Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Seçim tarihi ve genel hatlarıyla takvimi belli oldu.

        Türkiye’yi kim yönetecek sorusunun cevabını öğrenmek için yaklaşık 2 aydan biraz daha fazla bir zaman var önümüzde.

        Bir iktidar sürecinin ortaya çıkmasının da, sona ermesinin de elbette çok sayıda etkeni vardır. Hele bu iktidar bir tarihsel döneme karşılık geliyorsa.

        Kuşkusuz tarihsel dönemler birdenbire sona ermez, aniden de başlamaz. Bizim onlar için son ya da başlangıç diye ifade ettiğimiz tarih ya da hadiseler daha çok sembolik değerdedir.

        12 EYLÜL NEYE HAZIRLIKTI?

        12 Eylül askeri darbesinin, memleketimizde cereyan eden terör ve kaosu sona erdirmek üzere ortaya çıktığı devletin resmi teziydi. Üstelik 11 Eylül 1980 gününe baktığımızda bu tezi görünürde doğrulayacak hadiseler ve ortam da mevcut.

        Türkiye o kargaşanın içine nasıl sürüklendi? Peşpeşe gelen koalisyonlar, ülkedeki yokluk ve o günlerin ifadesiyle anarşi, hangi dinamiklerin sonucuydu? Siyasetin ve daha büyük soruyla devletin bundaki payı ve ihmali neydi soruları hala anlamlı cevaplar bekliyor.

        Öte yandan 12 Eylül darbesinin “kudretli” generalleri eliyle gerçekleşen “huzur ve sükunet” ortamının, Soğuk Savaş’ın bitmesine yakın bir dönemde Türkiye’yi “yeni dünya”ya hazırlayan bir tasarım olduğu tezi de ciddiye alınacak pek çok delile sahip.

        24 Ocak 1980’de alınan ekonomi merkezli kararlar, bunların taşıdığı çerçevenin 1983 seçimleri sonrasındaki iktidarın ve tuhaftır birkaç istisna dışında hemen tüm parti programlarının gözdesi olması kayda değer bir tablodur.

        Sonrasında ANAP’ın lideri olan Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarının mimarlarından olup, vesayet altındaki bir seçimde tek başına iktidara gelmesini de buraya ekleyebiliriz. Vesayetin seçtirdiği bir lider ve iktidar olduğunu söylemiyorum. Ama Türkiye’nin Berlin Duvarı'nın yıkılışı öncesindeki hazırlıkları ve kurulan “yeni dünya”ya entegrasyonuyla ilgisi de herhalde yok sayılamaz.

        Bu süreçlerin öyle güllük gülistanlık ve çatışmasız şekillenmediğini, Türk devleti içinde de görüş ayrılıkları olduğunu, bunların farklı aktörler üzerinden temsil edildiğini hatırlatmama gerek yok sanırım.

        1945 SONRASI DIŞ POLİTİKA

        Sizi seçimleri kim kazanacak tartışmasından uzak tutmak niyetinde değilim. Aksine merakınızı biraz yakın tarihle desteklemek ve kışkırtmak istiyorum.

        İzninizle II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlere dönelim bu kez de.

        1945 yılında Almanya’nın yenilgiyi kabul etmesiyle birlikte, Avrupa bu kez de doğudan Sovyet, Batı’dan İngiliz ve Amerikan güçleri tarafından parsellendi.

        O zamana kadar dünyadaki güç dengelerinin ve çatışmalarının belirleyici gücü, bir şekilde Avrupa merkezliydi. Amerikan gücünün birinci savaş itibarıyla kendi tarzına uygun biçimde bağıra çağıra gelmesi de malum elbette.

        Ancak dünyanın ABD ve Sovyetler Birliği arasında bölüşümü ve Soğuk Savaş döneminin başlangıcı 1945 sonrası şekillendi.

        O dönemin biraz öncesindeki dünya, özellikle savaş devam ederken Türkiye’ye denge kurma imkanı veriyordu kısmen de olsa. İsmet İnönü’nün ve o zamanki devlet tecrübesinin hamleleri, ülkemizi savaşın dışında tutmaya yetmişti.

        Ancak savaşın bitimiyle işimiz gerçekten çok zorlaştı. Bir yandan 1925 anlaşmasıyla belli bir ittifak dengesinde olduğumuz Sovyetlerden koparken, diğer yandan yeni kurulan dünyanın Batı tarafında sağlam bir yer bulmanın arayışına girdik. (Bu hikayenin özgün ve kapsamlı bir anlatımı için Prof. Dr. Cemil Koçak’ın Türkiye’de Milli Şef Dönemi çalışmasının 2. Cildine dikkat çekmek isterim. (İletişim Yayınları, İstanbul 2009)

        İÇ POLİTİKANIN ŞEKİLLENMESİ

        Meselenin elbette bir de “iç” boyutu var. Türk dış politikası böylesine zorlu bir dönemde değişim sancıları yaşarken; iç politikamız da kurulan yeni dünyaya uyum sağlamanın adımlarını atıyordu. Sancılı mı evet, çatışmalı mı bu hayli tartışılır.

        Şunu da aktarmak istiyorum. CHP içinden doğan ve kuşkusuz tek parti döneminin çatışma alanlarında yoğrulan bir toplumsal zemini olan Demokrat Parti’nin iktidar hikayesini tek taraflı okuma alışkanlığı; İnönü-CHP ve toplamda dönemin siyasi aklının bu yöndeki adımlarını ve hamlelerini görmeyi zorlaştırıyor. Çok istekli olduklarını ya da iktidar devrine bayıldıklarını değil, yaklaşan fırtınayı gördüklerini söylüyorum.

        1945-50 arasının hikayesi basit bir iktidar değişimiyle açıklanamayacak kadar çok boyutlu ve karmaşık. Ancak nerede duracağımıza dair verdiğimiz karar, Soğuk Savaş dönemindeki pozisyonumuzu belirleyecek düzeyde stratejik sonuçlar üretmiştir.

        Şimdi bugüne dönelim.

        Dünyanın yeni bir düzenin sancıları içinde olduğunu, pandemi döneminde fısıltıyla, 2022’de başlayan Ukrayna’nın işgali sonrasında yüksek sesle konuşuyoruz.

        Peki bu yeni dünyaya uyum sağlama konusunda Türkiye’nin hamleleri ne anlama geliyor ve tüm bunlar seçim sürecini nasıl etkileyecek?

        Bunu da çarşamba tartışalım.

        Diğer Yazılar