Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Gün geçmiyor ki, dindarlığa müdahale etme ihtirası içinde olan bir dini grup daha türememiş olsun. Gün geçmiyor ki, İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye sansür uygulayan yer yer burun kıvıran türedi İslamcılıklar, arkalarına cemaatleri ya da bazı grupları alarak ya da devlete yakınlığı kullanarak sosyal terör estiremesin…

Hiçbir şey “Kiliseye benziyor” diyerek, dizleri ağrıdığı için tahiyyat safhasında oturamayan 70-80 yaş grubunun camiyle kurduğu bağı koparma pahasına, camilerdeki tabureleri kaldırtan/kaldırılana kadar tatava yapan güruhlar kadar umut kırıcı olamaz.

Yaşlılara böyle davrananların kadınlara tutumunun daha makul olması düşünülemez. Nitekim ‘İstanbul Sözleşmesi linç halkaları’ diye bir şey varsa bu cemaat ve tarikatlerin sosyal medyada oluşturdukları örgütlü kullanıcılar nedeniyle var. Bu cemaatlerden birinin (İsmailağa) lideri değilse de kamuya açılan yüzü konumunda bulunan bir şahıs (Cübbeli Ahmet) 23 Haziran 2019’da yapılan tekrar seçimde AK Parti’nin adayı Binali Yıldırım’a atılmayan oyların haram olduğu yönünde fetva vermişti. Bu, cemaatlerin siyasi ve sosyal tercihleri dizayn etme hevesinin tartışmasız en berrak örneklerinden biridir.

Bunları Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Ali Köse’nin TRT’de sarfettiği “Bir FETÖ gitti bin FETÖ geldi” sözünü günlerce düşündükten sonra yazıyorum. Bir tarafım Ali Köse’nin bir dini cemaatin sadece toplumu değil siyasi hayatı da dizayn etmek için sarfettiği çabayı, darbe girişimi günü gelene kadar mesele etmemiş ilahiyatçılar adına sorumluluk almasını ve “Bu kez geç olmasın” minvalinde uyarıda bulunmasını faydalı buluyor.

Diğer yanım, “Bir FETÖ gitti bin FETÖ geldi ibaresi çok abartılı” diyor.

Kimdir onlar? 1000 adet iseler hiç değilse beşinin adını saymak ve FETÖ ile benzeştikleri durumları sıralamak gerekmez mi?

Ali Köse’ye çok ağır ithamlar geldi, hakaret edildi. Hiçbirini onaylamıyorum ve ilim adamlarına karşı şedit ifadeler kullanılmasını kınıyorum. Ancak Menzil, İsmailağa, Süleymancılar, Işıkçılar, Erenköy cemaati diye, saymaya kalksak en fazla yirmi isim sayabileceğimiz kısa bir listeden kasıtla ‘binlerce’ gibi bir ibare kullanmayı da anlamıyorum. Bu isimleri FETÖ ile aynı kefeye koymayı da.

Bugün çaresizce FETÖ denilen yapı aslında birkaç katmandan oluşuyordu, kabaca tarif edersek cemaat tabanını kullanan bir üst yapılanma, kurmay akla sahip bir ‘paralel devlet oluşumu’ydu. Paralel güvenlik ve yargı bürokrasisi, paralel eğitim araçları, paralel diplomasisi, paralel sosyal toplumsal enstrümanları, kısaca bir devlette olması ve yürütmesi gereken her işlev/ faaliyete sahip bir networkten bahsediyoruz. Bugün cemaat ya da tarikat diyerek ‘tehdit’ olduğundan bahsedilen hiçbir yapının FETÖ kadar donanımlı olduğunu sanmıyorum. Öyleler ve sayıları 1000’i buldu, diyorsanız slogandan fazlasını ortaya koymanız gerekir.

ŞEFFAFLIK YOK, DENETİM YOK, BUNLAR ELBETTE SORUN AMA…

Tamam, 15 Temmuz’dan sonra gözlerin Türkiye’deki cemaatlere ve tarikatlere dönmesi de, cemaat ve tarikatlerdeki kimi sorunların ’acaba?’ şüphesi uyandırması da normal. Cemaat ve tarikatlerin kronik hale gelmiş bazı sorunlara ev sahipliği yaptığı da herkesin malumu.

Bugünün itibarlı cemaat ve tarikatleri arasında teyit edilebilir bilgiye ehemmiyet verme eğilimi düşük.

Pek çoğu dinin temel aldığı kaynaklar dışında sahih olmayan nakilleri, avuntuları, hurafeleri neredeyse nas seviyesinde kabul edip dogmalaştırıyorlar. Şeyh ya da liderlerini sorgulamıyor ve sorgulanmasına izin vermiyorlar, dokunulmazlık zırhıyla kuşatıyorlar.

Bir kısmında devlette kadrolaşma isteği, ekonomik menfaat elde etme amacı, müridlerine müşteri muamelesi yapma gibi sakıncalar gözlemleniyor.

Ama şunu unutmayalım: Devlet de on yıllar boyu, cemaat ve tarikat liderlerinin iki dudağı arasından çıkacak sözün kitleleri tarafından emir telakki edilmesinden kendince faydalanmıştır.

DİNİ İSTİSMAR EDEN SADECE CEMAAT VE TARİKATLER MİYDİ?

Bu ilişki hiçbir zaman karşılıksız olmamıştır. Gelmiş geçmiş bütün partiler en azından seçim sathı mailinde, en azından lokal ölçekte (CHP dahil) tarikat ve cemaatlerle oy pazarlığına oturmuştur.

Bugün devleti kontrol etme noktasına gelmiş pek çok cemaat ve tarikatın olduğunu iddia edecek iseniz, bütün bu sorunların devlete hükümet eden partilerin yaktığı yeşil ışıklar, dağıttığı mavi boncuklar, sopa ucuna astığı turuncu havuçlarla perçinlendiğini de görmeniz gerekir.

Tarikat ve cemaatler dini kullanarak güç elde etmişse, devlet de ilahiyat tedris etmiş kişileri kullanarak yapılan darbelere kılıf hazırlamış, kendi gereksinimlerine uygun din tanımını dayatmaya çalışmıştır. 15 Temmuz’u unutmayacak olmak, 28 Şubat’ı unutmak anlamına gelmez. O günlerde de ilahiyatçılar devredeydi, her sahne aldığında 28 Şubat’ın dindarlara uyguladığı baskıyı ve yıldırma politikasını masumlaştıran Zekeriya Beyaz’ı unuttuk mu? Bugün bütün cemaatleri ve tarikatleri bir istismar adresi olarak kodlayanlar o günlerde kalkıp iki çift laf etmiş miydi? Hatırlamıyorum.

DEVLETE YASAKLAMA TELKİNİNDE BULUNMAK YANLIŞ

Devlet dinin belirli bir yorumunu benimseyip bir cemaat ya da tarikat üzerinden bu yorumu topluma dayatmaya kalkarsa inanç özgürlüğüne karşı kabul edilemez bir müdahale gerçekleştirmiş olur. Ayrıca elbette, devlet cemaat ve tarikatleri denetlemeli, şeffaf olmaya zorlamalı, Mehmet Görmez’in vaktiyle dediği gibi, bu cemaat ve tarikatların bir senedi olmalı, nereden geldikleri nereye gittikleri belli olmalı. İmtiyaz talep eden, rüşvet ya da şantajla imtiyaz sağlamayı dayatan cemaat ve tarikat mensupları varsa, bu suçtur ve bu suçu işleyenler kim olduklarına bakılmaksızın soruşturma ve kovuşturmanın konusu olmalıdırlar, öyle bir durumda uyarılar ve çağrılar hafif kalır.

Ama elinizde somut bir kanıt olmadan, sırf daha önce başka bir cemaatin kurmay tabakasının işlediği bir suçu referans alarak abartılı bir tehdit analizi yapıyorsanız niyetiniz sorgulanır. Devletin “Ne duruyorsunuz, yasaklasanıza…” şeklinde anlayacağı kesin olan analizleri ileri sürmeden önce oturup düşünmek lazım. Devlet kaba bir aygıttır. Bir kere alarme olduktan sonra inşaat kepçesiyle tasfiye yapar. Cımbız kullanmayı zul addeder. Maalesef böyledir. Bakınız: 15 Temmuz’dan dolayı Adil Öksüz ve benzerlerinin değil, yapıyı altın nesil yetiştirmek zannetmiş bebekli annelerin, halıcının, öğretmenin bedel ödemek zorunda kalması. Bir işe kalkıştığında kurunun yanında yaşı da yakarak ileryen aygıta devlet denir. FETÖ ile mücadele, devletin kendisini koruma gerekliliği kadar , ‘suçun şahsiliği’ ilkesinin ortadan kalkmasıyla oluşan haksızlıklar konusunda da öğretici değil miydi? Değildi diyorsanız çalın tasfiye zillerini.

Ama hiç değilse İsmail Saymaz kadar insaflı olun.

Saymaz bile, merdivenaltı tarikatlerin pıtrak gibi çoğalmasını ana akım cemaat ya da tarikatlerin elde ettiği korumaya bağladığı ‘Şehvetiye’ adlı kitabında şu tespiti yapabiliyordu: “Dinsel ve toplumsal birer gerçeklik olan tarikat ve cemaatleri yasaklamak, çağımızda inanç ve ibadet özgürlüğüne aykırılık oluşturacağı gibi; laik devleti de sanıldığı üzere dinsel kuşatmaya karşı korumayacaktır ”

Saymaz’ın önerilerinin özeti ise şu cümlelerde geçtiği gibiydi: “ (…) Dolayısıyla, Tekke ve Zaviyeler Kanunu değiştirilmelidir. Sözgelimi, bir vakıf altında örgütlenmelerine olanak tanınmalıdır. Vakıfların faaliyet alanı dinsel eğitim ile sınırlandırılmalıdır. İdari yönden Vakıflar Genel Müdürlüğü ve inanç yönünden Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından denetlenmelidirler” (sayfa 117)

Amenna. Osmanlı’da dahi bu işlerin kuralı kaidesi vardı. Tarikatların yozlaşmasını önlemek ve “Şeyhim ben” diye ortaya çıkanların bilgisini ölçmek için kurulmuş bir Meclis-i Meşayih vardı örneğin. Kurul, hem şeyhleri sınavdan geçirir hem de yayınları denetlerdi. Bugünkü kuralsızlık o gün dahi yoktu.

EN İŞLEVSEL, EN DEMOKRATİK ÇÖZÜM: DİNDAR FİLTRESİ

Ancak devletin kas gücünden hem daha etkili hem de daha ahlaki ve demokratik olan bir yol daha var. O da dindar filtresi. Yaşadığı yerde inancını, kimliğini koruyabilmek ve geliştirebilmek için, düzgün sosyal ilişkiler kurabilmek için bir cemaat ya da tarikatın çatısını tercih edenlerin dikkat edeceği bazı kriterler olmalı.

Nedir onlar?

Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara’nın Eylül 2016 tarihli ‘Diyanet’ adlı dergiye verdiği röportajdan özetlersek, şu semptomları gösteren cemaat ya da tarikatlerden uzak durmak gerekir.

1- Liderliğe kutsallık atfetme, liderliğin aşırı büyütülmesi, liderin sorgulanmaz hale gelmesi

2- Liderliğin her sözünün bir nevi vahiy, en azından sünnet şeklinde algılanması

3- Özellikle tarikatlerde, ‘dünyevileşme’. Manevi yatırımın yerini maddi dünyaya yapılan yatırımların alması

4- Şeffaf davranmama, sırlı bir gizlilik içinde faaliyetlerini yürütme, dışarıya açık olmama, mensuplara kod adı verme gibi davranışlar

5- Mensuplarını tabii çevresinden ve en önemlisi ailesinden uzaklaştırma, onları bir enformasyon kontrolüne tabi tutma, sadece kendi kitaplarını okutma, başka gazetelerden, dergilerden, TV kanallarından yararlanmalarına, başka medya araçlarına bakmalarına müsaade etmeme

6- İtirazın yasak oluşu, “Biz seçilmiş insanlarız” kanaati, “Bizim dışımızdakiler önemli insanlar, cemaatler değildir” şeklindeki bir ötekileştirme

7- Dinen şüpheli şeylerin meşrulaştırılması. Şüpheli şeyler sadece fıkhi meselelerle ilgili değildir, itikadi şüpheler de bu noktada önem arz etmekte.

Son derece ‘faydalı’ kriterler ve daha fazlası için Büyükkara’nın yazısı okunmalı.

İlgili link burada...
Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar