Biz kapattık, biz açtık!
Muhafazakâr camianın, 1930’lu senelerden itibaren iki büyük hasreti vardı:
1. 1932’de artık Türkçe okunması emredilen ezanın asırlar boyunca olduğu gibi yeniden Arapça okunması,
2. 1934’te müze yapılan Ayasofya’nın tekrar cami hâline getirilmesi.
Devlet, tek parti döneminde Arapça ezan yasağının tatbikine şiddetli şekilde özen gösterdi; yasağın yürürlükte olduğu 18 sene boyunca kanuna karşı çıkıp ezanı Arapça okuyan, kameti de yine Arapça getiren binlerce kişi tutuklandı ve bazıları mahkûm edildiler…
Baskıyı Adnan Menderes Hükümeti sona erdirdi ve Meclis 16 Haziran 1950’de Arapça ezan yasağını kaldırdı…
Ayasofya hasreti de nihayet dün son buldu ve Ayasofya, Danıştay’ın 1934’deki Bakanlar Kurulu kararını iptal ettiğinin açıklanmasının ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzaladığı kararname ile yeniden cami haline getirildi.
Muhafazakâr camianın bu iki konuda çektiği azâbı o çevreleri ve düşünce dünyalarını bilmeyenlerin anlayabilmeleri zordur.
Talepler siyasî yahut ideolojik değildi, içten gelen hasretlerin ifadesi idiler ve ezanın ardından Ayasofya meselesinin de halli, çok uzaklarda olan ama bir gün mutlaka gerçekleşeceğine inanılan bir rüya, bir hayal idi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dün gece TV’lerde yaptığı ve “Hamdolsun” diyerek bitirdiği konuşması, gençlik senelerinde işte bu hayalin hayata geçebilmesi temennisi ile çıkılan yolda yıllarca mücadele verdikten sonra galip gelmenin getirdiği mutluluğun ifadesidir.
“KILIÇ HAKKI” VE “FETİH SEMBOLÜ”
Ayasofya bahsinde senelerden buyana devamlı olarak iki kavramı ısrarla yazıp söyledim: Mekânın “kılıç hakkı” ve “fetih sembolü” olduğunu…
Her iki kavramı telâffuz etmem birilerini hiddetlendirdi, “kılıç hakkı”nın İslâmî terminolojiye mahsus olduğundan ve başka dinlerle alâkasının bulunmadığından bîhaberler çıkıp “Kılıç hakkı neyin nesidir? Bu devirde böyle şey mi olur? İsrail ‘Bu da benim kılıç hakkımdır’ deyip Mescid-i Aksa’yı sinagog yapsa verecek cevap bulamayız” diye birşeyler söyleyip durdular.
Derken “fetih sembolü” kavramını tartıştılar ve işi döndürüp dolaştırıp Ayasofya’dan sağlanan turizm gelirine getirdiler!
Dinî terminolojiden ve Türkler’e mahsus savaş kavramlarından nasibini alamamışlar ile “fetih” kavramını “turizm geliri”ne bağlamakta beis görmeyen zihniyete cevap vermek gereksiz olduğu için, burada Ayasofya’nın “kılıç hakkı” ve “fetih sembolü” olduğunu zevk duyarak tekrar etmekle yetiniyorum!
Ayasofya’nın bundan 86 sene önce müzeye çevrilmesine Danıştay’ın kararı ve Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile son verilmiş, böylelikle Fatih’in vakfiyesi de tekrar işler hâle getirilmiştir ve Cumhuriyet tarihimizin en önemli hadiselerinden olan bu gelişmenin “dünyaya karşı kazanılmış bir zafer” olarak görülmemesi, aynı şekilde önem taşımaktadır.
Açık söyleyeyim: 1934’deki karara mutlaka bir sorumlu bulabilmek için komplo teorilerine dalmamız yahut paranoya krizlerine girmemiz lüzumsuzdur, Ayasofya’nın müze haline getirilmesinin ardında başka memleketlerin yahut dış mihrakların etkileri veya baskıları yoktur, kararı Ankara kendi başına vermiştir! Dış politikada Türkiye’yi o günlerde böyle bir uygulamaya mecbur bırakacak herhangi bir gelişme mevcut değildir ve hiçbir devlet yahut çevre bize “Ayasofya’nın cami olarak kullanılmasına son verin” dememiştir.
Ayasofya’yı 1934’te biz kapattık ve 86 sene sonra yine biz açtık! Mâbedin müze hâline getirilmesi memlekette o senelerde gayet şiddetli şekilde esen inkılâp rüzgârlarının tatsız bir neticesi idi; derken aradan uzun seneler geçti, anlayışlar ve ideolojiler değiştiler yahut tarihe mâloldular ve Ayasofya 1934’ten önceki 481 sene boyunca kullanıldığı şekle döndü, yani tekrar cami hâline getirildi.
Tekrar söyleyeyim: Ayasofya’yı biz kapattık ve yine biz açtık! Bu kapanış ile açılışın arasındaki 86 sene içerisinde yaşanan hicranların, ruhlara çöken hüzünlerin, tahammülüne çalışılan ıztırapların ve başa gelen bütün dertlerin sebebi başkaları değil, sadece biziz!