Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        IŞİD’in iki adım ötemizde, Irak’ta son günlerdeki ilerleyişi ve sebep olduğu acılar, Türkiye’nin 19. asrın ilk senelerinde yaşadığı dertleri bilenlere hiç de yabancı gelmez. Vehhabîlik’in kurucularından ve Selefî hareketin ilk silâhlı öncülerinden olan Abdullah ibn Suud, Irak’ta ve Arap Yarımadası’nda 1801’de ne yaptı ise, IŞİD de şimdi aynını yapmaktadır.

        IŞİD, Irak’ta ardında kanlı bir iz bırakarak ilerliyor. Ele geçirdiği hemen heryeri yakıp yıkıyor, toplu infazlar yapıyor, hattâ türbeleri ve mezarları bile yerle bir etmeye hazırlanıyor... Hemen iki adım ötemizde yaşanan bu acılar, Türkiye’nin 19. asrın ilk senelerinde uğradığı dertleri ve sıkıntıları bilenlere aslında hiç de yabancı gelmiyor. Bugün toplu can almalardan yakıp yıkmalara, içerisine Türkiye’yi de alan cihad ilânlarından mezar tahriplerine kadar IŞİD’in yaptığı ne varsa, hemen hemen tamamı, 1801’de patlayan ve 19 sene devam eden Vehhabî isyanı sırasında da aynen yaşanmıştır

        ALTIN, İPEK VE TÜRBE YASAK!

        İşte, Vehhabî ayaklanmasınınve isyancıların bugün IŞİD ile aynıolan kan dökme meraklarının kısaöyküsü:1801’deki Vehhabî isyanını Muhammed Abdülvehhab adında bir Arap’ın torunu olan Abdullahibn Suud başlattı. Abdülvehhab 1703’te Arap Yarımadası’nın ortataraflarında bir yerlerde doğmuş,küçük yaşta İslâmî ilimleri tahsilebaşlamış, kendisinden 500 yıl önce yaşamış olan Selefî bir şeriat âliminin, İbni Teymiyye’nin yolundan gitmiş ve yaşı kemâle erdiği zaman sonraları kendi adıyla anılıp “Vehhabîlik” denecek olan mezhebin temellerini atmıştı. Vehhabîlik’in temelinde, esas itibarı ile peygamber zamanındaki hayat tarzına dönüş düşüncesi vardı, peygamber devrinde varolmayan yahut hoş karşılanmayan ne varsa yasak edilmeliydi, meselâ altın ve ipek kullanmak günahtı; İslâmiyet’te mezar diye bir kavram da yoktu, dolayısıyla mezarın değil ziyareti, yerinin belli olması bile haramdı.

        DÜNYAYA AÇILIP KATLİAM YAPTILAR

        Abdülvehhab 84 yaşında öldü ve mezhebi yayma işi damadı Muhammed’e düştü. Vehhabîler, Arap Yarımadası’nın ortasındaki Necd bölgesinde çeyrek asır boyunca sessiz sadasız, kapalı bir toplum halinde yaşadılar ve Muhammed’in torunu Abdullah, yani sonradan Osmanlı’nın başına seneler boyu belâ olan Abdullah ibn Suud zamanında dünyaya açıldılar.

        Abdullah fikirlerini yaymak ve insanları ikna etmek için tek birvasıta kullandı: Kılıç... Arabistan’daisyan bayrağını açtı, onbinlerce başı bozuğu yanına toplayıp Irak’a geçti ve 1801’de Kerbela’ya saldırdı. Çoluk-çocuk demedi, üç günde 5 binden fazla kafa kesti, sonrada “Dinde mezar yoktur” deyip peygamberin torunu Hazreti Hüseyin’in sandukasını yaktı.

        Ertesi sene Taif’e girdi ve bu defa Taifliler’i doğradı! Artık, Mekke’yle Medine’nin yolu önünde açıktı; gitti, her iki kutsal şehri de işgal etti ve kendisine karşı koyan kim varsa kellelerini kesti. Halifelerin ve din büyüklerinin mezarları bile hışmına uğradı; peygamberin Medine’deki türbesinin dışında ne kadar mezar varsa, hepsi yerle bir oldu.

        Abdullah’ın başkaldırmasından sonra, kutsal topraklara artık sadece terör hâkimdi. Hacca uzun yıllar gidilemedi ve bütün uyarılara rağmen kelleyi koltuğa alıp Mekke’ye doğru yola çıkanlardan da hiçbir haber alınamadı.

        DEVLET, ONUN İSMİNİ TAŞIR

        İstanbul, Abdullah’ın terörüne karşı çaresiz kalmıştı. Zamanın padişahı İkinci Mahmud 1819’da Mısır’dan, orada hüküm süren vali Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi. Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa Mısır askerinin başına geçti ve Mısır ordusu Türk birlikleriyle beraber Arap Yarımadası’nıniç kısımlarına doğru ortak operasyonlar yapmaya başladı. Abdullah yakalanıp Mısır’a götürüldü, ele geçirilen diğer adamlarıyla beraber bir gemiye kondu ve İstanbul’a yollandı. Binlerce kişinin katili imparatorluk başkentine ulaştığında 1820 Şubat’ının ortalarıydı. Bütün memleket bayram etti ve isyancıların cezaları birkaç gün sonra verildi: Bostancıbaşı Halil Ağa, Abdullah’ın kafasını Bayezid Meydanı’nda, Sultan Mahmud’un huzurunda bir vuruşta kesti ve Osmanlı devrinin bu en kanlı teröristi tarihe intikaletti. Abdullah bin Suud’un ismi tanıdık mı geldi? Yanılmıyorsunuz demektir; soyu bugün de devam ediyor ama torunları onun gibi yol kesip onbinlerce masumun canını almıyor, krallık ediyorlar: Suudi Arabistan’da Suudi rejiminin kurulması ile hüküm süren bütün krallar ve ülkenin şimdiki kralı Abdullah da Abdullah bin Suud’un soyundan geliyor. Üstelik sadece kralların değil, Suudi, daha doğrusu“Saudi” Arabistan’ın ismi bile...

        İŞTE 1916'DA TÜRKİYE'YE KARŞI YAYINLANAN CİHAD BİLDİRİLERİ

        GEÇEN gün, IŞİD’in Türkiye’yi de cihad alanına dahil ettiğini duyurması üzerine bu küstahlığın bize karşı açılmış ilk cihad olmadığını, bu şekilde kutsal savaş çağrıları ile daha önceleri de defalarca karşılaştığımızı yazmış ve Şerif Hüseyin’in 1916’da yayınladığı iki ayrı cihad bildirisinden birinin bazı bölümlerini yayınlamıştım. Bu bildiriden Türkiye’de şimdilerde pek söz edilmediği, üstelik artık tarih bile çarpıtılıp ortaya Birinci Dünya Savaşı senelerinde Araplar’ın bize isyan falan etmedikleri gibisinden tuhaf iddialar atılır olduğu için okuyucularım Şerif Hüseyin’in diğer cihad bildirisinde neler dendiğini merak etmişler... Aşağıda, sonraki senelerde Suud ailesi tarafından devrilip sürgüne gönderilecek olan Şerif Hüseyin’in Türkiye’ye karşı ilkini 26 Haziran, ikincisini de 10 Eylül 1916’da yayınlamış olduğu iki cihad bildirisinin bazı bölümlerini daha geniş şekilde naklediyorum:

        ŞERİF HÜSEYİN’İN 26 HAZİRAN 1916 TARİHLİ İLK BİLDİRİSİ:

        “...Mekke şerifleri, İslam birliğinin güçlenmesi maksadıyla Osmanlı Devleti ile yakın ilişki içerisinde bulunan Müslüman liderlerin hemen en başında yeralırlarken, Araplar da Allah’ın kitabındaki emirleri yerine getiren Osmanlı hükümdarlarına her zaman sadık kaldılar. Bunu, tarihten anlayan herkes bilir.

        Ama, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra bu durum değişti. İmparatorluğun her yanında düzensizlikler başgösterdi, özellikle son savaşa girilmesiyle devlet de son derece tehlikeli bir duruma düştü. Kutsal topraklarda yaşayanlar bile büyük sıkıntı çeker oldular.

        İttihadçılar, yaptıklarıyla yetinmeyerek Allah’ın kitabını da tahrif etmeye kalkıştılar. İmparatorluğun başkenti olan İstanbul’da yayınlanan ‘İçtihad’ gazetesi Sultan’ın, sadrazamın, şeyhülislâmın, vezirlerin ve parlamenterlerin gözleri önünde peygamberimize hakaret etmekten çekinmedi. Kur’an’ın âyetlerini, özellikle miras hukukuyla ilgili hükümlerini bozmaya cesaret etti.

        Yaptıklarını kâfi görmeyen İttihadçılar, İslam’ın beş şartından biri olan oruç tutmayı da ortadan kaldırmak istediler. Mekke’de, Medine’de ve Şam’da bulunan askerlere Ramazan ayında oruç tutmamaları emredildi. Bütün Müslümanlar’ın yanısıra yabancılar da bu durumun şahididirler.

        Koskoca Osmanlı İmparatorluğu Enver, Cemal ve Talât Paşa üçlüsünün eline düştü. Biz, Müslümanlar arasında bir bölünme yaratmamak için bu vaziyete şimdiye kadar ses çıkartmadık ve tepki göstermedik ama İslam ulemasının önde gelen isimleri, Cezeyrî, Şahabî, Şefik el Müeyyed, Şükrü Bey, Abdülvahab, Tevfik Bey, Zaravî, Arisî ve daha birçok kişi, yargısız bir şekilde idam edildiler. Nice aileler, liderlerin serhoş vaziyette verdikleri emirlerin uygulanması neticesinde perişan oldular.

        Mekkeliler’in hayatlarına ve şereflerine karşı yapılan saldırıları protesto maksadıyla düzenledikleri bir gösteride, İttihadçı bir kumandanın emriyle halkın üzerine ve Kâbe’ye top ateşi açıldı. Kutsal Hacer-i Esved’in bir ve üç metre ilerisine iki mermi düştü. Kâbe’nin örtüsü, bu mermiler yüzünden alev aldı. Vaziyeti gören halk ateşi söndürmek için Kâbe’nin üzerine tırmanmaya çalıştığı sırada askerler topları yeniden ateşlediler ve masum halktan birçok kişi şehid oldu. Halk günler boyu Harem-i Şerif’e giremedi ve Kâbe’de namaz kılınamadı.

        Hicaz halkı işte bu gibi sebeplerle ve İslam’ın geleceğini böyle kişilerin ellerine bırakmamak düşüncesiyle artık bağımsızlığını ilân etmeye karar vermiştir. Gücünü imanından ve kahramanlığından alan halkımız, yeni kahramanlıklarını tarihin sayfalarına altınla nakşedecektir!”

        ŞERİF HÜSEYİN’İN 10 EYLÜL 1916 TARİHLİ İKİNCİ BİLDİRİSİ:

        “...İmparatorluk savaşa girmekle büyük hata etti. Bugün Osmanlı entellektüelleri ve aklı başında olan hiç kimse savaşa girmemizi doğru bulmuyor. Askerler, Trablusgarp ve Balkan Savaşları’ndan buyana bir cepheden ötekine gönderiliyorlar. İktidarda bulunan İttihad ve Terakki, savaş bahanesiyle halkın üzerindeki baskılarını daha da arttırdı ve koskoca imparatorluk bu diktatörlerin şeytanî emellerine âlet edildi.

        İttihadçılar’ın liderlerinden olan Cemal Paşa, Şam’da canının istediği kişiyi asıyor yahut vurduruyor. Orada açtığı bir gece klübünde Şam’ın önde gelen ailelerinin kızlarını hizmetkâr gibi kullandırıyor. Skandallarla dolu bu içkili umumhanede partiler düzenleniyor ve Paşa subaylarına kendisine refakat etmelerini emrediyor. Verilen demeçlerde dini ve milli duygularımıza hakaretler ediliyor. Cemal Paşa’nın bu davranışları İslam dinine, Türk ve Arap âdetlerine saygısızlığın tam bir örneğini oluşturuyor.

        İşte bu yüzden, İslam dünyasındaki bütün kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere itaat etmemeye çağırıyorum. Allah’a itaat etmeyenlere itaat edilmez!”

        Diğer Yazılar