Bu feryad bülbül sesi mi?
Erdoğan yerel seçim manifestosunu ve yeni şehircilik anlayışını açıklarken "o" dizelerden alıntı yaptı “Nesimi'nin dediği gibi "Gülden terazi yaparlar, gülü gül ile tartarlar, gül alırlar gül satarlar, çarşıda pazar güldür gül."
"Gönüller birleştiğinde ancak böyle şehirler kurulur" demek için telaffuz etti bu dizeleri.
Bu dizelerin beyin motorlarımı ve hafıza enjeksiyonlarımı çalıştırıp beni zaman tünelinin koridorlarından 1995 yılına atacak özel bir şifre olacağını nereden bilecekti? Ben bile bilmiyordum.
Hemen YouTube’dan Özhan Eren’in o ilahisini, bir zamanlar Kanal 7’nin en çok gösterilen ama hiç sıkmayan o güzel video klibini buldum.
Siz Özhan Eren’i Ak Parti’nin seçim şarkısı "haydi bir daha"dan biliyorsunuz. Olmadı, Kara Tren’den.
Biz, 90’lı yılların ilk çeyreğinin çocukları, Eren’i kuş bakışı Sultanahmet görüntüsüyle açılan, mütevazi ama insanın içine işleyen video klibinden; Nesimi şiiriyle bestelenmiş o güzel ilahisinden biliyoruz.
*
Gül olanın aslı güldür, Peygamberin nesli güldür,
Girdim şahın bahçesine, cümlesi aşı güldür gül.
Asmasında gül dalları, kovanında gül balları,
Ağacında gül hâlleri, selvi çınarı güldür gül.
Açıl gel ey gonca gülüm, ağlatma şeydâ bülbülün,
Şu inleyen garib dilin, âh-u efgânı güldür gül.
Gülden terâzi yaparlar, gül ile gülü tartarlar,
Gül alırlar gül satarlar, çarşı pazarı güldür gül.
Gel hâ gel gül ey Nesîmi, geldi yine gül mevsimi,
Bu feryad bülbül sesi mi, sesi feryâdı güldür gül.
*
Sahiden çok güzeldi.
Arkadaşlarınızın, çevrenizin, takip ettiğiniz kişilerin ve kendinizin gerçekte kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini hatırlattığı için topluca yok sayılmış bir hatıra apansız çıkageldiğinde ne olur?
O oldu.
Ve hıçkırarak ağlamaya başladım.
Bütün tel zımbalar kalbimin üzerine kapaklandı.
Ultrasonda görünecek, steteskopta duyulacak, röntgenlere yakalanacak, mikroskopta izlenebilecek kadar somut bir acıydı.
Çünkü sadece geçmişte kaldığı için güzel değildi bu beste. Bu dizeler.
Güzel olduğumuz zamanların fonunda durduğu için güzeldi.
Peygamber sevgimizi, gül ile tartılma niyetimizi temiz bir dünyevilikle perçinleyeceğimizi sandığımız günlerin fonuydu bu beste.
Ne acayip günlerdi.
Başörtülü olmak, kitap okumak demekti sözgelimi. Kadın olmak, evini değil kafanın içini dekore etmeyi amaçlamak anlamına gelmeliydi.
Tek kötü huyumuz arkadaşımızın masasından Bilgi ve Hikmet dergisi aşırmaktı.
İyi insanlardık.
Ya da kötülük yapmaya henüz fırsat bulamamıştık.
İslami bir camia olarak insanlara güzel bir gelecek, normalleşmiş bir toplum, kimsenin mutsuz olmadığı, adalet ve özgürlük esasına göre dizayn edilmiş bir ülke vaadimizin olduğuna inanıyorduk. Günü kurtarma argümanlarına, PR’a, propagandaya gönül indirmeye esrarkeşlik muamelesi yapılan bir iklimdeydik.
Dergiciliğin, kültür sanat yayıncılığının olduğu, itibar gördüğü, TV’lerimizde ve gazetelerimizde bunlara sahiden önem verilen günlerdi.
"Enformatik Cehalet" kitabını ezberlediğimiz Nabi Avcı’nın “Walter Benjamin’in ‘Pasajlar’ı okundu mu?” diye sorduğu, İsmet Özel’in "şiir geldi" diyerek övdüğü Süleyman Çobanoğlu’nun akşamüstü kuşağında bir kültür sanat programında sunucu olduğu, şimdi devlette çalışan Ahmet Demirhan’ın uzun uzun Heidegger konuştuğu, "Bilginin İslamileştirilmesi" meselesine bakmayanın, Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezini tartışamayanın adamdan sayılmadığı, İsmail Kara ve İsmet Özel’in şimdi hayal bile edemeyeceğimiz lezette bir programı beraberce yaptıkları, değirmenin suyu Refah Partisi ve uzantıları olduğu halde dileyenin dilediği gibi Erbakan eleştirisi yapabildiği ama dışlanmadığı, en büyük skandalın başörtülü bir kızla bir yapımcı ya da kameraman arasında bir "aşk" yeşermesi ihtimalinin "görüldüğü" dedikodusundan ibaret olduğu, en büyük yolsuzluğun tuğla kalınlığında olan ve YKY’nin herkese göndermediği "Ulysses’imi kim aldı?" üzerinden döndüğü bir Kanal 7’den bahsediyorum. Aramızda çalışma şartlarını beğenmeyip Magna Carta tadında bir talep listesi oluşturarak grev yapanlar oldu sonra. Elbette işten atıldılar ama kimse davaya ihanetle suçlamadı, dışlanmadılar.
Çünkü main stream dindarlıktan daha farklı bir dalga boyunda salınmak mübahtı. Hatta muteberdi.
Tarkovsky’nin "Ayna"sını anlamamayı sorun addeden İslamcılardık. Öyle bir dönemdi.
Ayşe Şasa’nın tekkeye dönen evinde Halit Refiğ sineması ve İbni Arabi sohbetleri yapmak, İhsan Kabil’den Antonioni sineması üzerine bir panel dinlemeye gitmek ve Nilüfer Göle’nin Modern Mahrem’ini tartışmaya vakit ayırmak önemliydi.
Günün en güzel süprizinin Ayşe Böhürler’in evinde Müslüman olduktan sonra Abdülkadir es-Sufi ismini alan Ian Dallas’ın "Gariplerin Kitabı" kitabını bulmak olduğu günlerden bahsediyorum.
Edward Said’den Batı’nın organize işlerini okuduğumuz, Roger Garaudy’ye yapılanları tel’in ettiğimiz, ama Aliya İzzet Begoviç’in Doğu Batı Arasında İslam’ıyla şekillendiğimiz; Rimbaud’u, Goethe’yi, Rilke’yi çıkarmış bir Batı’dan vazgeçilemeyeceğini de bildiğimiz yıllar.
Hilmi Yavuz sayesinde Iris Murdoch’u keşfettiğim, Giovanni Scognomillo’nun teşvikiyle sinema yazmaya başladığım dönem.
Mü’min, iletişimci ve bir müzik doktrineri olan Yalçın Çetinkaya’nın İhvan-ı Safa’da Müzik Düşüncesi kitabı o yıl çıkmış… Ama gençlere "Kur’anı iyi öğrenin, bir de enstrüman çalmayı…" öğüdünü çok daha önceden vermeye başlamıştı o. Nitekim, Türk müziğine viyolonseli adapta eden Fırat Kızıltuğ’dan Türk Edebiyatı Vakfında, sonra Yusuf Ömürlü’den Kubbealtında nazariyat ve enstrüman dersleri alma pahasına okulu asmama vesile olan da bu nasihat…
Ahmet Turan Alkan "Üç noktanın söylediği" kitabını yeni yazmış. Muhiyddin Şekur’ün kitaplarıyla o yıl tanışmışım. Cafer Turaç bürokrat değil sadece şair… Susan Sontag ile İbni Teymiye, "Ne Kitapsız Ne Kedisiz" Bilge Karasu ile Abdülkerim Es Surüş aynı masada. Hepsine yer var çünkü normal bir hayatta. Hakikat, "O ya da bu!" şeklinde cerayan etmez, "hem o, hem bu" diyebilmekle bulunur. O zamanlar öyle.
Lale Müldür, Ahmet Güntan ve Thomas Stearns Elliot şiirine bayılan Müslümanlarla çevrili olduğum, biran önce Kayıtlar dergisinin bütün sayılarını bulunduran bir sahaf bulamazsam; Defter, Gergedan ve Argos’un nüshalarını edinmezsem, iyi bir insan olamayacağımı hissettiğim o iklim. Ne kadar kısaymış ömrü.
Cüneyt Arkın’ın Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde "Kötülüğün Şeffalığı diye bir kitap var, yazarı Baudrillard diye bir adam" diye konuşup, kalabalıkta da kitabı okumuş olan ben dahil en az beş kişinin olduğu sahne, şimdi fantezi gibi geliyor, ama değil. Gerçek.
Medya propaganda aracı değil; yandaşlık, iktidar-medya ilişkilerinin bunalımı, kabine belirleyen GYY'ler yine var, ama zıttına da yer var.
Medyayı, her çiçekten bal süzmeyi sağlayan bir okul olarak değerlendirmek isteyenlere fırsat var. Nitekim, İhsan Oktay Anar’ı yayına çıkaramadığımız için, Sezai Karakoç’u TV’ye çıkmaya ikna edemediğimiz için "helal olsun, ne büyük adamlar" diyen medya mensuplarıyız ve bu tutumuzun verdiği oximorondan ayrıca lezzet almaktayız. Ünsal Oskay "Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım" dediğinde neden bahsettiğini anlıyoruz ve mesajı alıyoruz.
İlginçtir, "Cemaat" de henüz FETÖ değil, "Dinlerarası Diyalog nereye kadar?" dosyasında "bu işten hayır gelmez abiler, gençler" temasını işlemişim ve Aksiyon Dergisi’nde "kapak" olmuş. Dönemin GYY'sinin masasının arkasındaki duvarda bir poster var. Rahmetli Çeçen lider Dudayev’in posteri.
İslami camiadaki patronların hanım çalışanlarla görüşecekleri zaman kapılarını aralık bıraktığı, İslam fıkhına göre davranıp yaşadıkları günlerdeyiz ama ama din kadar din felsefesi de var, modern felsefe, sinema, müzik de var hayatımızda, yanyana; siyasete ilgimize siyasete bıyık altından gülebilen bir sense of humour eşlik edebiliyor, ve bu ayıp değil.
Dindarız ve "hermenötik" bir suç değil, Kur’anın ve hadislerin anlamının felsefenin kelamın imkanlarıyla nasıl genişletilebileceğini, İslam’ı hayatın içine çekmenin yolları "rahatça" konuşuluyor ve kimse bunu yaptığı için linç edilmiyor.
Gençler için, İlesam’da Dergah dergisinin Mustafa Kutlu’su ile karşılaşmak ve konuşmak, Hakan Albayrak’ın son Bosna ziyaretinin izlenimlerine vasıl olmak, bir politikacının kapısında eyleşmekten çok daha ‘cool’ bir durum.
Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığını kazanmış olmasının verdiği bir özgüven, cesaret ve onun siyasete çok büyük anlam katacağının sezgisi, sevinci var. Ama zafer sarhoşluğu, fetih özlemi, "diz çöktüreceğiz" beklentisi yok. Cümle içinde, kapalı kapılar ardında bile. Bilakis, sorunlar olsa da, toplumsal barış beklentisi artmış durumda. Abdurrahman Dilipak ve Toktamış Ateş’in Kemalistler ve dindarlar arasında kurmaya çalıştığı köprünün anlamı ve derinliği her kesimden insanı etkiliyor.
Dindarların ‘walkman’lerinde Ahmet Kaya var. Müzik caiz mi değil mi diye tartışan mutaassıplar bile, Ahmet Kaya dinliyor. Kürt meselesinde, otorite ve tahakküm eleştirisi dindarları ve kürtleri yakınlaştıran ortaklaştıran bir kaide temin ediyor.
Dergah, İzlenim, Kaşgar, Yedi İklim sadece okunmuyor, ayrıca satıyor da. Rasim Özdenören, Beşir Ayvazoğlu, Nazif Gürdoğan, Dücane Cündioğlu, Mehmet Aydın, İlhan Kutluer, Mustafa Özel gibi isimler güncel politika ile hemhal olmayan edebiyat, iktisat, felsefe ve ilim insanları olarak, popüler siyaset yorumcuları kadar ilgi görüyorlar, seviliyorlar.
Liberallerle de, solcularla da ortak noktalar var, birikimlerine saygı duyulmakta. İsmi "ortak payda" olan programlar var TV’lerde. Ortak payda arayışı muteber bir arayış çünkü.
Sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları şehirli muhafazakarlığın ihtiyaçlarına uygun olarak son derece yapıcı roller oynuyorlar. Birlik Vakfı, Ensar Vakfı, İlim Yayma, Bilim Sanat, İlesam, Türk Ocağı dolup taşıyor; hem dayanışma, hem ahlaki harita temin etme, hem Müslüman kamunun entelektüellerle buluşma mekanları.
Ablalar tesettür şeklimizi beğenmiyor, çıngıraklı kahkahalarımız Müslüman kızlara yakışmıyor itirazlarıyle eleştiriliyor, ama internet yoluyla kucağımıza düşen hocaların kadınlar için sarfettikleri sapkın ayar verme girişimlerinden haberdar olmayabilme lüksümüz var; hem dindar ve tesettürlü hem neşeli olduğumuz için kendimizle gurur duyuyoruz. Dindarlığımıza eşlik eden dünyevileşmenin tonları çok masum henüz. Kimseyi yaralamayan, haram sınırlarını aşmaya cüret etmeyen, ihtirasta ve şehvette gözü olmayan, parayı zenginliği, otorite sembollerini alabildiğine aşağılayabilen bir dünyevilik içindeyiz.
Tüm bunlar olurken, Ramazan'da, Şaban’da da, Muharrem’de; dostlarla edilen iftarlarda ve televizyonun açık olduğu pek çok anda, hep o var. O müzik.
Gül olanın aslı güldür, Peygamberin nesli güldür,
Girdim şahın bahçesine, cümlesi aşı güldür gül.
Gel de özleme.
Kalbimizi ısıtıyor, Hz Muhammed’i odamıza getiriyor, ayağına panduf verip çay ikram etmeyi istettiriyor. Anne yeleği gibi bir beste, o kadar çok yayınlanıyor ki, başımızı her yasladığımızda orada olacağını sanıyoruz, şeker ve baharat kokacak, üzerinde saçımızın teli kalacak… Zaman öyle donacak, o hal üzere gidecek.
Ama öyle olmuyor.
28 Şubat, çalışan bir saç kurutma makinesini su dolu küvetimize atıp çekiliyor. Çarpılıyor ve çarpıtan eğip büken bir aydınlanma yaşıyoruz.
Dünya kaç bucak görüyoruz.
Avcı tarafından kovalanan filler, bazen bir noktada durup dişlerini ağaçlara çarpa çarpa kırar, dişlerini arkadan gelen avcıya bırakır, bedenlerini kurtarma üzerine sözsüz bir pazarlığa girişirler.
Öyleyiz biz de.
Yaralı hayvanlara dönüşüyoruz. Bütün öncelikler yeniden belirleniyor. Dişlerimizi kırıp, kalanıyla devam ediyoruz.
Siyaset de, para da, iktidar da anlamlı makamlara terfi ediyorlar yavaş yavaş.
Özgür olmak için iktidara sahip olmalısın, iktidar için reel siyaset yapmak ve medyayı etkin kullanmak zorundasın ve bunlar para olmadan olmaz, noktasına geliniyor. Her yeni denemede siyasetin finansmanı meselesindeki zaruret eşikleri biraz daha hızlı geçiliyor.
Bunlar bir kere meşrulaşınca, daha önce burun bükülen şeyler "gerekli kalemler" haline gelince, doz belirleyecek, dur diyecek adamlar da kamuoyunun akilleri olarak kalmak yerine "taşın altına elini koyma" zorunluluğu üzerinden danışman, bakan, bürokrat hayatına geçince, olan oluyor.
Neyin olduğunu uzun uzun anlatmayayım gayet iyi biliyorsunuz.
Hikaye sarsıla sarsıla ilerlerken, dişlerden daha fazlasının kırıldığını, feda edilebildiğini de gördük, yaşadık. Mevcut sarsıntılar yetmemiş gibi, "Çoğunluk iktidarı olmanın dezavantajı çok kalabalık olmamız. Bir fitne çıkaralım da zayıflar elensin, alan bize kalsın" maksadıyla her gün yeni bir kavga yeni bir dava ve daldan armut silkeler gibi insan silkeleme yıkıcılığına tevessül edenler muteber hale geldi. "Öteki" ile olumlu yapıcı ilişkiler kurma idealinin yerini sahte ve satın alınmış uzlaşmalar aldığında işe koşulmuş pahalı devşirmelerin olana bitene çanak ve tempo tutması da evlere şenlik bir gerizekalılık görüngüsü oldu.
Bütün bu işten bize özgü bir kültür, medeniyet tasavvurumuza uygun bir sanat teorisi filan çıkmayacaktı tabii ki.
Kültürel iktidar tartışmalarına bakıyorum da, sebebi "kültür adamımız yoktu" diye açıklamanın büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü vardı. Kültüre en meraklı nesil, 90’ların ilk çeyreğinde yaşadı, rol modelleri de vardı çünkü. Onlara, "Durun, yerinizde kalın, düşünün, üretin" diyecek zemin ve vizyon yoktu sadece. Süreçte, internetin, sosyal medyanın, insanların elli sayfa kitap okumak yerine 140 karakterden 20 tivit okuyarak tatmin olur hale gelişinin de etkisi var, ama çok değil, teknoloji mazeret olamaz.
Netice-i kelam, günün sonunda bize kalan, Nesimi’nin sözlerine, Özhan Eren’in sesine “Bu feryad bülbül sesi mi, sesi feryâdı güldür gül” dizesine nazire yapan bir hüzündür.
Bülbül değişik, gül plastik.
Bahçe tarumar, ne bülbül ötmekte ne de açmakta çiçek.