Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Nobel Edebiyat Ödülü’nü 1909 yılında alan ilk kadın yazar İsveçli Selma Lagerlöf’tür. Kitaplarında gözden düşmüş alkolik rahipler, meçhul yolcular, yolunu şaşırmış serseri süvariler, yersiz yurtsuzlar, bir yerde rahat edemeyen göçmenler ve en önemlisi bitmez tükenmez maceralı, sihirli yolculuklar var. Zaten o yazmadan çok önce büyük hikayelerin büyük yazarı Tolstoy söylemişti, “Tüm muhteşem hikâyeler ya bir yolculukla ya da şehre bir yabancının gelmesiyle başlar” diye.

        1858’de varlıklı bir ailenin kızı olarak geldi dünyaya Selma Lagerlöf; annesi babası onu dindar olarak yetiştirmek istedi. Katı kurallarla büyüdü bu yüzden. Üç yaşındayken çocuk felci geçirdi, bacakları tutmaz oldu. Dokuz yaşındayken tekrar yürüme imkanına kavuştu ama okula gidemedi, evde eğitim görmek zorunda kaldı. O da evde ninesinden İskandinav masallarını dinleyerek, şiir yazarak, kitap okuyarak vakit geçirdi. Ona göre bir evde okunacak kitaplar varsa, o evde yaşayanların mutsuz olması imkansızdır zaten. Okuduğu her tarihi macera, ninesinden dinlediği her hikaye, daha sonra zirvesine çıkacak olan yazarlığına malzeme yaptı ve içindeki yaratıcılığı ateşlemede kullandı.

        REKLAM

        Sakatlığını avantaj yaptı, oradan yola çıkarak derin derin içine baktı.

        *

        Bu denemeye ondan bahsederek giriş yapmama sebep olan meşhur çocuk kitabını 1907’de yayınladı. Kitabın adı Türkçeye de çevrilmiş olan ve ilk baskısını Cem Yayınları’nın yaptığı “Nils Holgersson’un Serüvenleri”dir. Aynı kitaptan yapılan animasyon filmi de 1980’den itibaren TRT’de her pazar günü “Uçan Kaz” adıyla gösterildi uzun bir süre. (Çocukluğunu “Uçan Kaz” seyrederek geçirmiş çocuklara ne mutlu!)

        Kitapta Nils, dindar bir anne babanın ele avuca sığmaz, yaramaz oğludur. Bir çiftlikte hayvanlarla birlikte yaşıyorlar. Her çeşit hayvanı var ailenin. Baba dua ezberlesin istiyor ama Nils hayvanlara eziyet etmeyi seviyor. Kazların boynuna ip geçiriyor, ördekleri sudan çıkarıyor, domuzları dövüyor, ineğin suyunu esirgiyor ve bütün bu yaramazlıklarla da pek eğleniyor. Bir pazar günü annesi babası onu dua ezberlesin diye odaya kapatıp kiliseye gidince Nils kafese kapattığı faresiyle odada baş başa kalır. Aklı fikri yaramazlıkta. Derken odada bulunan eski bir sandıktan bir cin çıkar. Nils cine de eziyet etmeye kalkışır ve bir anda onu “cin çarpar”, kendini fareden de küçük bir parmak çocuk olarak bulur. Ve en önemlisi dünyası değişir, artık çevresinde bulunan bütün hayvanların konuşmalarını anlamaya başlar. Uzatmayayım, derken boynuna ip geçirdiği kazın sırtına atlar ve bir kaz sürüsüyle birlikte bütün ülkeyi dolaşmaya başlar. Hacimli kitabın bundan sonrası Nils’in bu harika uzun “yolculuğu”dur.

        REKLAM

        Kuşlarla konuşur. Doğu masallarındaki uçan halının yerini, kitapta Selma Lagerlöf’ün uçan kazı almıştır.

        *

        Selma Lagerlöf’ün kahramanı “kuşların dilini” çözdüğünde; ondan dört yüz sene önce bugünkü Van ilinin sınırları içinde kalmış Müks’te kendine “Feqiyê Teyran” (Kuşların Talebesi) adını vermiş ve onların dilini çözdüğünü iddia eden bir mutasavvıf; kendisinden 450 sene önce aynı coğrafyada bir başka mutasavvıfın Mantıku’t-Tayr (Kuş Dili) kitabında gördüğü Şêxê Sen’anî (Senan Şeyhi) hikayesini metinler arası ilişki yoluyla kendi ilahi aşk yolculuğunun aracı yapmış; tasavvuf yolculuğunu “kuşların diliyle” anlatmış olan ustası Attar’a nazire yapmaya kalkışmıştı.

        Selma Lagerlöf kahramanı yaramaz Nils’e “kuşların dilini” öğrettiğinde Attar’dan haberi var mıydı bilmiyorum ama Attar’ı ve eserini velut Borges’ten daha iyi anlayan Batılı başka bir yazar bulmak zordur sanırım. Borges’in Attar hakkında verdiği bilgiler muhteşemdir.

        Feridüddin Attar firuzeler ve kılıçlar ülkesi Nişapur'da doğmuştu. Attar adı Farsçada güzel kokular, bit­kilerden yapılmış ilaçlar satan anlamına geliyordu. Borges’e göre Attar’ın hikayesi benzersizdi: Bir gün Attar'ın dükkanına bir derviş girmiş, ilaç kutularına­ ve şişelerine bakmış ve ağlamaya başlamış. Attar şaşırmış, endişeyle gitmesini söylemiş. Dervişin cevabı şöyle olmuş: ‘Benim gitmem kolay, geride hiçbir şey bırakmıyorum çünkü. Oysa se­nin, gördüğüm bu değerli şeylere veda etmen kolay olmaya­cak.’ Attar'ın yüreği cız etmiş. Derviş gitmiş, ertesi gün Attar da dükkanını kapatmış ve dünya işlerini terk etmiş.

        REKLAM

        Attar önce Mekke'ye hacca gitmiş, sonra Mısır'ı, Suriye'yi, Türkistan'ı, Hindistan'ın kuzeyini boydan boya kat etmiş; dönüşünde kendini büyük bir aşkla Allah’a ibadet etmeye ve yazmaya vermiş. Yazdığı yirmi bin adet beyit ile ün salmış; “Bülbülname”, “Hüsrevname”, “Esrarname”, “İlahiname”, “Azizlerin Anıları”, “Kral ve Gül”, “Harikalar Bildirisi” ve bir eşi daha olmayan “Kuşların Dili”ni (Mantık-ut-Tayr) yazmış. Hayatının son yıllarında (yüz on yaşına kadar yaşadığı söylenir), şiir yazmak da dahil dünyanın tüm nimetlerinden elini ayağını çekmiş. Attar'ı Cengiz Han'ın oğlu Tula'nın askerleri öldürmüş. “Mantık-ut-Tayr”ın hikayesi de en az muharririn hikayesi kadar ilginçtir:

        Kuşların kralı Simurg olağanüstü güzel bir tüyünü Çin'in merkezine düşürmüş, uzun süreden beri yaşadıkları karma­şık durumdan usanan kuşlar krallarının düşürdüğü tüyü aramaya karar verirler. Krallarının adının “otuz kuş” anlamı­na geldiğini biliyorlar; ayrıca sarayının dünyayı çevreleyen Kaf Dağı'nın arkasında olduğunu da.

        Sonu olmayacağa benzeyen bir serüveni gerçekleştirme­yi göze alarak yedi vadiden (Talep, Aşk, Marifet, İstiğna, Tevhid, Hayret, Fakr ve Fena) geçerler. Borges der ki; “hacı kuşlardan birçoğu yarı yol­da davadan vazgeçer, birçokları da yolda ölür. Çabanın arındırdığı otuz kuş Simurg Dağı'na ayak basarlar. İşte sonunda dağ gözlerinin önündedir, o zaman anlarlar ki kendileri Si­murg ve Simurg da onların her biri ve hepsidir. Otuzu bir­den Simurg'dur ve Simurg her bir kuştur.”

        *

        Fena bir savaş aleyhtarı olan Selma Lagerlöf’ün kalbi, bütün dünyada başlayan harbe ancak bir yıl dayanıp 1940’ta öldüğünde; beş yaşında bir çocuk Japon Takımadalarındaki Shikoku Adası’nda, çok uzak, ormanın derinliklerinde kaybolmuş, ıssız bir vadide bütün gününü ormanda dolaşarak, kuşlarla haşır neşir, dünyanın sadece bu derin ormandan müteşekkil bir yer olduğunu sanarak büyüyordu. Okuma yazmayı söktükten hemen sonra nasıl olduysa bir gün eline Selma Lagerlöf’ün kitabı “Nils Holgersson’un Serüvenleri” geçer. Kitabı okur okumaz dünyası değişir çocuğun. Artık kuşların dilini çözmüş olan Nils’le o da maceralara çıkar. Kendi yurdundan başka bir yere, bilmediği bir coğrafyaya, İsveç ormanlarına gider gelir. Hikaye birkaç açıdan ruhunu zenginleştirir çocuğun. Doğanın insanı özgürleştirdiğini anlamakla kalmaz kendini Nils’le özdeşleştirir; bir kere Nils vaktiyle eziyet ettiği hayvanlarla dost olmuş, özgüveni yüksek, alçakgönüllü ve masum bir çocuktur ve en önemlisi kuşların dilinden anlıyor. Kitabın sonunda evine dönen Nils’in üzerindeki büyü kalkar, annesinin babasının karşısına çıkar ve onlara “Anne, baba tekrar insan oldum”der. Nils “insan olduktan” sonra kazlardan ayrılırken, “O tekrar insan oldu, artık dilimizi anlayamaz” der kazlar. Bu söz, o gün, haritada bile yeri olmayan o köyde o çocuğun hayat felsefesi olur çıkar. Ölünceye kadar da bu sözü hiç aklından çıkarmaz.

        REKLAM

        *

        Çocuğun en güzel yılları savaş içinde geçer. Annesi babası ona imparatorun Tanrı olduğunu söylemiş ve Tanrı yenilmezdir demiş. Ancak gelin görün ki Amerika çocuğun pek yakınında bulunan Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasını atınca İmparator yenilir. İmparator artık Tanrı değil, insandır! Ve o zamana kadar Amerika onların baş düşmanıyken, savaştan sonra onlara yardım elini uzatan dostları olur. (Yıllar sonra dost olacağı Amerikalı alim Noam Chomsky, atom bombasıyla biten bir savaştan dolayı binlerce insan bayram yaparken, kendisinin bir ormana kaçarak uzun uzun Hiroşima ve Nagazaki’de yanan insanlara ağladığını söyler ona.)

        İmparatorun “insan”, Amerika’nın “dost” olduğu “gerçeği” çocuğu okuldan ve hayattan soğutur. En doğru iş orman bekçiliğidir. Hiç olmasa orada dilini bilmediği milyonlarca kuş vardır, onlarla konuşmak daha iyidir.

        İki düş kurar. Günün birinde kuşların dilinden anlayacak ve bir yaban kazının sırtına atlayıp dünyayı keşfe çıkacak! Belki de onu yazar yapan çocukluğunda kurduğu bu büyük düştü.

        Ona göre yazarın işi soytarının işine benzer. Herkesi eğlendirir ama soytarıdan farkı kendi üzüntüsünü de dile getirebilir. Fikrini değiştirip Tokyo Üniversitesi’ne Fransızca okumak üzere gittiğinde “İmparatorun yani Tanrı’nın ölümü” ile arkasından gelen babasının ölümü onda derin bir keder bırakmış, kayboluş ve yıkım duygusu yazdıklarına damgasını vurmaya başlamıştır bile. Peş peşe kitaplar yazar ve 1960’lara geldiğinde ülkesinde hemen hemen herkesin bildiği ünlü muhalif bir yazardır artık.

        REKLAM

        *

        1963’te meşhur yazarın bir oğlu gelir dünyaya. Annesi babası Japoncada “ışık” anlamına gelen “Hikari” adını verirler ona. Yazarın hayatının bundan sonraki kısmı “yaratıcı bir isyan”, ya da “ışığın müziğinin” hikayesidir. Baba oğlu büyük bir müzisyen yapar; oğul babayı daha büyük bir yazar! Her açıdan benzersiz bir hikayedir. Oğlu doğduğunda yazar yazarlığı konusunda umutsuzdu, kendini “anarşist” olarak tanımlamış, bazı uç fikirleri yüzünden eski arkadaşları ondan uzaklaşmış, düşmanlarını da bir hayli çoğaltmıştı.

        Yazdıkları gibi davranıyordu, asiydi, sürünün dışına çıkmıştı çünkü.

        Oğlu dünyaya geldiğinde yazarlığı bırakıp üniversitede çalışmayı kafasına koymuştu ama hiçbir çocuğun dünya gelişine benzemeyen bu “tuhaf doğum” onu her şeyden vazgeçirdi. Doğan çocuk insana benzemiyordu çünkü. Beyni kafatasının dışına fırlamış, adeta küçük bir kafa olarak kafasına bitişik doğmuştu. Doktorların koyduğu teşhis “beyin fıtığı”ydı. Doktorlar anne babaya ilk anda bu “ucube yaratığın” ölmesine izin vermelerini tavsiye etti. Ameliyat olmazsa, yani dışarı fırlamış olan beyni kesilip tekrar yerine konmazsa çocuğun öleceğini söylediler. Ameliyattan sonra da ölmezse eğer, bundan sonraki hayatı “bitkisel” bir hayat olacak dediler. Doktorlar testler yapadursun, ünlü yazar Hiroşima’da yapılacak nükleer silahsızlanma mitingine katılmak üzere bu şehre gider. Orada hayatını değiştiren bir adamla, Dr. Fumio Shigeta’yla tanışır. Doktor, Hiroşima’ya atılan bombadan sağ kurtulanlardan birisiydi ve hayatını bombalama kurbanlarına adamıştı. Onun çabasını gören yazar kesin bir kararla geri döndü; oğlunun ameliyatına izin verecek ve sağ kalırsa eğer oğlu, bundan sonraki hayatını ona adayacaktı!

        REKLAM

        Ameliyat başarılı geçti, Hikari ölmedi. Bundan sonra oğul babanın edebi yaratıcılığına, baba da oğulun sanatsal yaratıcılığına vesile oldu.

        *

        Hikari’nin büyüdüğü yıllarda Japonlar “engelli” insanlara karşı pek merhametsizdi. Komşuları, yakın çevreleri, kıt kanaat geçinen yazar ve karısını yadırgadılar, bu tuhaf çocuğu her dışarı çıkardıklarında insanların garip bakışlarıyla karşılaştılar; onlara göre anne ve baba çocuğun yaşamasına karar vererek ona büyük bir haksızlık yapmışlardı.

        1964 yılında yazar “Kişisel Bir Sorun” (Can Yayınları) adını verdiği bir roman yazar. Kitabının kahramanı Bird, büyük şehir keşmekeşinden bıkmış, yalnızlık ve yabancılaşma sancılarından kurtulmak için Afrika gezisi hayallerini kurar. Ancak karısı hamiledir, doğum yaklaştıkça gezi hayalleri yavaş yavaş söner. Çocuk doğar, üstelik beyin fıtığı olmuş, özürlü bir çocuktur. Bird kendini tam anlamıyla bir karabasanın tam ortasında bulur. Yaşadığı utanç ve korkudan alkole sarılır, sonra da sorumluluklarından kaçar, bir süre sonra da çocuğunu yeryüzünden silinmesi gereken bir düşman olarak görmeye başlar. Romanın bir yerinde yazar der ki:

        “Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar...”

        Kitap bir anda bütün dünyada coşkuyla karşılanır, bir yığın dile çevrilir.

        Yazarlığı aniden yön değiştirir. Artık daha “içe dönük” hikayeler anlatacak, “kişisel sorununu” karar verdiği yeni edebi yaratıcılığın aracı haline getirecek. 1967 yılında, onu bir dünya yazarı yapacak olan “Sessiz Çığlık” (Can Yayınları) romanını yazar. Bu kitap inkar ve kaçışın, kefaret ve deliliğin hikayesidir. Çocuğunu bakımevine teslim etmek zorunda kalan Mitsu ile ABD’deki hayatından kaçan kardeşi Takaşi, Tokyo’da buluşup çocukluklarını geçirdikleri köye dönerler. Hem bir süreliğine şehir hayatının etkisinden kurtulma hem de aile evlerini satma niyetindedirler. Ancak bu süreçte kendilerini aile geçmişleriyle yüzleşirken bulur ve yıllar içinde birbirlerine ne denli yabancılaştıklarını anlarlar.

        REKLAM

        Bu kitap oğluyla kurduğu ve bundan sonra sürdüreceği ilişkinin ilk meditasyon aracı olur.

        Hayatını oğluna bakmak, dünyada yayınlanmış alimlerin ve büyük yazarların romanlarını okumakla geçiren yazarın oğluyla kurduğu ilişki onun yazarlığına da yeni bir yön tayin eder.

        Hikari, engelli bir çocuktan daha çok bakıma muhtaç bir çocuktu. Hiçbir tepki vermiyordu. Yüzü gözü oynamıyordu. Gözyaşı kanalları olmadığı için ağlayamıyordu, bir muammaydı, ulaşılmazdı, sadece soluk alıp verebiliyordu o kadar.

        Yazar ve karısı her şeyleriyle kendilerini tepkisiz oğullarına adadılar. Doktorlar boşa zaman harcadıklarını söylediler ama onlar kararlıydı. Her an, her dakika, her saat onunla durmadan konuştular, hiçbir tepki vermediğini gördükleri halde ısrar ettiler. Bu kez de otistik teşhisi kondu ve hiçbir zaman konuşmayacağını kesin bir dille anlattılar onlara.

        *

        Pencerede dışarıyı görebilecek bir yere bırakıyorlardı onu. Bir bahar günü pencerenin pervazına bir kuş kondu ve cik cik ötmeye başladı kuş. Hikari bir anda gülümsedi kuşa! Yazar ve karısı ikisi de gördü ama inanmadılar, yoksa öyle görmek mi istemişlerdi. Yazar hızlıca yerinden kalktı, teybe bir kaset koydu, ormana gitti, saatlerce dolaştı, bir yığın kuş seslerini kaydetti teybe. Getirip oğlunun başucuna koydu açtı teybi, saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca kuş seslerini dinletti oğluna.

        Oğul kuş seslerini dinlerken baba durmadan yazdı. Bir hikayesinde müziğe karşı alışılmadık hassasiyeti olan geri zekalı bir çocuğun radyoda duyduğu her müzik parçasının notalarını sayması ve her nota için kağıda bir işaret düşürmesini; bir başkasında bedensel engelli bir çocuğuna yokuş aşağı koşmayı öğreten bir babayı, bir başkasında çocuğuna bazı kelimeleri öğreten ama çocuğun öğrendiği o kelimelerin anlamını bilip bilmediğini hiçbir zaman öğrenmeyen bir babayı anlattı.

        REKLAM

        Babasının yazar olarak ünü yayıldıkça Hikari’nin ağzında bir gün hepimizin kurduğu bir cümleye benzer bir cümle çıktı. Baba o güne kadar duramadan, dinlenmeden kuş seslerini dinlettiği oğlunu gezdiriyordu göl kenarında. Suda ördekler yüzüyor ve viyaklayıp duruyorlardı. Hikari ördekleri gösterdi babasına ve ağzından şu cümle çıktı:

        “Bunlar su tavuğudur.”

        Hikari bu cümleyi kurduğunda altı yaşındaydı. Bundan sonra çocuğun ağzından yavaş yavaş kelimeler çıkmaya başladı.

        Yazar tıp adamlarına boyun eğseydi, sıkılıp yarı yolda vazgeçseydi, oğlu asla konuşmayacaktı. Bir şey bildiği için yapmamıştı bunu yazar, tamamen içgüdüsel bir davranıştı ama sonuç mükemmeldi; tıpkı bir sanat eserini yaratmak gibi!

        *

        Hikari büyüdü ve olağanüstü bir müzik hafızasına sahip oldu. Duyduğu her parçayı tanımaya başladı, misal Mozart’ın herhangi bir eserinden birkaç nota kulağına çalındığında parçanın adını, numarasına kadar söyleyebildi. Bir süre sonra beste yapmaya başladı. Fiziksel engeller herhangi bir müzik aletini çalmasına engel oldu ama aklından geçen her şeyi notalara dökebilen bir müzik dehası olup çıktı. Bestelerinden oluşan ilk CD’si yüz bin sattı. 1998 yılında Amerika ve Avrupa pazarına girdi ve milyonlarca dolar kazandı.

        Baba oğul aynı odada çalıştılar. Baba durmadan romanlar yazdı, oğul durmadan müzik besteledi.

        Baba ve oğul, imkansız gördüğümüz her şeyin sadece gerçekleşene kadar imkansız olduğunu bize gösterdiler.

        *

        Durun hikayemiz bitmedi.

        1994 yılının Ekim ayıydı… Yazar evinde oturmuş her zaman yaptığı şeyi yapıyor; kitap okuyordu. Oğul Hikari ise müzik dinliyordu. Diğer oğlu ve kızı da yemek yiyordu. Geceydi. Saat dokuza geliyordu. Evin telefonu çaldı. Hikari’nin en sevdiği şeylerden birisi çalan telefonu açmaktı; telefonu yine o açtı. Hikari, “Merhaba, nasılsınız” cümlesini Fransızca, Almanca, Rusça ve Çince söyleyebiliyor, babası öğretmişti. Babasının kulağı bu arada telefonda… Hikari iki kez İngilizce “hayır” dedi ve telefonu babasına uzattı. İsveç Akademisi Nobel Komitesi’nden arıyorlardı. Telefondaki ses, “Kenzaburo siz misiniz?” dedi, o da “Evet benim, eğer oğlum benim yerime ödülü reddettiyse özür dilerim. Ben kabul ediyorum,” dedi ve telefonu kapattı. Koltuğuna geri oturdu ve ailesine Nobel Edebiyat Ödülünü kazandığını söyledi. Eşi, “Gerçekten mi?” dedi, diğer oğluyla kızı hiçbir şey söylemedi. Sadece sessizce odalarına gittiler. Hikari de müzik dinlemeye devam etti. Belki de ödülü en çok borçlu olduğu oğlu onunla ödül hakkında hiçbir şey konuşmadı. Kitabını okumaya devam etti ve diğer aileler de mi bu şekilde tepki veriyor diye düşünmeye başladı ve telefon susmaz oldu.

        REKLAM

        *

        1994 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almak üzere İsveç’in Stockholm şehrine giderken yanına oğlu Hikari’yi de aldı Kenzaburo Oe. Selma Lagerlöf’ün memleketinde, kendisini buraya getiren o “kuş dilinden” bahsederek başladı ödülü kabul konuşmasına. Lagerlöf’ün kahramanından “kuşların talebesi” olmayı öğrenmiş, sonra da engelli oğlunu oturtmuştu aynı rahlenin önüne. Sonra da sözü oğluna getirmişti:

        “Zihinsel engelli oğlum Hikari, kuş sesleriyle Bach ve Mozart'ın müzikleriyle uyanmış ve sonunda kendi eserlerini bestelemiştir. İlk bestelediği küçük parçalar taze ihtişam ve zevkle doluydu. Çim yapraklarının üzerinde parıldayan çiy gibiydiler. Hikari daha fazla eser bestelemeye devam ettikçe, onun müziğinde 'ağlayan ve karanlık bir ruhun sesini' duymaya başladım.”

        Konuşmasının bir yerinde de “yirminci yüzyıl boyunca birikmiş olan ‘tüm yanlışların acısını çekmek’ isterim,” demişti.

        *

        Kenzaburo Oe adındaki işte bu adam, 13 Mart Pazartesi günü 88 yaşında öldü; bu yıl 60 yaşına giren oğlu Hikari ise hâlâ beste yapıyor ve albümleri yüzbinlerce satıyor.

        *

        Bütün bunları okuduktan sonra İsveçli Selma Lagerlöf’ü, Fars Feridüddin Attâr’ı, Kürt Feqiyê Teyran’ı, Japon Kenzaburo Oe’yi bir araya getiren sihir, tılsım, cin, kuş var mı diye soracaksanız eğer, size kör muharrir Borges’in şu sözünü hatırlatmaktan başka bir şey gelmez elimden:

        “Edebiyat, farklı kültürlerden beslenen küçük evrenlerin buluşmasıdır.”

        İnsanlar hava dışında her şeyi bölüşmüşler; sanat, edebiyat dünyasında hâlâ her şey ortaktır çok şükür.

        Diğer Yazılar