Hangisine inanalım: Söylenen değerlere mi yaşanan pratiklere mi?
DAHA önce bir vesileyle kısaca değinmiştim. Birey ahlakı ve değerler konusunda yapılan bazı araştırmalardan hareketle, genelde toplumsal alanda, özelde ise siyaset alanında iki tür ayrışma olduğu söylenebilir.
Bu ayrışmadan ilki, bireyin idealize ettiği değerlerini kişisel hayatına yansıtmamasıdır. Bu durumda, bireyin değerleriyle pratiği ayrışır. Mesela biri Atatürk’ün ölüm yıldönümünü andığı zaman onu suçlamak, kendisi andığı zaman ayrıcalık hissetmek, üstünlük duygusuna kapılmak. Aynı konuda muhalefette ayrı, iktidarda ayrı tutum içinde olmak siyaset alanında görülen yaygın bir ayrışma örneğidir.
İkinci ayrışma ise bireyin kişisel hayatı ile sosyal hayatı arasında yaşanıyor. Bireyin sahip olduğu beşeri ve ahlaki değerleri sosyal hayatına farklı şekilde yansıyor. Başka bir deyişle, aynı birey kendi şahsi hayatında farklı yaşarken, cemiyet hayatında veya siyasi hayatında farklı yaşıyor. Mesela, kişisel olarak Atatürk’ü sevmeyen birinin, toplum içinde Atatürk’ün ölüm yıldönümünü anması gibi. Siyaset alanında kendi uzmanı olduğu konuda doğru ve haklı bulduğu siyasi rakibinin çözüm önerilerine kendi partisi karşı çıktığı için itiraz ediyor olmak (veya doğru bulmadığı parti politikasını yakın çevresinde eleştirirken halka propaganda etmek) böyle bir durumdur.
Bireyin fikri ile zikrinin farklılaşması onun kendi iç tutarlılığıyla, ikinci tür farklılaşma ise onun dış tutarlılığıyla ilgilidir.
Şimdi bu noktada sormak gerekiyor: Ahlak ve değerlerin, birey ve toplum hayatına yansıma şekillerinin ayrışması kabul edilebilir mi? Eğer öyleyse hangi durumlarda bu ayrışma meşru olur? Bunun sınırı var mıdır? Mesela, iktidarın gücü, bireysel veya ideolojik çıkarlar, kişisel başarı duygusu, bireylerin ahlak ve değerlerinin pratiğe yansımaması (veya farklı alanlarda farklı şekillerde hayat bulması) için haklı bir gerekçe oluşturur mu?
Soruyu tersinden soralım: Bir partinin veya ideolojinin oluşturduğu kimlik, güç sahibi olmak veya iktidarı koruma çabası, onun duruşunu değiştirmeli veya ahlaki değerlerinden uzaklaştırmalı mı? Yoksa bütün bunlar bir yozlaşma ve hatta çürüme işareti midir?
HZ. ÖMER VE HZ. ALİ’DEN ÖRNEKLER
Şam valisi olan Muaviye, bir gün Halife Hz. Ömer’den deniz aşırı fetihler için izin ister. Hz. Ömer fethedilen toprakların çok dinli, çok kültürlü yapısının ortaya koyduğu zihni ve tecrübi birikimin, İslam’ın özgün niteliğini tehdit ettiğini düşünmektedir. O dönemde, İslam’ın maslahata değil, daha çok akla ve nakle dayanan saf inanç ve ahlakının, askeri üstünlük sağladıkları Helen ve İran medeniyetlerinin muharref inançları ve kurumsal tecrübeleriyle kirlenmesi tehlikesini görür. Muaviye’ye yeni fetihler için izin vermez. Gerekçesi, zaten aşırı derecede genişlemiş olan İslam dünyasının o aşamada, fethedilmiş toprakların ve kültürlerin sindirilmesine öncelik verilmesidir.
Hz. Ali’nin hayatında buna benzer çok örnek bulunabilir. Hz. Ali’nin bir savaş esnasında düşmanını yere düşürüp tam öldürecekken, düşmanının yüzüne tükürmesi nedeniyle hamle yapmaktan vazgeçmesi, herkesin bildiği bir olaydır: Biraz önce seninle Allah rızası savaşıyordum, yüzüme tükürünce öfkelendim ve araya nefsim girdi.
Gerçekliğinden emin değilim, ama ayet-i kerimeye (Nisa, 4/102) uygun bir tavır olması nedeniyle Hz. Ali’ye atfedilen bir örnek olayı aktaracağım: Hz. Ali’nin bir kaleyi kuşatma esnasında, komutandan askeri ikiye bölmesini ve bir kısmı savaşırken, diğerlerinin vaktinde namazlarını kılmalarını ister. Kale düşmek üzeredir. İslam ordusu biraz daha yüklense zafer kazanılacaktır. Ama namaz vakti de geçmek üzeredir. Komutan itiraz ederek biraz daha beklemeyi teklif eder. Hayatı boyunca hiçbir siyasi oyun ve hile ile inanç ve ahlakını kirletmeyen Hz. Ali, öfkelenir ve “Uğruna savaştığımız değerleri terk ederek mi zafere ulaşacağız?” der.
Aynı şekilde, Hz. Ali’nin görevlendirdiği valilere yazdığı bütün mektuplarda ve şüphesiz Malik b. Haris el-Eşter’e yazdıklarında İslam ahlak ve inancına bağlı kalmayı vurguladığı görülür. Sanki ileride ortaya çıkabilecek siyasi sorunları ve yanlış yönetim uygulamalarını sezmiş ve özgün İslam siyaset düşüncesinin hayata geçirilmesinde ısrar etmiştir.
Gerçekte güç ile ahlak her zaman mücadele halindedir. Çünkü erdemli bir toplum yaratma sürecinin, yani öznesi akıl, bilgi ve ahlak olan siyasetin nesnesi de güç olur. Sayın Davutoğlu’nun yeni kitabında (Duruş: Gençlerle Yüz Yüze, Küre Yayınları) dediği gibi, ahlaki özünü kaybetmiş güç, kendisini kullandığını zanneden özneyi esir alır ve gücün nesnesi haline dönüştürür.
Böyle bir durumda biz hangisine inanacağız? Söylenen değerlere (nesneleşmiş ahlaka) mi, yoksa siyasetin pratiğine (özne haline gelmiş güce) mi?
ATATÜRK ÜZERİNDEN NORMALLEŞME
Bugüne kadar İslami değerler üzerinden dava tanımlaması yapan ve kendisini Kemalist ideolojiye karşı konumlandıran AK Parti’nin, 10 Kasım’da izlediği Atatürkçü politikayı yazacaktım. Ama maalesef konuyu yazacak yerim kalmadı.