O günlerde Atatürk ölmeseydi!
Her devrin kendine özgü dertleri vardır. Mesela bu devrin en büyük derdi iktidar kavgasıdır; gerçi bu dert ezeli bir derttir ama hiçbir zaman bu kadar kızışmamıştı sanırım. İktidarın padişaha babadan kalma bir miras olmadığı, artık sıradan vatandaşların da iktidar yolunda çaba gösterebileceği, zorlarsa parti kurup iktidara bile gelebileceği tescil edildiği tarihten bu güne (o tarih tam olarak hangisidir bilmiyorum) iktidar kavgası bizde hep en çok rağbet gören kavga olmuş ama işte bazı dönemlerde, -o dönemler de sıradan insanların iktidardan pay kapma imkanlarının imkansız olduğu dönemlerdir- iktidar kavgasının dışında, sıradan kavgalara benzemeyen edebiyat kavgaları en çok ilgi çeken kavgalar olmuş. Kalem kavgalarından bahsetmiyorum, Babıali’deki polemikler değil bizim mevzumuz, onlar ayrı bir bahis; benim sözünü ettiğim edebiyatçıların böyle saç baş, yumruk yumruğa birbirine girdiği kavgalardır ki o kavgalardan birisi 1938 yılının sonbaharında o günkü gazeteleri; siyasi kavgaların bugünkü gazete ve televizyon ekranlarını meşgul ettiği kadar meşgul etmiş, gazetelerin birinci sayfalarında kendisine yer bulmuş, köşe yazarlarının bu mevzuda günlerce kalem oynatmalarına sebep olmuş.
Kavga; munis, hiç de teke tek dövüşe girmeyecek görüntüsünü veren, cılız, süklüm püklüm Ahmet Hamdi Tanpınar ile böyle pehlivan yapılı, hatta bir ara pehlivanlık yapmış, yetmemiş pehlivanlığa dair bir kitap bile yazmış, semiz, güçlü, kodu mu oturtan cinsinde İsmail Habib Sevük arasında olmuş. Üstelik talihin yardımıyla Tanpınar, Sevük’ü yere sermiş. Ve bu kavganın en önemli sonucu: Ahmet Hamdi Tanpınar bir pehlivanı yere sermekle kalmamış, en önemlisi o zamana kadar belli bir edebiyatçı çevresinde tanınan yazarın geniş kitleler tarafından tanınmasına, günün moda deyimiyle “meşhur” olmasına da sebep olmuş. Gel de bu kavgaya edebiyat tarihinin en mühim kavgası deme! Nitekim o günün gazeteleri de durumu böyle görmüş. Yetmemiş, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın denemelerini, mektuplarını, mülakatlarını derleyip “Hep Aynı Boşluk” adını verip bir kitapta toplayan Erol Gökşen de böyle görmüş olmalı ki, bu kavganın bütün tafsilatını anlatan ve 1938 yılının Kasım ayının başlarında gazetelerde çıkan üç yazıyı bu kitaba almış.
Ben hadiseyi o kitapta okudum, şenlikli bir vakadır, size de anlatmak istedim “siyasi kavganın” bu kadar kızıştığı bir dönemde belki sizi birazcık bu kaotik ortamdan uzaklaştırır diye.
*
1938 yılının 7 Kasım günü gazetelerde çıkan “Atatürk’ün sıhhi vaziyetleri” haberleri arasında kendine önemli bir yer bulabilen bu mühim kavganın aktörlerinden birisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ı çoğumuz biliriz de ikinci aktörü İsmail Habib Sevük’ü pek azımız biliyor bugün. (O günlerde tersiydi, herkes Sevük’ü bilirdi de Tanpınar’ı çok az kişi biliyordu.)
Sevük’ü tanımak için, en iyisi yine Ahmet Hamdi Tanpınar’a başvurmak. Zira bu kavganın üzerinden beş yıl geçtikten sonra, 1943 seçimlerinde ikisi de tek parti CHP’den mebus olunca, Ankara’ya giden trende karşılaşırlar. O gün o yolculukla dostlukları başlar ve Sevük’ün 1954 yılında vefatına kadar devam eder. Bütün bunları biz, ölümünden bir hafta sonra Ahmet Hamdi’nin Cumhuriyet Gazetesi’ne yazdığı, daha sonra da “Edebiyat Üzerine Makaleler” kitabına aldığı “Dostum İsmail Habib” başlıklı o muhteşem uzun denemesinden öğreniyoruz. Bir dostun ölümü üzerine yazılmış en güzel yazılardan birisidir bana göre, Allah herkese böyle dostluklar nasip etsin!
Sevük de Tanpınar da edebiyat öğretmenidir. Tanpınar’ın yazısından öğreniyoruz; aslında ilk tanışmaları 1931 yılında Ankara’da toplanan edebiyat öğretmenleri kongresinde olmuş. Sonrasını Tanpınar şöyle anlatır:
“Tam dostluğumuz 1943 Mart’ında, seçimden sonra başladı. Arada ufak ve maalesef gazetelere de geçen bir hadise olmuştu. İkimiz de yaptığımızdan mahcup olduğumuz için, aynı trende bulunmağı fırsat bildik. Ben dışarıdaki dostlarımı gözden kaybedince, yanı başımda duran Habib’e dönerek, ‘Allah hayırlı etsin’ diyerek elimi uzattım, o boynuma sarıldı ve beni öptü ve hemen o anda kendi içinde devam eden monoloğu bana hitaben tamamlamağa başladı. Habib böyle idi, ne zaman fasılası bilirdi ne de kin tutardı. O sevmek için yaratılmıştı.”
*
Tanpınar’ın; aralarında geçen ve gazetelerde yer etmiş olan “ufak hadise” dediği şey aslında öyle pek ufak bir hadise değildi. Basbayağı bir kavgaydı. Kavgaya sebep, Sevük’ün çok daha önce yazdığı ama o tarihlerde adını değiştirip genişleterek yeni baskısını yaptırdığı “Edebi Yeniliğimiz” kitabıydı.
Eski bir İttihatçı olan, edebiyat öğretmenliği yapmış, edebiyat tarihçisi, gazeteci, siyasetçi Sevük; Cumhuriyet döneminin ilk edebiyat tarihi kitabı olarak kabul edilen kitabının yeni baskısına; 1930’lu yıllarda isimleri duyulmaya başlayan ve “genç nesil” dediği, aralarında Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Halide Nusret, Şükufe Nihal, Ahmet Kutsi, Cahit Sıtkı, Yaşar Nabi, Sabri Esat, Behçet Kemal, Kemaleddin Kamu gibi isimleri alır ama Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bu listeye eklemez. Kendine göre de bir gerekçesi vardır, zira o tarihe kadar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çeşitli dergilerde çıkmış şiir ve denemeleri var ancak henüz yayınlanmış bir kitabı yoktur.
*
Olay 4 Kasım 1938 gecesi, o zamanların en meşhur lokantalarından birisi olan Beyoğlu’ndaki Abdullah Efendi Lokantası’nda vuku bulur. 7 Kasım tarihli gazetelere yansıdığı biçimiyle olay şöyle gelişir:
“Genç şair ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde estetik profesörü, edip, muallim” Ahmet Hamdi Tanpınar, heykeltıraş Zühtü ve refikasıyla birlikte akşam yemeği için lokantaya gelir. Yan masada da “değerli edebiyat tarihçisi, edip ve muharrir, üstat” İsmail Habib ile arkadaşları Adana Mebusu Damar ve Dr. Rusçuklu Hakkı’yla birlikte yemek yiyorlar.
Ahmet Hamdi, onları görünce garsondan onlara yakın bir masaya geçmek istediklerini söyler. Yakın bir masaya geçerler. Masadan masaya “son derece neşeli” bir muhabbet başlar. Ne olduysa o sıra olur. Ahmet Hamdi, İsmail Habib’e dönerek, nasıl olur da kitabında kendisinden bahsetmeyi unuttuğunu sorar. İsmail Habib gayet sakin bir edayla, “Ben eser üzerine konuşan bir adamım. Kitaba geçecek eseriniz olsaydı, mutlaka sizden de bahsederdim,” der.
Bu cevap genç şairi çok hiddetlendirir, infiale kapılır, ayağa kalkar ve muhatabına ağır sözler söyler. (Gazete haberinde o ağır sözlerin ne olduğu yazılmamış.) İsmail Habib de benzer sözlerle cevap verir. Bir anda iş büyür ve “içtinabı gayri kabil bir sahne içinde, iki güzide edip” birbirine girerler. Lokantada bulunanların araya girmesiyle münakaşanın “vahim bir netice” alması önlenmiş olur.
Aradan birkaç dakika geçtikten sonra İsmail Habib ayağa kalkar, niyeti Ahmet Hamdi’nin masasına gidip masada oturanlardan, bilhassa kadından özür dilemektir. Üstadın kendilerine doğru gelmekte olduğunu gören genç şair, onun münakaşayı sürdürmek üzere masaya doğru gelmekte olduğunu sanarak üzerine atılır. Onu göğsünden iter. Yerde bir üzüm tanesi mi, domates parçası mı ne varmış, İsmail Habib o kaygan nesneye basar, sendeler, ayağı kayar ve yere düşer. Araya lokantadakiler girer, böylece hadisenin daha da büyüyerek “dayakla neticelenmesinin önüne” geçilir.
Hadisenin basına yansıması üzerine Cumhuriyet gazetesi, olayın boyutlarını kavramak için lokantaya bir muhabirini gönderir. Hadiseye şahit olan garsonlardan biri gördüklerini şöyle anlatır:
“İsmail Habib Sevük de Ahmet Hamdi Tanpınar da devamlı müşterilerimizdir. O gece yan yana iki masada oturmuş tatlı tatlı konuşuyorlardı. Nasıl oldu bilmem Hamdi Tanpınar birden hiddetlendi. İsmail Habib de çok sinirli görünüyordu. Kapıştılar. Ortada, bir kitap meselesi dönüyordu. Kitaba girdin, girmedin… diye laflar oldu amma, kitaba kim girdi, kim girmedi anlayamadım.”
Muhabir daha sonra da İsmail Habib’in evine gider, olayın gelişimini bir de ondan dinler. Üstat, Ahmet Hamdi’yi birkaç gün önce Bay Danişment’in Kuzguncuk’taki yalısında görüp tanıştığını, kendisine çok büyük iltifatlar ettiğini, o gece lokantada kendisini görünce masalarına yakın bir masa hazırlattığını, ilk dakikalarda tatlı tatlı konuştuklarını, derken ortaya bir kitap meselesinin çıktığını ve kendisine çatmaya başladığını anlattıktan sonra şunları söyler:
“İyi ki o sırada ayağım kaydı, ya elimi kaldırsaydım, maazallah maazallah… Bir tokat, bir sille atsaydım. Onun fizyolojik haline göre o arkadaşla galibane bir kavga yapmak ne sporcu ne pehlivan ne öyle kuvvetli olmaya ihtiyaç yoktu. Fakat onun ne olduğunu bilen bir kimse dünyanın en kuvvetli adamı da olsa ona el kaldırmaz. O arkadaş dövülmeye karşı en sağlam bir sigortayla mücehhezdir.
Bugüne kadar, benimle kavgayı göze alan tek adam çıktı. Ona da aramızdaki kuvvet farkı yüzünden el dokunduramadım. Hayatımın çocukluk ve gençlik devresini sporla geçirdiğim için kollarım çok kuvvetlidir. Hamdi Tanpınar’ın o akşam sinir muvazenesi çok bozulmuştu. Üzerine varmak istemedim. Eski bir pehlivan olduğumu söylemeliyim. Adale kuvvetçe de dengim olmayan zayıf ve rahatsız bir adama dayak atmak, benim için tehlikeli olabilirdi.”
(Allah korumuş, yoksa o muhteşem “Huzur” romanından mahrum kalabilirdik!)
Aynı muhabirin görüşlerine başvurduğu Ahmet Hamdi Tanpınar da hadiseyi kendi cephesinden anlatır. (Demek o günlerde gazeteciler olayın iki tarafının da görüşlerini alıyormuş.) Ona göre gazetelerin yazdığı gibi, lokantadaki masasını Sevük’e yakın olmak için değiştirmediğini, edebiyat tarihi kitabına kendisini almadığı için ona sinirlenmediğini vurguladıktan sonra şunları söyler:
“Ben edebiyat tarihine sille ve tokatla girileceğine kani değilim. Ebediyata eserle intikal edilir. Bu zatın eserine girsem bile hakikaten layık değilsem gene çıkarım. Fakat liyakatım varsa yüz sene sonra bu hata tashih edilir. Beni tanıyanlar bilirler ki ismimden bahsedilmesinden pek hoşlanmam. Bu cins şöhretin meraklısı değilim. Kendi köşemde çalışmayı tercih ederim. Ben şiiri şiir için sevdim. Her sanatkâr gibi tarihe intikal etmek isterim. Fakat rica veya tehditle değil.”
Tanpınar’ın söylediğine göre o “tatlı sohbet” sırasında Sevük bir şaka yapmış, aynı şakaya Tanpınar bir şakayla karşılık vermiş. Sevük’ün latifeyi ciddiye aldığını, kendisine ağır sözler söylediğini, laflarını geri almasını isteğini, tam tersine Sevük’ün sözünü arttırdığını, kendisinin de mecburi mukabele ettiğini belirttikten sonra şunları söyler:
“Ben pehlivan değilim ve bu cins adale kuvvetlerini daima küçük buldum. Çünkü fikrin kuvvetine inanırım. Fakat şahsıma taaruz edildiği zaman, elimden geldiği kadar müdafaa ederim. Benim çelimsiz, hasta, solgun, asabi olduğumdan bahsediliyor. Dostlarımı fazla merakta bırakmamak için sıhhatte olduğumu da ilave edeyim.”
*
Bir iri yarı eski pehlivan muharrir ile sanatoryumda yatmış hasta çelimsiz bir şair lüks bir lokantanın orta yerinde sille tokat birbirlerine girer de gazeteler, köşe yazıları boş durur mu? Yusuf Ziya’dan Sabri Esat’a, Orhan Seyfi’den Burhan Cahit’e, Nusret Safa Coşkun’dan Vala Nurettin’e herkes meseleyi kalemine dolar. Va-Nu yazdığı köşe yazısında bundan sonra Reşat Nuri, Peyami Safa gibi çelimsiz yazarların durup dururken herhangi bir münakaşaya girmemelerini tavsiye ederken, Yusuf Ziya Akbaba’da işe o sırada şiirde ortalığı kasıp kavuran Orhan Veli’yi de karıştırarak hadiseyi tiye alıp şunları yazar:
“Ayak nasırı, yırtık pabuç, ulan, dangalak gibi kelimelerin Türk şiirinde lisan unsuru teşkil ettikleri bir devirde sopanın da kalem yerine geçmesi pek tabidir. Anlaşılıyor ki, bundan sonra edebiyat tarihine meyhane kapısından zor pazı ile girilecek.”
*
Babıali tam şenlikli bir mevzu bulmuşken, her gün meseleye dair bir muharrir mizah dolu kıymetli fikirlerini serdederken, 10 Kasım gününe memleket Atatürk’ün ölümüyle uyanır. Gündem değişir, artık kimse bu kavgadan söz etmez olur.
Böylece bu mühim kavga edebiyat tarihi içindeki yerini alır.
*
Ahmet Hamdi Tanpınar yalnız ve münzevi bir yazar olarak evinde, bir kadın bedenini özleye özleye o muhteşem romanını “Huzur”u yazmaya başlar. “Huzur” 1948’de tefrika edilir, 1949’da kitap olarak yayınlanır. On sene önce İsmail Habib Sevük’ün kitabına girmeyi başaramayan, bu yüzden bir pehlivanla kavga etmeyi göze alan çelimsiz yazar, “sükut suikastından” sapa sağlam çıkarak o gün bugün Türk edebiyatının en büyük yazarlarından birisi payesini kazanır.
*
17 Ocak 1954 günü İsmail Habib Sevük vefat eder. Ahmet Hamdi Tanpınar, 26 Ocak 1954 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde, yazının girişinde sözünü ettiğim “Dostum İsmail Habib” yazsını yazar.
O yazıdan öğreniyoruz; meğer ölmeden son iki saat önce Sevük’le Tanpınar beraberlermiş. İkisi de hiç evlenmemiş. Müzmin bekar ikisi de… Ahmet Hamdi vakit bulup onu “hem çalıştığı, hem de misafirlerini kabul ettiği, duvarları resimler ve kitaplarla kaplı, balkonu Çamlıca’dan Beylerbeyi’ne kadar bütün manzarayı alan” evinde onu her ziyaret ettiğinde yalvar yakar gece kalmasını ister dostundan Sevük. Şimdi gideyim, yarın tekrar gelirim dediğinde, “Gündüz seni ne yapayım? Kitaplarım, yazılarım var, bana dost gece lazım” der. Kanser hastasıdır Sevük, ölümünden iki gün önce de gece kalsın diye yalvarır Ahmet Hamdi’ye, o “yarın mutlaka gelirim” diyerek ayrılır ondan, amacı onu daha çok yormamaktır. Gece evde onu düşünür Tanpınar, kanepede oturuşundaki yalnızlığını, bilinmez bir rüzgârın önüne katılmış gibi görüyordu onu, ertesi gün söz verdiği halde gitmez ona, telefon etmek ister, bir iki kez eli telefona gider vazgeçer son anda, sesini duyarsa gel diyecek biliyor, giderse onu yoracak, ertesi gün mutlaka gidecek ama, kendi kendine söz verir, gitmeden önce Park Otel’de uğradığı Yahya Kemal’den alır haberi, Habib pazar sabahı saat yedide ölmüştü. “Evinde bütün gün beklettiğimi sandığım adam, Beyazıt Camii’nin avlusunda, sulu sepken kar ve yağmurun altında, dostlarının gelip bir vakitler kendisi olan şeye son vazifelerini yapmasını bekliyordu.”
Ölümünden bir hafta sonra kardeşlerine başsağlığı dilemek için arkadaşı Habib’in evine gider Tanpınar. Gittiği her defasında üzerine “ağızlıkları, çakmakları, irili ufaklı kalemleri, büyük, seyrek, daha ziyade bir işaretler yığınına benzer yazısıyla doldurduğu müsveddeleri ile bir işgal ordusu gibi kapladığı masasının” üzeri bu kez bomboş görür. O kadar acıya rağmen şaşırır büyük romancı, “Ölüm başka şeydi, Habib’in o kadar sevdiği evinde bulunmaması başka şey…” Geride kalan her şeye “inanılmaz şeyler gibi” bakar. Hayatında ve bütün dostlarının hayatında çok mühim bir şey kapanmıştı.
Şunları yazar Tanpınar:
“Evden hemen hemen her cumartesi geldiğim saatte çıktım. Yolda hep Yahya Kemal’in söylediğini tekrarlıyordum:
‘Habib, İstanbul’un bir köşesiydi.’
Ölüm, imkansızlığıyla tesellisini kendiliğinden getirir.”