902 sene önceden bugüne değişen...
17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde İstanbul’da bir reklam ajansında çalışıyordum. İşyerimiz Levent’te, şimdi yerinde göğe yükselen bir plazanın bulunduğu üç katlı bir binadaydı. Artçılar oldukça ya masanın altına yatıyor ya da kapıya doğru deli danalar gibi koşuşturuyorduk.
Korku o kadar dağları sarmıştı ki, geceleri yanında yatan eşi kıpırdayınca deprem oldu sanıp yataktan fırlayıp kapıya koşanları mı, deprem çantasını hazırlayıp başucuna koyanlar mı ararsınız herkes her türlü “yaratıcı” kurtuluş önlemine başvurmaktan geri durmuyordu. O sırada televizyonlara çıkan yerbilimcilerin söyledikleri hepimiz için kutsal kelam olmuş, sokakta rastlarsak eğer bu profesörlerin varıp elini öpmediğimiz kalmıştı. Hatta beli bükülmüş yorgun deprem uzmanı rahmetli Mete Işıkara’yı “deprem dede” sıfatıyla ailemizden biri saymış, yetmemiş işin erbabı kadınlar arasında yapılan bir anketle “en seksi erkek” unvanıyla taltif etmiştik.
Çalıştığım ajansta bir ses teknisyeni iki çocuğu ve eşiyle birlikte, “banyoda depreme yakalanırsak nasıl davranmalıyız” tatbikatını evinde birkaç kez yapmış, sonra da sonuçlarını gelip ciddi ciddi bizlere anlatmıştı. Çocukları sabunluyor, tam musluğu açıp duşun altına girecekleri sırada düdüğü çalıyor, kronometreyi çalıştırarak 30 saniyede sabunlu halde banyodan kaçmanın yollarını öğretiyordu onlara. Bir başkası hava delikleri bulunan demir bir kafesi yatağına nasıl monte ettiğini anlatmıştı bize ciddi ciddi.
*
“Zelzele olunca bütün çıraklar usta olur,” diye bir söz vardır. O sırada biz “çırak” olmayanlar da uzun bir süre “usta” olduk, korkularımızla yaşadık, sonra yavaş yavaş o korkuyu unutup her zaman yaptığımız gibi korkunun yerine “hırslarımızı” koyduk. Kaçak kat, şehir içinde bir metre bile olsa betona teslim etmedik yer bırakmama yarışı, imar affı derken hepten depremi unuttuk. (Sahi İmar affı ne demek? Devlet kendisine karşı işlenen, vatandaşın vatandaşa karşı işlediği suçları affedebilir ama doğaya karşı işlenen suçu affetmek de ne? Afetsen ne yazar, doğanın duygusu yok ki minnettar kalsın sana. Onun öyle bir kanunu var ki, senin kanunun ona işlemez.) Hazırladığımız ve çoğu zaman başucumuza koyarak uyuduğumuz deprem çantalarını zamanla unuttuk, içindeki el feneri, düdük, uzun ömürlü konserve yiyecek, su, aspirin gibi gereçleri bir kenara attık, belediyelerin gösterdiği toplanma alanlarına beton döktük, sanki bu felaketi yaşamış olanlar biz değilmişiz gibi kısa sürede felaket öncesindeki hantal, umursamaz, “bize bir şey olmaz” dediğimiz o sıkıcı hayatlarımıza geri döndük.
*
Bir zaman sonra gelinen bu umursamaz, her şeyin kısa sürede unutulduğu durum sadece biz asri zamanların insanlarına özgü bir şey değildir. İnsan iki ayak üzerine doğrulduğu günden beri aynı insandır. Fıtratında pek bir değişiklik olmamış, değişen sadece “yaratıcı yeteneği” ve “gelişen zekası” olmuş. Hırsı aynı hırs, kıyıcılığı aynı, zalimliği aynı, aptallığı aynı, öfkesi aynı öfke… Yeni şeyler öğrenmiş ama o öğrendiği yeni şeyler, onu bu dünyada daha mutlu birer birey yapacağına ona daha çok azap, daha çok acı, daha çok ölüm olarak geri dönmüş.
*
1509 yılında tarihe “Küçük Kıyamet” (Kıyamet-i Suğra) olarak geçen çok büyük bir zelzele olmuş İstanbul’da. Galata Kulesi’nin dibine balıkların fırladığı bir tsunami yaşanmış. İstanbul tamamen yıkılmış, denize yakın evlerin tümü sular altında kalmış. 160 bin nüfuslu şehirde yaklaşık 15 bin kişi ölmüş. Hanedandan üç kişi enkaz altında can vermiş. Veziriazam Mustafa Paşa ile emrindeki 360 atlı, atlarıyla birlikte fay hattının açtığı çukura düşüp hayatlarından olmuş. Öylesine dehşetli bir depremmiş ki yaşayanlar dünyanın sonu gelmiş sanmış. Ha ayrıca, Ayasofya Caminin içindeki Bizans mozaiklerini örtmek için kullanılan sıva tamamen dökülmüş, İsa’nın, havarilerinin ve Meryem’in freskleri ilk halleriyle pırıl pırıl ortaya çıkmış. Padişah Sultan İkinci Bayezid bir süre sarayın bahçesinde bir çadırda yaşamak zorunda kalmış. Sonra Edirne’ye gidip imparatorluğu oradan yönetmeye devam etmiş. Aylardan Eylül’müş. Herkes evsiz kalmış. Ahali itten aç, yılandan çıplak bir halde boş arazilere, yorgun yaralı dağılmak, oraları mesken tutmak zorunda kalmış. 45 gün boyunca artçılar devam edince Bayezid Camii’nin mimarı Mimar Hayreddin’in aklına bir “zihni sinir” projesi gelmiş. Bu kadar sarsıldığımıza göre demek yer altında hâlâ beher miktarda gaz var diye düşünmüş. Arz dediğimiz üzerinde yaşadığımız toprak, birkaç aylık bebek değil ki sırtını, karnını ovarak gazını çıkarasın! Ama yine de gazını çıkarmanın bir yolu olmalı arzın demiş. Hemen kafasında bir ampul yanmış. Mimar Hayreddin aklına gelen fikri koşa koşa gidip hünkara anlatmış. Hünkar ferman eylerse şehrin farklı yerlerine yüzlerce derin kuyu kazacak, aşağıda birikmiş olan gazı bu kuyular marifetiyle dışarı çıkaracak! Denize düşen yılana sarılır! Felaketi bertaraf etmek için her türlü öneriye açık hale gelmiş olan padişah, belki faydası olur diye Mimar Hayrettin’e izin vermiş. Mimar hızlıca işe girişmiş. Eli kazma kürek tutan ne kadar adam varsa, işin erbabı kuyu ustalarının emrine vermiş. Kısa süre zarfında şehrin değişik yerlerine 400 civarında derin kuyu kazılmış. Bu kuyular vasıtasıyla yerkürenin altında birikmiş olan gaz dışarı çıksın diye beklemişler. Basınç çıktı mı, aşağıda birikmiş olan gaz bu kuyular vasıtasıyla fos diyerek dışarı boca olmuş mu vakanüvisler buna dair bir kayıt düşmezler vakayinamelerine ama bu yaratıcı buluş tarihe “zelzele kuyusu” olarak geçmiş.
*
“Vakayiname” demişken Urfalı Mateos’un 952 ile 1136 tarihleri arasında kayıt altına aldığı vakalardan oluşan kitabından bahsetmeden olmaz. Madem konumuz deprem, Türk Tarih Kurumu’nun 1987 yılında ikinci baskısını yaptığı Hrant D. Andreasyan tarafından Türkçeye çevrilen Ermeni tarihçi Mateos’un günlük şeklinde yazdığı kitabında bahsettiği depremi anlatmanın tam yeri. Kitabın varlığından dostum Rıdvan Atabey haberdar etti beni, hemen edindim bir yerlerden. Bizi ilgilendiren, bu çok önemli kitabın anlattığı deprem bahsidir. Meşhur tarihçi Mateos, 1121 yılının Şubat ayında, Maraş’ta yaşanan büyük bir deprem felaketinden bahseder vakayinamesinde.
Zelzeleyi “O sene biz mahluklar Allah’ın gazabına uğradık” diyerek anlatmaya başlar. Ona göre Allah her şeye muktedir olan öfkeli bakışlarını mahluklara çevirdi çünkü bütün insanoğulları doğru yoldan sapmıştı. Herkes günah yoluna girmişti. Prens olsun, kumandan olsun, halk adamı olsun, reis olsun, ruhani olsun toplumun alayı cismani şehvete kapılmıştı. Allah bütün bu olup bitenleri günah saydığı için gazabını gönderdi onların üzerine.
Aynı zamanda başrahip olan tarihçi Urfalı Mateos o zamanlar Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu şehirde depremin oluş biçimini şu şekilde hikaye eder:
“Mareri ayının 12’sine tesadüf eden Pazar günü, korkunç bir nişane belirdi. Bunun gibi ilahi gazap ne geçmişte ne de bizim zamanımızda görülmüş ne işitilmiş ne de kitaplarda okunmuştu. Derin bir uykuya dalmış bulunduğumuz bir sırada aniden müthiş bir gürültü koptu ve bütün dünya sarsıldı. Yeryüzü şiddetle titredi, kayalar yarıldı ve tepeler çatladı. Dağlarla tepeler şiddetle çınladı. Onlar canlı hayvanlar gibi ses çıkardılar. Dağların sesi, kulaklarda bir ordunun çıkardığı gürültüyü andırıyordu. Mahluklar, Allah’ın gazabı altında şaşkın bir vaziyet içine düşmüş olup dalgalı bir deniz gibi titriyorlar ve çalkalanıyorlardı. Çünkü bütün ova ve dağlar sanki bakırdan imiş gibi çınladılar ve ağaçlar gibi sallandılar. İnsanlar ağır hastalar gibi inliyorlardı. Yeryüzünde, dehşete kapılmış ümitsiz bir firari gibi figan ve haykırış sesleri yükseliyordu. Bu sesler, zelzeleden sonra da geceleyin bir saat kadar işitiliyordu. Bu felaket esnasında herkes kendi hayatından ümidini kesti ve kıyamet gününün geldiğini zannetti. Çünkü tam bir kıyamet gününü andıran bir hal vardı. Gün Pazar, makam ‘var’ (Ermeni müziğinde hüzünlü bir makam olan ‘var’la kilise ayinlerinde kasideler okunur-ç) ve kamer de eksilmekte olduğundan, her şey kıyamet gününü andırıyordu. Bundan dolayı herkes yeis içine düşmüş ve ölü haline gelmişti. O gece birçok şehir ve bölgeler harap oldu. Harap olan yerler kâmilen Franklara aitti. Diğer bölgelerde ve Müslümanlara ait olan bölgelerde hiçbir zarar vukua gelmedi. O gece Samusat, Hısnımansur, Keysun, Raban ve Maraş şehirleri harap oldu. Maraş’ın akıbeti o kadar feci olmuştur ki takriben 40 bin insan telef oldu. Bu çok nüfuslu bir şehirdi ve felaketten hiç kimse kurtulamamıştı. Sis şehrinde de aynı şey vuku buldu ve sayısız insan öldü. Birçok manastır ve köy harap oldu ve on binlerce erkek ve kadın telef oldu. Karadağ’da bulunan meşhur Basilien manastırında, aziz Ermeni ruhanileri, yeni yapılan bir kiliseyi takdis etmek üzere toplanmış bulunuyorlardı. Bunlar ayin icra ettikleri sırada kilise onların üzerine yıkıldı ve otuz ruhani ile iki vardabet, enkaz altında şehit oldu. Bunların cesetleri bugüne kadar orada kalmıştır. Maraş yakınında bulunan Hesuantz denilen büyük manastırda da aynı şey vuku buldu. Bu manastır yıkıldı ve bütün rahipler enkaz altında kaldı. Zelzele durduktan sonra kar yağmaya başladı ve yeryüzü karla kaplandı. Başgvor denilen meşhur Ermeni rahibi Grigor orada şehit oldu. Böylece birçok Hıristiyanlar müthiş bir akıbete maruz kaldılar. Bu onların günahları yüzünden olmuştur.” (Urfalı Mateos Vakayinamesi, 952-1136, s.54-55-56)
Mateos kitabında aynı zelzelede Antakya şehrinde de büyük tahribat olduğunu anlatır. Birçok kule temelden kopup yere düşer, şehri çevreleyen surun büyük bir kısmı yıkılır. Erkek, kadın, çoluk çocuk birçok insan yıkıntıların altında kalır. Ölüler o kadar çoğalır ki papazlar ölüleri gömmeye yetişemez, hemen her evden ağlama sesleri ve feryatlar yükselir, ölüm vakaları o kadar çoğalır ki sağ kalan insanlar dehşet içinde bir şey yapamamamın azabını çekmeye başlarlar.
Aynı zelzeleden etkilenen, o zaman da bir Müslüman şehri olan Diyarbekir Ulu Camii’nde bir yangın çıktığını da anlatır Mateos kitabında.
Tarihçiler, Urfalı Mateos’un anlattığı bu depremden 400 sene sonra, bu kez Müslümanların çoğunlukta olduğu şehirde 1500’lerin başında da yine öncekinden beter bir deprem daha yaşandığını kaydederler.
Bugünlerde başımıza gelen ise, “vakayiname” tutmaya başladığımız günden bugüne aynı yerde 400’er yıl arayla vuku bulan üçüncü büyük felakettir.
*
Urfalı Mateos’un anlattığı Maraş depreminin üzerinden tam tamına dokuz asır geçmiş durumda. Tesadüfe bakın ki tam 902 sene sonra aynı yerde, aynı ayda, yine gece vakti Maraş’ı vuran deprem, tıpkı başrahibin anlattığı gibi Hatay’ı da içine alarak bütün zamanların en büyük felaketlerinden birisine yol açtı. Din adamı Mateos’un gerekçesi basitti; o zamanlar daha çok Hıristiyan nüfusun çoğunluk oluşturduğu bu şehirlerde insanlar “Allah yolundan” sapıp “cismani şehvete” kapıldığı için Tanrı onları “cezalandırmış”, üzerine “gazabını” yağdırmıştı. 902 sene sonra biz Maraş depremine Urfalı başrahip gibi bakmıyoruz artık çok şükür, onun gibi düşündüğümüz yıllar çok gerilerde kaldı. Kendi felaketimizi kendimiz çağırdık, gazabı kendimiz üzerimize yağdırdık. Çürük ev yaptık, kafa tuttuk doğaya, onun kanunlarını hiçe sayıp kendi yazdığımız kanunların kurbanı olduk.
*
Depremden korunmanın yolu ne bizim ses teknisyeni gibi çocukları sabunlayıp bir düdük sesiyle onları çırılçıplak dışarı koşturtmak, ne Mimar Hayrettin gibi “zelzele kuyusu”kazmak, ne Mateos’un dediği gibi “dinin içinde” kalmak, ne de o korkunç sesi duyar duymaz, o mahşeri sarsıntıyla karyolanın altına saklanmaktan geçer. Korunmanın yolu, doğayı tanımak, onun sesine kulak vermek, ona kafa tutmak yerine anlattıklarını iyi dinleyip ona göre bina yapmaktır. Urfalı Mateos’un anlattığı dönemde o sarsıntıya dayanacak teknolojiyle ev yapmasını henüz öğrenmemişti insanlık, 900 senede hiçbir şey öğrenmediyse gökdelen yapmayı öğrendi. Elbette depremde yıkılmayacak ev de yapabilir ama kendini akıllı sanıyor ya, malzemeden çalarak kuş kadar aklıyla milyarlarca ton ağırlıkta bir kütleyi kandırabileceğini sanıyor.
Arz Maraş’ta olduğu gibi her 400 senede bir birkaç santim kayıyor. O birkaç santim, biz üzerinde yaşayan zavallı mahlukatın birkaç yüzyılına mal oluyor ne yazık ki.