Kontrolsüz göçün yarattığı tepki artık basit bir hezeyan değil
Sığınmacı meselesi ülkenin en temel meselelerinden ikincisi haline geldi.
İlki artan hayat pahalılığı ve alım gücünün düşmesi. O kadar ki TÜİK bile yıllık enflasyonu yüzde 61,14 olarak göstermek durumunda kaldı. Daha gerçekçi rakamlar verdiğine dair yaygın bir muatabakatın olduğu Enflasyon Ararştırma Grubu ENAG ise yüzde 142,63 olarak açıkladı bu oranı.
İşin daha kötü olanı ne biliyor musunuz?
TÜİK’in açıkladığı oran yani %61,14 ise 2022’nin Ocak-Şubat Mart aylarında Türkiye’nin durumunun Etiyopya, Arjantin, İran, Surinam gibi sorunlu ve az gelişmiş ülkelerden hatta savaş şartlarında olan Ukrayna’dan bile daha kötü olduğunu ortaya koyuyor.
Vatandaşın durumu giderek aşağı çekilirken, konut ala ala emlak fiyatlarını ve kirayı yukarı çeken bir yekun var. Konutun ucuna astığımız vatandaşlık havucuyla, kendi devletleriyle paralarını kendi yurtlarından çıkarmak isteyecek ve başka bir ülkenin pasaport vermesine ihtiyaç duyacak kadar ‘sorunlu’ bir insan malzemesini de ülkemize çekiyor, uygulama. Herhangi bir istihbarat ve güvenlik soruşturmasına tabii tutmadan, vergi verecek mi, askere gidecek mi, bir ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olmanın farkındalığına sahip mi diye bakmadan 400 bin doları veren herkese ‘al pasaportu’ deniliyor. Eşi benzeri olmayan bu tutuma normalmiş gibi muamele edilmesi, skandaldır.
Misal Zorlu’dan Skyland’a kadar, pek çok İranlı katar katar ev ofis alıyor. Gelenlerin farklı siyasi görüşlere sahip olabileceği ihtimal şerhini de koyarak hatırlatmak lazım, İran Suriye’de Esad’ın yanında konumlanmış, Esad’la beraber vurmuş bir ülke, yani sığınmacılara ‘sebep olmuş’ bir ülke. Gelin görün ki İstanbul’da paralarını eze eze yiyen İranlılar da halkımızın gözünde ‘Suriyeli’ iyi mi… Esmerler ve bir Doğu dilini konuşuyorlar çünkü. Suriyeli sığınmacılar İranlı zenginler eliyle şimşekleri yeniden üzerlerine çekmiş oluyor, yani bir kez daha vurulmuş oluyorlar.
Böylesi yoksunluk zamanlarında sığınmacı meselesinde sürekli yalpalayan açıklamalar yapan ve 91 ülkeden vizesiz giriş kabul etmeye devam eden, sığınmacı olarak gelenlerin mesai bitiminde atılan imzalar/ödenen dolarlar karşılığı arka kapıdan vatandaş olarak çıktığı iddialarını -ki bizzat Suriyelilerden duydum bunları- ciddiye almayan ve gereğini yapmayan bir yönetimin İstanbul’unda, kent sosyolojosiyle uyumsuz ve orantısız büyüklükte bir kalabalıkla neredeyse koyun koyuna yaşamak zorunda kalan İstanbullu, bayramda çıldırdı nitekim.
Sadece sığınmacı göçmen ya da önce turist olarak gelen sonra yerleşik düzene geçen bu Ortadoğu/Uzak Doğulu kalabalığın ‘imtiyazlı’ olduğunu, ‘ekonomik imkanlarını daha da daralttığını’ düşünen dar gelirli vatandaş çıldırmıyor yani. Başat duygu insanların yaşadıkları yerle mekanla ilişkisinin bozulmasından kaynaklı "Ne oldu bu şehre?” duygusu.
Şahsen son dört beş yıldır bir kent muhafazakarı olan ben ve ailem de, bu bayramı, bayram sonuna saklayarak yaşamak zorunda kalanlardan olduk mesela. Bu bayramda ailece Sultanahmet Meydanı'na giremedik desem nasıl duyulur? Kalabalıktan yer bulamadık. Yürüyecek ve nefes alacak alan bulamadık. Çimenlere yayılmış insanlar, her biri 20 kişilik erkek grupları, inanılmaz bir insan sesi uğultusu, her yerde oluşan kuyruklar sadece on dakika içinde "Evimize dönelim" kararı vermemize yetti.
Hayır aralarında “1 tane bile Türk yoktu” demeyeceğim. Bu büyük sahtekarlık olur.
Ama sahiden şöyle bir şey var…
Bayramdan bir tık öncesine Ramazan ayına dönelim.
Çok değil sadece 10 yıl önce Ramazan ayını Sultanahmet’te geçirmek, kentin bence en önemli asetlerinden/vazgeçilmezlerinden olan tarihi yarımadayı turlamak, Çemberlitaş Gülhane hattında iftar yapıp ardından teravih kılmak mümkündü ve gayet sağaltıcı, iyileştirici bir faaliyetti. Ama özellikle son üç dört yıl için söylersek böylesi minik Mü’min ritüelleri bile artık imkansız. İmkansız derken bir top sinirle eve dönme garantili.
Çimenlere yayılıp küçük tüpte yemek yapanlar mı ararsınız… On beş yirmi çocuğun namaz esnasında üzerinizden parende atmasını mı söylersiniz, hangi birini sayacağımı bilemiyorum. Kendimle de biraz dalgamı geçip şu mavrayı yapayım: “Ümmet İstanbul'a akın etti, vatandaş Teravih kılamadı” .
Latife bir yana, bence önemli olan gözlem şu: Bu manzaralardaki ahalinin en az yarısının Türkler yani klasik alt orta sınıf, ağırlıklı olarak şehrin periferinde yaşayan Türkiye insanı olduğunu belirtmek şart.
Şehrin varoşlarından metro ve tramvayla aktarmalı gelirken yanlarında küçük tüp bile getirebilen sevgili vatandaşlarımızdan bahsediyoruz.
Ama kuşkusuz bu İstanbul sosyolojisinin ‘gelme ile değil adeta yağarak’ gerçekleşen yabancı akınından mürekkep değişiminden bağımsız değil.
Çünkü İstanbul’un kontrollü ve kontrolsüz göç, düzenli ve düzensiz yerleşimler, geçici ve kalıcı turistler için ‘cazibe merkezi yapılması’, şehrin adı konmamış yeni sahiplerinin beğeni ve kültür düzeyine, harcama ve tüketme alışkanlıklarına, rahatlık ve kuralsızlık eğilimine hitap eden bir vasat oluşturuyor.
İstanbul’u seven, şehrin doku kaybından üzüntü duyan insanların halini bile yadsımak sosyoloji konuşmayı bile ırkçılık addetmek, daha doğrusu mevzuyu konuşmamak, konuşturmamak ise günün sonunda Ümit Özdağ gibilerinin önlenemez yükselişine neden oluyor, hatta oldu.
Biriken rahatsızlığı alıp yelkenlerini şişiren ve mevzuyu ‘Suriyeliler’ üst başlığına sıkıştırıp yerli otoritenin bu işteki beceriksizliğine ya da kasıtlı tercihine hiç değinmeyen, algıda seçici, düz ırkçı bir siyasetin yükselişine.
BU SORUN ‘SURİYELİ’ BAŞLIĞININ ALTINA SIKIŞTIRALAMAYACAK KADAR DERİN
400 bin dolara vatandaşlık satan, 91 ülkeden sınırsız vizesiz girişe hala izin veren, Afgan akınını durdurmak için uluslararası mekanizmaları devreye sokamayan güzide devletimizin değiştirdiği kent sosyolojisi, aslında bundan daha önemsiz olmayan devasa bir konu başlığı olan ‘kontrolsüz iç göç’ nedeniyle periferiyi ağzına kadar doldurmuş ‘Türkler’ için de teşvik edici bir kuralsızlık, kent kültürüne karşı bayrak açmış bir vasat oluşturuyor.
Kent kültürünün kenarlara doğru incelip kopacak kadar esnetilmesinden Sultanahmet manzaralı çimlerde yayılmak, Ayasofya’nın kapısından hatıra olarak tırtıkladığı ahşap kapının parçasını Selpak mendile sarıp ara ara çıkarıp bakarak çayını hüpletmek gibi bir ‘bonus’ geliyor çünkü.
Şehrin yeni ‘muhacir’ kalabalığı ‘ensar’a da dağıtmayı, yalapşap davranmayı, tuvalet terliği ile arşınladığı tarihi Sultanahmet Meydanı'nı çöp içinde bırakmayı mümkün ve kabul edilebilir hale getiriyor.
Yani, sayın beyler, Romalılar, kimse kendini kandırmasın, Ensar da ‘salmaya’ yer arıyormuş. Suriyeliler gibi epeyce adapte olmuş bir yekun için “Hiç de entegre olamadılar ayol’ demeden önce İstanbul’la ilişkisinde hiç değilse alıştığı standardı bulmak isteyen insanları "Seni yendim İstanbul, her yeri kendi rengime boyadım çünkü ben çoğunluğum” havasıyla ezen, sindiren kendi vatandaşımıza bakalım. İstanbul iç göçle geleni entegre edebildi mi ki, diğerini edebilsin.
Peki ben bunları neden yazıyorum?
Bu meselenin nobran bir ırkçılık ile halkta yaşanan somut sorunları görmeyen enfantil bir iyimserlik arasına sıkıştırılmasının zehirli sonuçlara gebe olduğunu anlamamız gerektiğini fark ettiğim için.
En başından beri ırkçı tavırlara, Suriyeli muhacirlere yönelik dışlayıcı tutumlara, "Kamyonlara bindirir zorla göndeririz" gibi cümlelerin çözüm gibi sunulmasına karşı durmuş sık sık da tepkisini koymuş biriyim. Hala konunun Suriyeliler olduğunu, Esad orada dururken geri dönüşlerin sahici çözüm üreteceğini sanmanın hata olduğunu düşünüyorum. Ancak kontrolsüz göç, yasa dışı göç, ‘kontrollü yerleşim’ adına ne derseniz deyin, bu meselenin gündelik yaşamda pek çok cepheden pek çok farklı şekillerde ve başka dinamiklerle kombinasyonlar yaparak karşımıza çıktığını inkar etmenin de anlamsız olduğunu biliyorum. Mesai saati bitiminde gerçekleştirilen faaliyetlerle ilgili yığınla iddia ortada dururken, ‘muhacirler’ artık gri bir alandır.
Sorunların somut durumlar konuşularak ele alınması gerektiği aşikardır. Mevcut ‘tartışamama’ ikliminde sözlerimin farklı kesimlerde tepki yaratacağının farkındayım. Ama bu meseleyi sakin bir şekilde, sokağın ve halkın, belki de en yakınlarımızın sesini dinleyerek, nefreti susturup çözümü arayarak ciddiyetle konuşma vakti geldi de geçiyor.
KONUT KARŞILIĞI KELEPİR VATANDAŞLIK UYGULAMASINA HEMEN SON VERİN
Sözgelimi, yabancılara konut satışı pekala hızla regüle edilerek büyük sıkıntılar hafifletilebilir.
Ucuna vatandaşlık havucu asıldığı için artan yabancıya konut satışı oranları yüzünden yükselen kiralar nedeniyle maaş olarak 20 bin TL gibi fena olmayan rakamlar kazanan insanlar bile İstanbul’u terk etmek zorunda kalıyor. Çünkü az çok mutena yerlerde -ki asla Etiler’i Nişantaşı’nı kastetmiyorum- on yıllık bir binanın 2+1 dairesinin kiraları artık 8 bin TL, 10 bin TL. Buna can mı dayanır?
Hülasa, konuta karşı satılık vatandaşlık uygulamasına bir an önce son verilmeli. Düşünün ki sadece Ocak-Mart arasında 2256 İranlı, 1887 Iraklı, 1935 Rus, 617 Alman, 570 Kazakistanlı konut aldı.
Kanada gibi ‘bir süreliğine’ yabancılara konut satışı yasaklanabilir ki bence bu yapılmalı.
Aksi takdirde demografi değişimi gibi eleştiriler, “Orta sınıf olmanın sınırına kadar yoksullaştırılmış Türkler, parası olan orta doğululara, Körfez Araplarına, Rus oligarklarına ve İran zenginlerine yer açsın mı deniliyor?’ soruları sonuna kadar haklı olacaktır. Çünkü evet, başta İstanbul olmak üzere kentlerin demografisi değilse bile sosyolojisi değişiyor ve bu tesbiti yapmak ırkçılık değil.
BATI’YI SORUMLULUK ALMAYA ZORLAYIN
Batı’nın, ABD ve Avrupa’nın ve hatta BM’nin hayatlarından endişe ettikleri için ülkelerinden kaçan insanlar konusunda sorumluluk almasının sağlanması kuvvetli bir aciliyet teşkil etmekte artık.
ABD, Katar üslerinde ABD’ye gitmek üzere bekletilen şair doktor mühendis Afganları bile almadı hala mesela. Neden?
Afganlar için fütursuzca Türkiye’yi işaret etti ve kendi sorumluluğunu giderme noktasında ise Avrupa’nın yaptığı gibi ‘seçmece alım’ yoluna gitti ve buraya kadar olan kısım bile yeterince kötü iken, vadettiği kadarını dahi yapmadı.
Türkiye bu konuda neden Batı’nın ikiyüzlülüğünü aşma yolunda çaba sarf etmez belli değil. Neden göndereceğini söylediği 1 milyon Suriyeli’nin korunması için BM’yi güçlü bir biçimde garantör olmaya zorlamaz, o da belli değil.
Batı’ya kendi çapraşık işleri ile ilgili mebzul miktarda koz verdiği için olabilir mi?
Batı’ya açılan kapıların açık kalması doğru ve adil bir yoldu ve Avrupa’nın bu çözüme razı edilmesinden başka yol yok.