ böyle de sol çok mu matah? İşte sola bakışı:
“Sol, papağandır. Öğretilenleri tekrar eder. Topaldır, koltuk değnekleriyle yürür. Hareket etmek için mutlaka bir batılıya muhtaçtır. Dost olmanız için dilini konuşmanız lazım. Dilini, yani seçtiği pirin, mürşidin dilini.”
Kendini bu iki düşman kampın arasında “münzevi aydın” olarak tanımlar; “her devrin şuuru” olmaya çalışan, “soldan yüz bulamadığı için sağ”da olan biri… Diyor ki:
“Sağda rahat değilim. Çünkü gerçekte sağ yok.”
Biz dönelim Akademi Kitapevindeki o güne…
*
Birçok solcu aydın, yazar, şair var o gün Akademi Kitapevinde. Vedat Türkali saat altıya doğru Emil Galip Sandalcı’yla birlikte “şeref verir”, onların arkasından da Hilmi Yavuz gelir imza gününe. Kendini orada “şüpheli misafir”, onları da “ev sahibi” olarak görür. Ne de olsa daha çok “solcu” aydınların toplandığı bir mekandadır. Daha yazının girişinde Vedat Türkali’yi anlatarak başlar o günün jurnaline. Daha önce hiç karşılaşmamışlar, ilk defa o gün... Şöyle anlatır Vedat Türkali’yi Cemil Meriç:
“Vedat Türkali ile konuşuyoruz. Nazik ve sevimli. Beni Balzac tercümelerimden tanımış. Sonra okuyamamış. Sıcak ve dost bir ses. Sağdaki anlayışsızlıktan şikayetçi. Haksız değil. Ama bu anlayışsızlık siyasi tercihlerden çok, sosyal tarihin mirası. Unsurları arasında hiçbir kaynaşma olmayan geniş bir imparatorluk.”
Vedat Türkali o sıralarda “Bir Gün Tek Başına”dan sonra henüz yeni bir roman yayınlamamış. İkinci romanı, Cemil Meriç’le buluşmasından bir sene sonra, 1983’te “Mavi Karanlık” adıyla çıkacak… Yine de birbirine taban tabana zıt kamplarda yer alan iki insan aynı mekanda… Bundan iki sene önce bu katiyen olabilecek bir şey değildi.
Cemil Meriç, belirli bir tarihe kadar, “dilleri başka, gelenekleri ayrı” bu geniş topluluğun (imparatorluk), bazı “ortak değerleri” olduğunu yazar yazısında. Onları birleştiren bir “edebiyat” vardı mesela eskiden. Bir Abdülhak Hamit, bir Süleyman Nazif, bir Ahmet Haşim herkesin, her okur yazarın “sevgiyle andığı” isimlerdi. Bunlar bir kampın adamları değildiler. İnsanlar da yazarları, şairleri siyasi görüşlerine bakıp değerlendirmiyordu. Yakup Kadri, Reşat Nuri, Ömer Seyfettin, hatta Nazım Hikmet, hatta hatta Necip Fazıl “birer bayrak”tılar.
Bulunduğu yerden, yani “mecburi ikamete zorlandığı” sağ cenahtan Vedat Türkali’ye bakar Cemil Meriç ve ona üzülür, şunları yazar:
“Vedat Türkali yıllarca hocalık yapmış, sinema ile uğraşmış ve ülkenin belli başlı ödüllerinden birine layık görülmüş, kalbur üstü bir yazar. Kaç kişi tanıyor? Daha doğrusu belli bir dünyanın insanı, minnacık bir dünyanın.”
Vedat Türkali’nin hiçbir metninde Cemil Meriç’le karşılaşmasını anlatan bir şeye rastlamadım. Ama muhtemelen, o sırada Cemil Meriç onunla ilgili ne düşünüyorsa Vedat Türkali de onun bulunduğu yerle ilgili aynı düşünceler içindedir.
“Bakın şu kör alime… Bu ne büyük zenginlik, bu ne kelime dağarcığı, bu ne derin bakış. Ama kim tanıyor, minnacık bir dünyada yaşayan birkaç sağcı faşistten başka…”
*
Bir astsubay yanaşır Cemil Meriç’e. İmzasını ister. Astsubay, “Arkadaşlara Minyeli Abdullah’ı tavsiye ediyorum, siz yolumuzu aydınlatır mısınız?” diyerek alimden kendisine kitap önermesini ister. Fakat orada bir de “binbaşı” var, Cemil Meriç astsubayın “fısıltısını işitmemiş” gibi davranır. Astsubaya kitap imzalarken aklı hâlâ Vedat Türkali’dedir. Şöyle yazar:
“Vedat Türkali’nin adını duymuş muydu acaba? Onun gibi edebiyattan hoşlanır görünen kaç genç için Vedat Türkali bir meçhul, daha doğrusu bir düşman. Bu yamyamca kini bir parça da kendimiz yaratmamış mıydık? Balzac tercümelerimden beni okumadığını söyleyen Vedat Türkali ile okuyucularına ondan söz etmeyen Cemil Meriç büsbütün suçsuz muydular?”
Bir mühendis, ta Yalova’dan kalkıp gelmiş Nişantaşı’na Cemil Meriç’i tanımak için. Hayrandır ona. Neden kitaplarını böyle “ücra bir yerde” imzaladığından yakınır. Kitapevinin sahibi Hadi Bey, bulundukları yerin şehrin kalbi oluğunu, Nişantaşı’nın “ücra bir yer olmadığını” kitapevinin herkesçe tanındığını, serzenişinin yersiz olduğunu anlatır Yalova’dan gelen mühendise. Bunun üzerine binbaşı bir kez sadece Oktay Akbal’ı tanımak için ta Eskişehir’den kalkıp geldiğini söyler. O sırada orada başka şeyler de olur. İmza gününe birkaç Cumhuriyet gazetesi okuru da gelmiş ama Cemil Meriç’in yüzünü görmek istemiyor, dışarıda bekliyorlar. Hadi Bey Meriç’e “öfkeli” o okurların kitapları imzalatırken “aman ha, sayın falanca gibi tabirlerden hoşlanmazlar” diye onu uyarır. Opera’da artist olan bir hanım “Köprüden Düşenler”i imzalatır. Neşe Akar bütün kitaplarından birer nüsha ister. Belli ki Cemil Meriç imza gününe Sadık Göksu’yla birlikte gitmiş. Bütün bu bilgileri ona veren Göksu’dur çünkü. Sadık Bey, Neşe Hanım’ın “mesture”, yani başı kapalı olduğunu söyler ona.
İşte Vedat Türkali ile Emil Galip Sandalcı’nın gelişi bu sıraya rastlar.
*
Vedat Bey hakkındaki fikirlerini yazının girişinde anlatan Cemil Meriç, Sandalcı’nın üç dört kitap imzalattığını yazar. Bu sırada Hilmi Yavuz da sükun eder. Hadi Bey, Şerif Mardin’in seminerlerinde “Saint-Simon”u okuttuğunu söyler Meriç’e ama kitabı kalmamış, altı tane ancak gönderebilmişler. Meriç kitap imzalarken, Vedat Türkali, Emil Galip Sandalcı, Hilmi Yavuz ve Sadık Göksu muhabbete dalarlar. Sohbete ara da bir Meriç de katılır. Göksu, Cemil Meriç’in konferansına davet eder üstatları. Konferansın daha çok bir sağcı mahfili olan Kubbealtı’nda olacağını öğrenince “itizal” ederler. “Orada insanlar tespit edilir, sonradan da başlarına çeşitli belalar getirilirdi.” Cemil Meriç “lüzumsuz birtakım izahlara” girişir. Sonrasını şöyle yazar:
“Yarı kabul yarı ret ettiler. Hilmi Yavuz pek konuşmadı. Ben ne de olsa şüpheli bir misafirdim, onlar ev sahibi. Tesadüf bizi bir araya getirmişti. Herkes nazik olmaya çalıştı. O dost iklim içinde tanışmamız ne kadar gerçekleşti, bilemiyorum. Muhakkak olan şu ki, ‘Kubbealtı’ndan daha çok kendi dünyamdı burası, bir paravana. Ben her paravanayı yok etmek istiyordum. Bu arzum ne kadar başarıya ulaşabildi bilemiyorum.”
Tutamaz kendini Cemil Meriç, sözü tekrar Vedat Türkali’ye getirir. Oysa onların içinde en “rijit” olması gereken kişi Vedat Türkali, çünkü gerçek “komünist” o içlerinde ama belli ki kimyaları pek uyuşmuş, şöyle yazar Meriç onun hakkında:
“Vedat Bey’i çok sevdim. Önceden de seviyordum, bir nevi Kemal Tahir, belki daha samimi ve daha dağınık.”
Hemen arkasından da “mahiyetine” getirir sözü; Emil Galip Sandalcı’ya:
“Mahiyeti bir içişte kestirilemeyen lezzetli bir içki. Sandalcı daha kapalı, aradaki paravanayı daha titizce korumak isteyen bürokratik bir mizaç. Birincisi sanatçı, ikincisi diplomat.”
*
Bir parantez daha… Emil Galip Sandalcı, Akademi Kitapevi’nin bulunduğu yere çok yakın Topağacı’nda mukimdi o zamanlar. Bir apartmanın en üst katında, evin geniş penceresi sokağa, mahalleye bakardı. Ben tanıdığımda astımı bir hayli ilerlemişti, ölümüne öksürüyordu ve sigara içiyordu. (“Astımını tütün dumanıyla süsüler” demişti Cemal Süreya onun için.) Her gittiğimde evin yakınındaki esnaf lokantasında muhteşem yemekler ısmarlardı bana. İnsan Hakları Derneği’nin kurucusuydu ama dernek bir süre sonra sadece “bazı insanların haklarını” savununca uzak kaldı onlardan. (Yoksa onu genel başkanlık makamından indirmişler miydi?) Bir “demokrat aydın” nasıl olur diye merak eden olursa ona baksın yeterdi. Cemal Süreya’nın “99 Yüz”de yazdığına göre Rousseau hayranı babası ona “Emil” adını koyarken düşünürün “Êmile”inden esinlenmişti. Cemal Süreya onu hep yürürken düşünür, “Akademi Kitapevine gidiyor; bir çay içiyor orada” diyor. Türkiye’de bir “sorunsallık” varsa Emil Galip adı gelir insanın aklına, “sorunsallık” yoksa onu unuturuz der şair. “Toplumsal bunalımlarda büyümüş bir birey…” Süreya’ya göre Sandalcı Sartre’ın “aydın görüşünü Türkiye’de doğrulamış bir kişidir de. Yüzü mektup gibi güzel. İnsanlık adresine gönderilmiş bir mektup gibi.”
Cemil Meriç ilk defa karşılaştığı işte bu Emil Galip’i “bir içişte kestirilemeyen lezzetli bir içki”ye benzetir.
*
Cemil Meriç’in Kubbealtı’ndaki “yeni mahallesinden” bir hayli uzakta, Nişantaşı’ndaki “karşı mahalle” aydınlarının önemli bir mahfili olan Akademi Kitapevindeki imza gününe “dostlar” gelirler, “hayalete benzer” dostlar… Şunları yazar:
“Yıllardan beri ilk defa olarak aşinası olduğum, daha doğrusu aşina olmak istediğim bir çevredeyim.”
Mutludur galiba.
*
Soldan “yüz bulamadığı” için sağda mecburi ikamete zorlanmış Cemil Meriç’in etrafındaki “sağcı” gençler onu pamuklara sarıyorlar. Biri gidiyor, biri geliyor, “Coşkun, İsmail Kanlıdere, Cevat (Özkaya)” ve ötekiler onu el üstünde tutuyor, ona kitap okuyor, her türlü ihtiyacını gideriyorlar. Ne de olsa bu “kurak alana” toprağı kısa sürede yeşertecek kudrete sahip bir yağmur gibi yağmıştı Meriç. Ama Meriç’e göre bu gençlerin hiçbiri “onu tanımıyor”lardı. “Birlikte bir otobüs yolculuğundaydılar” o kadar. Ne yazık ki ona göre otobüsteki herkes ona en yakın olanlar değildi, onlar “anonim hayranları”ydı. Şöyle yazar:
“Bana gerçekten yakın olanlar bu anonim hayranlardan fazla, ilk defa karşılaştığım Vedat Türkali’ler, Sandalcı’lar, Hâdi Bey’lerdi. Acaba neden?”
Soruya şu cevabı verir:
“Belki aynı çileleri yaşamış, aynı anlayışsızlıkla karşılaşmıştık da ondan.”
Kendi durumunu; binli yılların başında yaşamış, dini doğmalara karşı bayrak açmış, “insanlar iki kısımdır. Bir kısmının dini vardır, aklı yoktur, bir kısmının aklı vardır, dini yoktur” diyen, İslam’ın en hoşgörülü dönemine denk geldiği için zaman zaman “inkara” varan fikirlerine karşın başına bir “bela” gelmemiş olan eski zaman şairlerinden kör Ebulâlâ’nın durumuyla karşılaştırır. Meriç’e göre şair, “bütün reybiliğine (şüpheci) rağmen rahatsız edilmemişti. Peki bu İslamiyet’in tesamuhundan (yüceliğinden) mı ileri geliyordu?” diye sorar. “Biraz öyle” cevabını verdikten sonra şu değerlendirmeyi yapar:
“Ama sağlam bir zırhı vardı: felaket. Kör şair çağdaşlarının kıskançlığını tahrik etmiyordu.”
Buradan içinde bulunduğu duruma getiriyor sözü Meriç. Yazısını şöyle bitirir:
“Sağın gösterdiği nisbi muhabbette böyle bir saygı, daha doğrusu saygısızlık yok mu? Türkali’ler kavganın içindeler, dostları da düşmanları da kavganın içinde, çünkü yaşıyorlar. Benim yazdıklarım adeta mezarların ötesinden sesleniş. Zaafım da gücüm de şuradan geliyor: gündelik tutkulardan uzağım.”
*
Cemil Meriç hayata solcu başlamış, zamanla sonunda “cu”, “cı” eki bulunan bir cenaha mensup olmanın ilme, tefekküre, irfana, ilerlemeye bir faydası olmayacağını kavramış, bu sefer de sol tarafından sağa itilmiş, yaşadıkça yüreği solda gövdesi sağda kalmış ne sağcı ne solcu olmuş, nevi şahsına münhasır “gündelik tutkulardan uzak” bir mütefekkirdi.
Kendisi için der ki:
“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum.”