Dersim'e Dersim dersek ne olur?
Tunceli Belediye Meclisi, belediye girişindeki "Tunceli" isminin yazılı olduğu tabelanın "Dersim" diye değiştirilmesi kararı aldığını bildirdi. "Komünist Başkan" olarak tanınan Tunceli Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun ilanı tartışma yarattı. En sert tepki tahmin olunacağı üzere MHP lideri Devlet Bahçeli'den geldi: "İlgili karar yok hükmündedir, ayaklarımızın altındadır, gereği de mutlaka yapılmalıdır. Türkiye’de resmi olarak Dersim ismiyle anılan bir vilayet yoktur, olamayacaktır."
En sert eylem ise yine beklenebileceği gibi Vatan Partisi’nden geldi. Vatan Partisi üyeleri, Fatih Mehmet Maçoğlu ve belediye tabelalarında 'Tunceli' yerine 'Dersim' yazılması kararına imza atan Belediye Meclisi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundular. "Buradan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Tunceli Valisi Tuncay Sonel'e sesleniyoruz. Bu rezalete izin vermeyin” dediler.
Fatih Mehmet Maçoğlu keşke il genelinde bir plebisit yahut referandum yaparak bu kararı alsaydı. Öyle bir durumda da çoğunluğun ‘evet Dersim’ diyeceğini tahmin edebiliyoruz. Ama böyle bir prosedürü takip etseydi, “Ne yani? Türkiye Cumhuriyeti'nde her Belediye Meclisi kafasına göre tepeden inme bir kararla il ya da ilçe isimlerini değiştirme cüretinde bulunabilecek mi? Bu mudur?!" yollu itirazların gerekçesini hükümsüz kılmış olurdu. “Hayır, her zaman değil” demiş olurdu. “Ama bir şehrin geçmişte başka bir adı varsa ve bu şehirde yaşayanların çoğu şehirlerinin tarihteki adını kullanmak istiyorsa ve bu talep bir plesbisit ile ölçülebiliyorsa, evet, o zaman neden olmasın?”
İşin doğrusu yöntem olarak sorunlu olabilir ama ben de Tunceli’nin isminin Dersim olması gerektiğini düşünenlerdenim.
Çünkü bu herhangi bir kent değil. Biliyorsunuzdur ama hatırlatalım. Acı çekmiş, bedel ödemiş bir kentten bahsediyoruz.
BİNLERCE İNSAN ÖLDÜ, DAHA FAZLASI SÜRÜLDÜ
Osmanlı döneminde ağalık, şeyhlik, seyitlik gibi kurumları nedeniyle görece özerk olan ama merkezi otoriteyi güçlendirmeye çalışan Tanzimat dönemiyle beraber isyanların başgösterdiği bir bölgenin adı Dersim.
1920’lerin başından itibaren yeni yönetim için de sorun haline gelmiş bir bölge. Bu yıllarda Dersim’de otoritenin nasıl sağlanacağı ile ilgili olarak hazırlanan raporlardan birinde, (1926 yılında Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in İçişleri Bakanlığı'na sunduğu raporda) şöyle deniliyor: "Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır..."
Dahası ifadelere ağır bir kara çalma, bir kimliğe karşı duyulan önyargı ve ‘ümitsizlik’ hakim: "Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir..."
Bölgede merkezi otoriteyi sağlamlaştırmak isteyen dönemin hükümeti, bazı aşiretlerin özerk yaşama isteği, devlete vergi ve asker vermek istememe gibi halleri gerekçe göstererek 25 Aralık 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanunu'nu çıkardı. Dersim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değişti.
Sadece Dersim’in adı değil, bölgenin yerel adları arasında olan “Mamekiye” ve “Kalan” gibi isimler de silinmeye çalışıldı. Dersim köylerinin yüzde sekseni Zazaca adlara sahipti. Hepsinin adı değişti. “Kortu”, “Gewrek”, “Vılê Kaşi”, “Hegao Pili”, “Tanerê Lolu”, “Heniyê Sıpi”, “Xırawe”, “Koyê Seri”, “Remeda”, “Dewa Pile” gibi yüzlerce isim yokoldu. Mezraa adları da değişti. Toplam üç evin yer aldığı, ‘Dervişler Tepesi’ anlamına gelen ‘Pulê Dewresu’ isimli mezranın adını değiştirip ‘Tepsili’ yaptılar. Sonra beğenmeyip ‘muhsinkale’ ye çevirdiler.
Tunceli, Elazığ ve Bingöl’ü de içine alan bir umumi müfettişlik kurularak başına idari, adli ve askeri yetkilerle donanmış Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın getirilmesi ile bölge adım adım felakete yaklaştı. 1936’dan itibaren bölgede devlet otoritesini kurmak için alınan tedbirler de epey ciddileşti. Düzen ve güvenliği sağlama amacıyla bazı aileler göç ettirildi. Silahlar toplandı ve çoğu aile silahlarını sorunsuz bir şekilde teslim etti. Ancak bazı aşiretlerin tepkisi gecikmedi. (Seyit Rıza ve aşiretinin liderliğinde başlayan isyanda jandarma karakollarına baskınlar düzenlendiği ve bu baskınlarda can kayıpları olduğu aktarılır ama Ekim 1937 itibariyle Alpdoğan’ın raporlarına göre bile hayatını kaybeden asker ve subay sayısı birkaç kişiyi geçmemektedir.)
Derken askeri harekat başladı ve devlet 1937-38 boyunca korkunç bir şiddet uyguladı. Binlerce insan öldü. Dönemin katliam tanıklarından İhsan Sabri Çağlayangil şöyle demişti: “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinde bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtleri’ni kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti.”
Dersimliler vergi vermedi diye yaşanmadı bunlar elbette. Tunceli vekili C. Sahir Sıla’nın Dersim raporunda şöyle bir cümle var: “1936-37 yıllarında Tunceli’de belirlenen vergi ile tahsil edilen vergi rakamları birbirine yakındır. Bu rakamlar 1940’lı yıllar da devlet otoritesinin sağlandığı dönemlerle neredeyse aynıdır.”
O halde sebep nedir? sorusunun cevabı 1925 tarihli Şark ıslahat Planı’ında aranmalı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü kısa ve net şöyle özetlemiş: “Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
Şimdi günümüze dönelim…
MAÇOĞLU’NA ‘NEREDEN ÇIKTI ŞİMDİ BU?’ DEMEK UTANMAZLIKTIR
Dersimli yıllardır bu şehre Dersim diyor. Bu ismi teni, eti, kanı gibi görüyor. Hadi korkmadan söyleyelim, ‘kimliği’ olarak görüyor.
Bir yerin, bir dilin, bir ismin, bir inancın ya da inanç pratiğinin ‘kimliğiniz’ olması, onu ayrılmaz parçanız olarak hissetmeniz biraz da oradan vurulmuş olmanızdan ileri gelir. Nereden yara alırsanız orası kimliğiniz olur.
İki gündür Maçoğlu’na gürleyen gürleyene…
Kendisine ne kadar aydın, seküler, modern, Atatürkçü diyen varsa devlet adına devlet gibi çemkiriyor Maçoğlu’na. Kendisine hala komünistim diyeni az kazıdığında altından çoğunlukla etnik ya da mezhebi kimlik çıktığını, komünistliğin genellikle bu kimlikler dolayısıyla girişilmiş bir hesaplaşmanın arayüzü olarak araçsallaştığını göremeyecek kadar da naifler.
“Tunceli deyince ‘aydın’ ‘çağdaş’ bir halkı selamlıyoruz, ama Dersim diye direttiğin zaman ‘kimlik’ politikalarının gerici, feodal sularına yelken açıyorsun usta! Yapma böyle! “ diye üsteliyorlar.
Hem yarala. Hem tedavi etme. Hem özür dileme. Hem de “Kuzum nedir bu kimlik siyaseti böyle? Hiç yakıştıramadık” de.
Bu utanmazlıktır. Lakin yaygındır ve yaygın olduğu için de normalleşmiştir.
Bana gelince…
Sünniyim. Türküm. Devlet düşmanı değilim.
Elbette ülkemin bölünmesine karşıyım. ‘Başörtülü’ ‘demokrat’ bir ‘kadın’ olarak benzer ayrımcılıklara, yıldırmaya, ötekileştirilmeye; hem ‘aydın laisist’ çevre hem de ‘mutaassıb mahalle’ tarafından benzer biat dayatmalarına maruz kalmış biri olmasaydım belki ben de bu yaygın utanmazlığın parçası olacaktım.
Hamdolsun değilim.
Kimlik demek, devletin yaptığı tanıma indirgenmeye karşı çıkmak demek, toprağa dayalı teritoryal egemenlik iddiaları ile sonuçlanmak zorunda değil. Bilakis böyle olması istisnadır.
Devlet devletliğini yaparken zorlanmayacak diye vatandaşların her şeylerinden vazgeçmeleri; böyle kasap tokmağı altında dövülecek kemiksiz bir et gibi pürüzsüz olmaları gerektiği varsayımına karşıyım.
Devletin görevi tüm vatandaşları tek bir kimliğe sığdırmakmış, aksine izin vermek emperyalizme alet olmakmış gibi yapılmasına da tepki duyuyorum.
Neden mi? Çünkü bu söylem, birbirinden farklı geleneklere, farklı yaşam tarzlarına, farklı dillere, farklı acılara ve birikimlere sahip çıkarak onları tek çatı altında buluşturamayan devleti, yerine getiremediği tüm sorumluluklardan azad ediyor da ondan.
Oysa devletlerin hata da yapabileceğini, zor zamanlarda daha büyük hatalar yapabileceğini bilen, yani devletine hata yapma marjı tanıyan bir vatandaş olarak, ‘ama zor zamandayız’ demeden, hiç değilse şunları söylememiz gerektiğini düşünüyorum:
Ey sevgili devletim. Biliyorum kendini ‘büyük’ ‘ulu’ ‘haşmetli’ göstermek istiyorsun, ama o kadar güçlü değilsin. Anlıyorum. Bizden koşulsuz sadakat ve itaat bekliyorsun ama aslında varlığın varlığımıza bağlı ve aramızdaki ilişkinin çerçevesi, yetki devrini düzenleyen bir sözleşmedir. Dolayısıyla bağlılığı, seni güçlü kılmak için yapılan fedakarlıkları haketmeye çalışmak gibi bir görevin var.
Yaptın bari yüzleş.
Yüzleşmedin, bari rehabilite et.
Onu yapmadın, hiç değilse özür dile.
Özür dilemedin eh artık biraz yüzün kızarıyorsa, ‘neyse neyse’ pişkinliğinin sığacağı bir parantez aç; yaptığın yurttaş tanımını betimle ama herkesin o tanıma sığdırmaya çalışma. Misal: Dersim’e Dersim de, zorlama.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2011’de Dersim’de yaşanan kıyımdan dolayı devlet adına özür dilediğini söylemiş, 1937-38’de yapılanlara dair belgeler sunmuştu. O gün Erdoğan’ın yanındaydım. Çünkü haklıydı. Bugün de Maçoğlu’nun ilan ettiği ‘Dersim ismine dönme’ kararını haklı buluyorum. Çünkü mazur.