Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türkiye, ardına Rusya’yı almış Esad rejiminin tacizlerine ve TSK’nın verdiği şehitlere karşılık kalıcı, sürdürülebilir, kısmen defans kısmen hamle içeren sofistike bir mücadele stratejisi benimsemek zorunda, konunun önemini bir önceki yazımda anlatmıştım. Hal böyle ama bir ‘siyasi ayak’ tartışmasıdır gidiyor. Ülkenin cumhurbaşkanı ve ana muhalefeti arasında “Sensin FETÖ’cü” kavgası var ve açıkçası bu kavga taraflardan birinin galip gelebileceği bir kavga da değil. Her ikisini de dışardan gri vatandaş ‘mode on’ objektifliği içinde izlediğimizde karşılıklı suçlamaların her iki tarafa da fayda sağlamayacağını açıkça görebiliyoruz. Çünkü bu siyasi ayak bahsinde herkesin ayak izi var ve bunu inkar etmenin hiçbir anlamı olmadığı ortada.

        Kılıçdaroğlu’nun “Siyasi ayak Erdoğan’dır” derken Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 2004’teki Fetullah Gülen’le ilgili tavsiye kararını Başbakan olarak Tayyip Erdoğan’ın rafa kaldırdığını vurgulamaktan medet umması mesela, akılalır gibi değil. Cemaat ne zamandan itibaren terör örgütü muamelesi görmeli ve onu kollayan, beraber hareket edenler ne zamandan itibaren ‘sorumlu’ sayılmalı şeklindeki ‘milat belirleme’ aşamasını 2004’ten başlatması eser miktarda adalet ve vicdan duygusu içermiyor. Zira, o zamanki adıyla ‘cemaat’ olan ve içinde bir de ‘kumpasçı bir şebeke’ içerdiği henüz bilinmeyen ve nitekim darbe girişimi gecesi silah kullanarak terör örgütü vasfı da kazanan bir hareketten bahsediyoruz. Özal tarafından bir süre desteklenmiş, Süleyman Demirel tarafından desteklenmiş, Tansu Çiller zamanında çok önemli kazanımlar elde etmiş yapı Bülent Ecevit tarafından öylesine iri laflarla övülmüştü ki, Fetullah Gülen bile kendisini lanse ederken o sözleri aklına getiremez.

        70’lerin sonunda hazırlanmaya başlanmış, 80’lerde devlet kararıyla kadro ihtiyacını karşılaması için perdahlanmış, 90’larda kadrolarını devlete sokmuş ve tüm bunlar geriye doğru yapılan ‘okumalar’ neticesinde ortaya çıkmış, yani niteliklerinin herkes tarafından aynı anda ortaya çıkması için epey zaman geçmesi gerekmiş bir yapıdan dolayı 2004’te henüz bir yıllık amatör iktidar olan AK Parti’yi sorumlu sayacaksınız öyle mi?

        Askerleriniz GATA’lardan Emine Erdoğan’ı kovarken, Özden Örnek günlükleri TSK’nın darbe rüyalarıyla hülyalarıyla yatıp kalkanlarını deşifre ederken -günlükler de uydurma değildi herhalde?- 2008’e gelindiğinde alel telaş kapatılmaya çalışılmış, bir oy farkıyla hayatta kalmış AK Parti’yi, gayet anlaşılabilir saiklerle koltuk değneği olarak o zamanki adıyla ‘cemaat’ olan yapının insan malzemesine güvenmesi üzerinden kriminalize edeceksiniz öyle mi? Çiçeği burnunda bir iktidarın on yılda bir darbe yapan bir kurumun ve uzantılarının “Biz cemaat konusunda uyarmıştık” cümlesindeki ‘uyarılarına’ inanmadığı için suçlu sayacaksınız?

        Kusura bakmayın ama bunu kimseye ‘yediremezsiniz’.

        HERKESE HER KESİME “FETÖCÜ” YAFTASI ASMANIN BEDELİ

        Hükümetin haksız olduğu yer ise, sorundaki kendi payını ihmal ederek miladı 17-25 Aralık’tan başlatmak istemesi ve muhataplarına sürekli olarak bunu dayatması. 15 Temmuz darbe girişimini savuşturmanın verdiği moral üstünlüğü OHAL koşullarında model değiştirmeye varacak kadar ciddi ve meşruiyeti sorunlu işlemler için kullanması. KHK’lar ve ihraç edilmişlerin özel sektörde işe girmesini engelleyen sözlü talimatlarla geniş spektrumlu mağduriyetler yaratılması, hükümetin herkesi geldikleri zümre ve çevreye bakmaksızın FETÖ’cü torbasına atması.

        ‘Kandırılmayı’ sırf kendisine has bir imkan hatta imtiyaz olarak görmesi. Yüzbinlerce öğretmeni, akademisyeni, esnafı, ev hanımını ‘kandırıldık’ imtiyazından yararlandırmaması.

        2016’nın Ağustos ayında ilk kez benim tarafımdan kullanılmış bir ifadeyi tekrar etmek isterim: Cımbızla yapılacak ‘ayıklama’ işlerinin inşaat kepçesiyle yapılması.

        Muhalefeti ve muhalif olan pek çok kimseyi FETÖ’cülükle itham ederken ‘iddialı’ ve ‘püriten’ davranıp, özeleştiri yapma, toplumu sorumluluğa davet etme yerine ihbar mekanizmasını devreye sokmak gibi adaletsizliklere neden olan metotlar kullanması.

        Seri tutuklamalarla adli işlemlerle uzayıp gitmiş, pasaport yasağı olan annelerin kanser hastası çocuklarının yanına gidemediği acayip durumların yarattığı acı ve felaket hikayeleriyle sünmüş FETÖ torbalarına, FETÖ borsası iddiaları da eklenince, toplumun her kesiminde adalete şiddetle ihtiyaç, hatta bürokrasinin her segmentinde rahatsızlık kaçınılmaz olur ve illaki “Yavaş gel koçum, bu ne iddia?” diyen, bu huzursuzluk iklimiyle kendi yelkenini şişirmeye çalışanlar çıkar.

        Nitekim çıktı da.

        ZAMANLAMA MANİDAR OLUNCA KOMPLO TEORİSİ DE BOL OLUR

        2013’te tutuklandığı zaman kendisini savunduğum İlker Başbuğ’un da, haksızlığa uğradığı ve hatta şiddet gördüğü anlarda yanında durduğum Kemal Kılıçdaroğlu’nun da, son dönemdeki çıkışlarını bu türden yelken şişirme gayretleri olarak görüyorum.

        Kimilerinin yazıp çizdiği şekilde darbe hazırlığı vs gibi çok ileri ve sonuç doğuracak yanlış suçlamalar yapmaya gerek yok.

        Siyasi ayak meselesinde Erdoğan’ı ima etmekle yetinmeyip, açıkça suçlama işine girenler, FETÖ’nün ele alınma, tanımlanma ve mücadele edilme biçimiyle ilişkili çelişkiler ve tutarsızlıklardan kaynaklanan huzursuzluğu yakıt olarak kullanıp kendi ideoloji, siyaset ve söylemlerinin daha fazla alan kaplamasını sağlamak istiyorlar. Ama bu hedef için kullandıkları yol iyi bir yol değil. Muhataplarına gollük pas verdiklerinin farkında olmamaları acınası.

        Nitekim, zamanlamaları pek manidar olduğu için de, şimdi büyük ihtimal kastetmedikleri ya da ‘o kadarını hesaplamadıkları’ şeylerle, postal ve darbe korkusu kokan analizlerle itham ediliyorlar.

        Zira evet, zamanlama maalesef manidar.

        Eşzamanlı olarak şunlar oluyor çünkü:

        Türkiye İdlib’e sevkiyat üzerine sevkiyat yapıyor. Hemen herkes bilir ki onurlu ve güçlü bir ülke iseniz ve bir diktatör bozuntusu sizin Astana ve Soçi gibi geniş mutabakatlara uygun olarak o topraklarda bulunan askerlerinizi hedef almış, can kayıplarına neden olmuşsa o diktatör bozuntusuna bedel ödetmeniz gerekir. Bu ille de savaş çıkarmak anlamına gelmez. Ama hükümet Fırat Kalkanı, Zeytindalı, Barış Pınarı harekatına verilen desteğin aynısını İdlib konusunda alamıyor. İçerdeki Esadcılar, kimi hâlâ Esad’ı antiemperyalizme direnen bir adam zannettiğinden, kimi mezhebi refleksle, kimi de Rusyacılık’a dönmüş Avrasyacılık yüzünden güçlü bir cevap verilmesine karşı.

        ABD’den ise Türkiye’nin İdlib’deki meşru çıkarlarını desteklediği açıklamaları geliyor. Rusya güvenilmezliğini kanıtlamış ama ABD’nin ‘sıcak’ yaklaşımları da tedirgin ediyor. Saddam’ı gazlayan ve Kuveyt’e girdiğinde de karşısına dikilen Amerika diye bir şey var çünkü ve bu ister istemez ulusalcı kesimleri iki benzemezi, Türkiye ile Irak’ı kıyaslamaya ve tedirgin olmaya itiyor.

        Eş zamanlı olarak hükümetten ya da destekleyici profillerden AB’yi, ABD’yi sorunun çözümünde görev üstlenmeye davet edenler oluyor.

        Üstelik bir de aylar önce yayınlanmasına rağmen yerlilik ve millilik duayeni TV uzmanları tarafından hiç olmadık yerlere çekilmiş, sözde ‘güvenlik’ şovmenleri tarafından fena halde çarpıtılan ve ‘askeri darbeye teşvik etmekle suçlanan’ bir RAND raporu var.

        Raporda tabii ki böyle bir şey yok. Bilakis, “Hoşlanmadığımız Erdoğan’la çalışmanın yollarını bulmalıyız, bu yollardan biri hayli etkin bir isim olan Hulusi Akar’la iyi ilişkiler kurmak olabilir” mealinde bir rapor söz konusu.

        Ama rahatsız edici vurgular var ve en önemlisi TSK’nın İslamcılaşması gibi analizler. Bunlara dayanak olarak Michael Rubin’den bile alıntı yapılması daha da tatsız. Çünkü tüm bu tespitlerin ucu “FETÖ sonrası TSK acaba nasıl bir yer olacak ve acaba biz TSK’da kimle çalışsak?” gibi arayışlara çıkıyor.

        Zurnanın zırt dediği yer de burası.

        Hulusi Akar’ın övülmesi, son zamanlarda TSK’da Hulusi Akar’ın etkin olmasından rahatsız olanları ‘endişelendirdi’ çünkü. Aynı kişiler raporun içerdiği yeni muhatap arayışından da ‘yeşillendi’.

        Sözün özü ‘siyasi ayak’ iddialarını Erdoğan’a kadar uzatan Başbuğ ve Kılıçdaroğlu’nun, yaptıkları açıklamaların “Aks yeniden Batı ittifakına mı kayıyor?” diye endişelenen ve RAND raporunun satır aralarına “Ya imkan ya hezimet” gözüyle bakan cenah üzerinden okunacağını ve “El mi yaman bey mi yaman” salvosunun geleceğini öngörmeleri gerekirdi.

        Öngörmediler. Sonucu hiç olmadık zamanda, hiç olmaması gereken yerde isimlerinin darbeyle postalla aynı cümlelerde kullanılması oluyor.

        Umalım da hem kendileri hem ülkenin selameti için sonu iyi yerlere varmayacak olan bir talihsiz serüvenler dizisini başlatmış olmasınlar.

        Diğer Yazılar