Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Her sürgün “tarihin dışına” atılmış bir insandır. Kendini ve mekanı yeniden var etmek, tekrar “tarihin içine sokmak”, onun bir parçası haline getirmek ancak edebiyat yoluyla mümkündür. “Tarihin dışında” kalmış o mekanları, oralara sürgün edilen büyük yaratıcılar yeniden var eder; sanatsal yaratıları sayesinde oraları alıp tekrar tarihin bir parçası haline getirirler.

        *

        Cemal Süreya’yı bir yük vagonu, Refik Halit’i bir vapur, Cevat Şakir’i iki er, Dostoyevski’yi atların çektiği kızaklar ulaştırdı uzun yıllarını geçirdikleri sürgün yurtlarına.

        Cemal Süreya’nın vardığı İznik’te “tarih öncesi köpekler havlıyor”, Refik Halit’in Beyrut’u “yok görünen bir varlık”, Dostoyevski’nin Sibirya’sı “tarihin dışında yatan”bir yer, Cevat Şakir’in Bodrum’u ise “masmavi bir gürleyiş”ti.

        Bir yerlerde okumuştum; (tamam hatırladım, Refik Halit’in romanında geçer) sürgünün vardığı yerde yaşadığı ilk anlarda hissettiği duygu, küçük yaşlarda yetimhaneye veya bir yatılı okula bırakılan çaresiz bir çocuğun yaşadığı duyguya benzermiş. Öyleyse eğer ben bu duyguyu yaşadım. İlk mektebi okumak için yatılı okula girer girmez annemin; babamın eskimiş paltosundan bana yaptığı, bir paçası diğerinden kısa pantolonumu, tek tip okul elbiselerini giyerken bakıcının gözümün önünde sobaya atmasını unutmadım hiç. Pantolon yanarken annemle babamla bütün bağlarım o anda yandı sanmış, korkuyla, dehşetle geri çekilmiştim.

        REKLAM

        İlk gece, “anne bana bu haksızlığı niye yaptın” serzenişiyle girdim yatağa. Sabaha kadar ağladım.

        *

        Cemal Süreya 1972 Temmuzu’nda hastanede yatan “sana rastladığım gün susuzdum, yalnızdım, bir çırpıda içtim gözlerini,” dediği karısı Zühal Tekkanat’ın yanında olamamış ama ona güç vermek için hastanede kaldığı on üç gün boyunca her gün bir mekup yazar. 23 Temmuz Pazar günü saat 15.00’te Beykoz’da “Gazino Sıtkı” adında bir kahvede yazdığı mektup bir hayli uzundur. Doğmamış kız çocuğuna Elif adını koymuş; ondan ve oğlu Memo’dan bahseder önce karısına, “Düşler anıların kız çocuklarıdır,” der ve hemen sözü ailenin sürgün hikayesine getirir. Bilinen meşhur pasajdır, kimilerinin sandığı gibi bir şiirinden mısralar falan değil, hastanede yatan karısına yazdığı bir mektuptandır o pasaj ki şöyle:

        “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli bir erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagona doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.

        Memo’ya ve sana duyduğum sevgide bu ölümleri de bu öksüzlükleri de değerlendirmelisin. Aşkımın tandırdan yeni çekilmiş bir yufka gibi her dem sıcak ve taze olduğunu anlamalısın. Yüksek öğrenim yıllarında Başkent sokaklarında ceplerimi ellerimle doldurarak yürürken ilerde bir karım olacağını, çocuklarım olacağını düşünürdüm. Yüzsüz, bedensiz bir şeydi bu kadın; bir gölge gibi düşlerimin arasından sıyrılır, geçer giderdi zaman zaman. Sensin o kadın. O çocuklar Memo ile Elif. Annemle babam Bilecik’te şosenin yanında yan yana iki mezarda uyuyorlar. Annem 1938’de, babam 1957’de öldü. İki ölüm arasında 20 yıllık bir ara var. Ama işte ikisi de yan yana yatıyor. Bir gün gidelim. Gidelim mi? Büyükannemle Hasan amcam da şu koyu yeşilliğin altındalar. Ama yan yana değiller.

        REKLAM

        ‘Sizin hiç babanız öldü mü?’

        Biz gözyaşımızı gizleyen insanlarız

        Biz kahkahamızı da gizleriz. Biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız”

        İşte arkadaşı Sezai Karakoç’tan “ödünç aldığı” bir dize daha… Bu kez belki de “aşırdığı”… Sezai Bey’in “Şahdamar” şiirinde bu mısra, “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız” şeklindedir, Cemal Süreya dizeyi alır, atlara koşuyu kaybettirir.

        Hangisi daha güzel, karar sizin!

        *

        Refik Halit Karay iki defa sürgüne gider. İlkinde İttihatçılar Çorum’a gönderir onu, ikincisinde Cumhuriyeti kuranlar… 150’liklerdendir ama kanun çıkmadan çok önce kaçar yurt dışına, gitmeseydi eğer muhtemelen onun da akıbeti Sakallı Nureddin’e benzer bir zalimin elinde Ali Kemal’in akıbetine benzeyecekti. Yıllar sonra “Sürgün” diye bir roman yazar. Memleketinden sınır dışı edilen kahramanı yüzbaşı emeklisi Hilmi Efendi bir vapurda, vapur Beyrut’a doğru seyir halindedir. Roman, “Sabaha karşı Beyrut göründü,” cümlesiyle açılır. Birkaç paragraf sonra sürgünün vardığı yerle ilgili hissiyatına geçeriz kahramanın. O hissi şöyle anlatır yazar:

        “Yolcular, memleketlerine ve bekleyenlere kavuşmak neşesiyle acele acele eşyalarını topluyorlardı. Kendi evlerine gidecek, tanıdıklarını bulacak, yurtlarına vardıkları için kaldırımlara daha sert, güvenle basacak olan bu adamlara gıpta ederek yatağını isteksizce kaldırdı; çürük bavulunu kapayıp iplerle sardı, üstüne oturup yatı mektebine yeni götürülen ve orada ilk gecesini geçiren bir çocuk gibi, koca adam, içi ezile ezile karısını bir anaya duyulan hasretle andı. Nereye inecekti? Hangi dilde konuşacaktı? Ne ile, nasıl yaşayacaktı? Keşke bu vapur, yıllarca dalgalar üstünde, sonu karaya varmaz bir yolculukla çalkalansa, bütün deryaları aşsa, dünyanın her iskelesine uğrasa, hiçbir şehre indirmeden, yabancı yüzü göstermeden, geçim derdi çektirmeden uskur ninnisi içinde, ölümüne kadar gök ile deniz arasında dönse, dolaşsaydı!”

        REKLAM

        Köyden yatılı okula annem ve ağabeyimle birlikte gelmiştik; katır sırtında… Annemin kucağındaydım. O yaşıma kadar her bahar yaylaya giderken aynı şekilde katır sırtında annemin kucağına oturarak çıkardık yolculuğa. Şimdi yatılı mektebe giderken bu yolculuğun son yolculuk olduğunu biliyordum. Refik Halit’in kahramanı nasıl geminin yıllarca dalgaların üstünde kalmasını istediyse ben de o yolculuk hiç bitmesin, katır beni annemle birlikte hiç kimsenin bizi bulamayacağı bir yere götürsün istemiştim o yolculuk boyunca.

        *

        Dostoyevski 1849 yılının Noel arifesinde, idamdan kıl payı kurtuldu ve bundan sonraki hayatını ve sanatını biçimlendirecek olan, onu Dostoyevski yapacak, peygamber mertebesine çıkaracak, Tanrı’nın bile unuttuğu sanılan, kuş uçmaz kervan hak getire sürgün yerine, Sibirya’ya doğru yola çıkartıldı. Atların çektiği kızaklar Ural Dağlarını aşarken önü kapkaranlık, arkası toz dumandı. Hem mekandan hem de zamandan ayrılıyordu. O günü tam dört sene sonra kardeşine yazdığı bir mektupta şöyle hatırladı:

        “Uralları aşmak üzücü bir andı. Atlar ve üstü kapalı kızaklar kar yığınlarına saplandı. Tipi vardı. Geceydi, dışarı çıkıp adamların kızağı saplandığı yerden kurtarmasını bekledik. Her yanımız kardı; fırtına bütün şiddetiyle devam ediyordu. Burası Avrupa’nın sınırıydı. Önümüzde Sibirya ve gizemli kaderimiz, arkamızda bütün geçmişimiz duruyordu. Kederlendim ve gözyaşlarına boğuldum.”

        Dört yıl boyunca kürek mahkumiyetini çekti. Kolları damgalandı, kafası tıraş edildi ve durmadan taş kırdı. Sara nöbetlerinin ardı arkası kesilmedi. Hastaneye gidip geldi. İçine baktı burada, İncil’e sarıldı, İsa’dan medet umdu. Cezası bitmemişti, şimdi de er olarak altı yıl orduda hizmet görecekti. Dört yıllık kürek cezası 1854 yılının baharında bitti. Şimdi sırada askerlik vardı ve askerliğini er olarak Asya kıtasının kuzey yamacında, Güney Sibirya’daki Semey şehrinde bir sürgün olarak tamamlayacaktı. Köyden biraz daha büyük bir yerdi Semey, nüfusu beş bin falandı, halkın büyük çoğunluğu “yurt” denilen çadırlarda yaşayan Kırgızlardı.

        REKLAM

        Şehri, çırılçıplak bir kum çölü çevrelemişti. Ne bir ağaç ne bir çalı, sadece kum ve deve dikenleri vardı. Dostoyevski burada, içinde bir yatak, masa ve bir sandık bulunan, duvarında küçük çerçeveli bir aynanın asılı olduğu, ahşaptan yapılma, kare biçimli, pencereleri tahtayla kapatılmış, bir tepenin üzerine oturtulmuş, etrafında ne ot ne de ağaç bulunan, orman kulübelerine benzer bir evde yaşadı tam altı yıl boyunca.

        Burada durmadan “Ölüler Evinden Anılar” üzerine düşündü çalıştı. Çektikleriyle arasına mesafe girsin istiyordu. O yüzden acele etmiyordu romanını bitirmeye. Macar Laszlo Földényi, meşhur “Dostoyevski Sibirya’da Hegel Okuyup Gözyaşlarına Boğuldu” denemesinde Hegel’in “Tarih Felsefesi Üzerine Dersler”ini o sırada Dostoyevski’yle dostluk kurmuş olan kentin savcısı Aleksandr Yegoroviç Vrangel’in verdiğini yazar. Hegel bu kitabında birkaç kelimeyle Sibirya’dan bahseder ve ona neden kitabında yer vermeyeceğini şu şekilde açıklar:

        “İlk olarak kuzeydeki eğimli alan, sularını kuzey okyanusuna döken güzel ırmaklarıyla Altay sıradağlarından başlayıp Sibirya, bizi burada hiçbir biçimde ilgilendirmez; çünkü kuzey bölgesi, daha önce belirtildiği gibi, Tarihin dışında yatar.”

        Földényi, bu paragrafı okuyan Dostoyevski’nin şaşkınlığı üzerine bir yığın şey yazar. Ona göre büyük yazar Sibirya’da, tarihsel olarak kabul edilebilir olanın dışında olan, dolayısıyla kefaretle bile kurtulamayacak “tarihin dışında yatan” bir yerde acı çekiyordu. Buraya sadece sürgün edilmemiş, aynı zamanda hiçliğe indirgenmiş gibi hissediyordu kendini. Onu buradan ancak bir “mucize” kurtarabilirdi. O “tarihten sürgün” edilmişti. Şimdi oturup kendisiyle birlikte “kovulmuşların, eve dönüş umudunda bile bir anlam bulamayanların başkaldırısını” anlatabilirdi. Ama önce oturdu uzun uzun ağladı. Ve isyan etti. Bu yüzden “Ölüler Evinden Anılar”, isyanın İncili’dir. Acı ve ağıttır. Onun kitabında anlattıkları felaketten kurtulmuş kaybedenlerdir. Lanetlidir hepsi. Cehennemi yaşamışlardı. Sibirya bütün dehşetiyle cehennemdi. Buna rağmen burada yaşadığı sürgün için kaderine şükretti. Acı çekti ama o acı onun ömrünü yüzlerce asır uzattı.

        REKLAM

        *

        Sürgünler içinde, gönderildiği yeri, yani sürgün yurdunu bir cennet olarak tasvir eden dünya edebiyatının hemen hemen tek yazarı Cevat Şakir Kabaağaçlı, bildiğimiz adıyla Halikarnas Balıkçısı’dır sanırım. O zamana kadar adını duymadığı, göster deseler haritada bile yerini zor bulabileceği Bodrum’a sürgün etti onu Üç Aliler Divanı…

        Hikayesini biraz geriden alalım:

        Girit’te 1886’da doğmuş Halikarnas Balıkçısı. Şakir Paşa’nın oğludur. Atina sefiri, validir aynı zamanda babası... Çocukluğu Yunanistan’da geçmiş. Oxford’da okumuş. Orada güzel bir İtalyan kadınla tanışmış, adı Agnezi... Sonra Agnezi’yi almış memlekete gelmiş. Afyon’da büyük bir çiftlik evine... Şakir Paşa evin her yerine birer silah saklarmış... Her an, her yerden bir düşman çıkabilir diye.

        Bu arada gelini Agnezi’yle Şakir Paşa’nın “memnu aşkı” çoktan dedikodu olmuş düşmüş elin diline. Çiftlik evinde bir gece vakti Cevat Şakir, babasına çıkışmış, ‘O senin gelinin’ demiş, ‘utanmıyor musun?’ Babası ilişkiyi inkâr etmiş. Tartışma büyüyünce her birisi bir silaha davranmış, iki silah aynı anda patlamış, oğlun silahından çıkan mermi babayı bulmuş. Baba katili Cevat Şakir, çıkarıldığı mahkemede on beş yıl kürek cezasına çarptırılmış. Cezasının yedinci yılında ince hastalığa yakalanmış, serbest kalmış.

        Tekmil hikâyesini anlattığı hatıratından babasıyla arasında geçenlerden hiç bahsetmez. O bir sırdır, kimseye anlatmaz. Yıllar sonra Bodrum’dayken, uzaktan mektuplaştığı ve evliyken tutkulu bir aşk yaşadığı Azra Erhat’a itiraf eder 19 Aralık 1958 tarihli mektubunda: “Babamı öldürdükten sonra kendime olan güvenimi kaybettim. Kendimi o gün bugün yalan sanıyorum.”

        REKLAM

        Cumhuriyet yeni kurulmuş, Üsküdar’da bir evde yaşıyor, tam bir tutunamayandır Cevat Şakir. Zekeriya Sertel’in “Resimli Hafta Dergisi”ne yazılar yazıyor, kitap kapakları yapıyor, bir yandan da tercümeler kazandırıyor Türk edebiyatına. Ne de olsa yedi dil biliyor.

        İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, zira askere giden her nefer, üstüne urbayı geçirdikten sonra firar ediyor. Mahkemeler, firariler için kolayca idam cezası veriyor. Cevat Şakir de o günlerde “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile asılmağa nasıl gider?” diye bir hikâye yazıp göndermiş dergiye. Tam o sırada Şeyh Sait isyanı patlak vermiş.Ardından Şark İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Ankara’da “Üç Aliler Divanı” çalışmaya başlamış.

        Yazdığı hikâyeyle “halkı isyana teşvikten” dolayı “Üç Aliler Divanı”na çıkarılmak üzere trenle yola çıktıklarında Zekeriya Bey’le, Kartal’da, “Son defa İstanbul’a bak, bir daha görmeyeceğiz” demiş Cevat Şakir arkadaşına. Mahkemede Kel Ali ikisinin de idamını istemiş, Kılıç Ali karşı çıkmış, üçer yıllık kalebentlik cezasını uygun görmüşler iki yazara, Zekeriya Bey’in payına Sinop, Cevat Şakir’in de Bodrum düşmüş. Ankara’dan İzmir’e trenle iki er nezaretinde kolayca ulaşmış. O zamanlar Bodrum’a sadece denizden gidiliyor, karayolu henüz yok. Ama onu deniz yoluyla götürmüyorlar, ne de olsa o siyasi bir suçlu, “Denize atlar, Yunanistan’a kaçar, nemize gerek” diye karayoluyla gönderiyorlar. Aylar sonra Milas’a ulaşmış. Milas’tan da “Başka yerde ölüp nur içinde yatacağıma, burada nur içinde yaşarım” dediği Bodrum’a kadar yürümüş onu götüren iki erle beraber.

        “Mavi Sürgün” kitabında, üç yıllık kalebentlik cezasını çekmek üzere geldiği Bodrum’la ilk karşılaşmasını şöyle anlatır:

        REKLAM

        “Eh nihayet yokuşun tepesine gelmiştik. Yolcular, ‘Neredeyse Bodrum görünecek’ dediler. Yüreğim çarpıyor. Kaç aydır buraya gelmeye uğraşıyordum yahu! Tepedeki bir dönemeci dönünce ‘şırrrrak’, ‘guuuurr’ diye Arşipel’in koyu çividisi ölçülemez açıklıklara kadar yayılıverdi. Hani büyük camilerde ya da kiliselerde bir din adamı bir şey söyler de cemaat o sözü tekrarlar. Tekrarlanan söz en yakınımızdaki binlerce dudaktan, binlerce insan ötelere kadar dalga dalga sıcak bir uğultu halinde enginler. Böyle bir ‘güüürrr’ler de secdeye varışlarla olur. Yalnız burada üstümüzü kapayan bir kubbe değil, bir derinlik vardı sonsuz. Akşamın çividisinde koyulaşan koca Arşipel -eski deniz- varlığını bana öyle bir heybetle bildirdi. Masmavi bir gürleyişti o. Ben diyeyim yüz bin deniz mili, siz deyin beş yüz bin deniz mili, en berrak bir açıklığa uzuyor da uzuyordu. Durduğum tepeden sonsuzluğu seyrediyormuş gibiydim. (…) Bodrum adının yüreği sıkan bir karanlığı, bir loşluğu vardır. Oysa gördüğüm ışık ve berraklık, buğuyu üfüren meltem gibi izbeliği ve loşluğu öylesine sildi ki hapsedilsem bile hapishanenin göğü gören bir penceresi, bir kapısı olur diye içim aydınlandı. İçim org gibi ötüyordu.”

        Cevat Şakir Bodrum’da hapsedilmedi, orada Halkarnas Balıkçısı oldu. Bodrum’a palmiyeleri, gelin çiçeği olarak bildiğimiz kalaları, begonvilleri, mimozaları, greyfurtu getirdi, tam 45 değişik bitki türünü de.

        Sürgünlük cezası üç sene sonra bitti ama o Bodrum’u bırakmak istemedi. Cennetini bulmuştu ama devlet cennetinde yaşamasına izin vermedi. Cezası bittiği için başka yere gitmesini istedi, o da gidip İzmir’de öldü.

        *

        Sürgün cezasının amacı insanı “tarihin dışına” atmaktır. Ama bazı sürgünler o mekanla yeniden var olur; ya o “cehennemden” Dostoyevski gibi olağanüstü bir iç dünya yaratır; ya da Halikarnas Balıkçısı gibi o “cennet” onları yeniden var eder.

        Diğer Yazılar