Bismillah no!
Rock efsanesi olmanın yolu sadece iyi bir ses, birkaç tane kuvvetli şarkıdan geçmiyor. Belirleyici faktörlerden biri sanatçının çıktığı dönemin müziğine yaptığı dönüştürücü katkı; Brian Wilson’ın “Pet Sounds”ı ya da Beatles’ın ilk kez sitar kullanması gibi. Bob Dylan gibi yıllar içinde taklit edilen, bir türlü geçilemeyen ve en nihayetinde edebiyat olarak adlandırılarak Nobel’le taçlandırılan şarkı yazmak, açtığı kapıdan yüzlerce başka müzisyene ilham vermek bir başka gereklilik. Bruce Springsteen gibi yaşadığı dönemin, içinden çıktığı sınıfın fotoğrafını çekebilmek ve bir gazeteci edasıyla küçük şehir insanın hayatını şarkılarında aktarmak da apayrı bir özellik. Ya da Kurt Cobain gibi bir gecede geçmişin kapısına kilit vurup yeni bir çağın başladığını meydan okuyarak ilan etmek mümkün.
Ama rock efsanesi olmanın en belirleyici kıstası kendinden sonraki kuşakları etkileyebilme gücü. Hala her yıl binlerce insan Bob Dylan olabilme hayaliyle kağıdı kalemi eline alıyor. Mahalle şairleri Paul Simon’ın satırlarını taklit ediyor. Joni Mitchell’ın duygusallığı, Stevie Nicks’in kokain etkili satırları birçok genç kadın şarkı yazarına yol gösteriyor. “A Star is Born” filmindeki yıldız adayı Lady Gaga’nın yatakodasının duvarında Carole King’in “Tapestry” albümünün kapağı asılı.
KİMSE QUEEN OLMA HAYALİ KURMAZ
Ama evinin garajında, bodrum katında rock grubu kurmak isteyen amatör gençler yeni Queen olma hayali kurmuyor, hayaller hala Rolling Stones gerçekler Mor ve Ötesi olsa da. Onca rock biyografisi okudum bir kere bile Freddie Mercury’den ilham alan, Freddie Mercury’e özenen bir isme rastlamadım. Teoman, Şebnem Ferah, Gökhan Özoğuz gibi 90’larda Türkiye’de rock dirilişinin mimarı isimlerle arkadaşlık yaptım, profesyonel ilişki kurdum ve bir kere bile ağızlarından Freddie Mercury adını duymadım.
Queenİyi bir sesi olması, sahnede muazzam bir performans sağlaması Queen’i bir rock efsanesi yapmaya yetmiyor; en azından en tepede yer alan Dylan ve devamında Bowie, Lennon, Jagger, Springsteen gibi tanrılarla aynı katta anmak diğerlerine hakaret olur. Lou Reed, Patti Smith, Joe Strummer, hatta Morrisey’e ayrılan özel salona bile almak zor Queen’i.
Popülerlik, şarkılarının yaygınlığı, çok kişi tarafından beğenilmesi apayrı bir konu. Queen’e illa bir efsane payesi verilecekse daha çok ABBA’ya benzetilebilir. Sanırım Queen’i efsane sananlar da grubun şarkılarının basitliğini, akılda kolay kalmasını, sloganvari içeriğinin kitleler tarafından sahiplenilmesiyle kendilerini kandırıyorlar.
İşin aslı, Queen’in şarkıları klişe, melodileri sıradan, sözler tribün tezahüratlarını andırıyor. “We Will Rock You”nun en bilinen şarkıları olması tesadüf değil. Sözler ise dalga geçilesi, yanyana geldiklerinde hiçbir anlam ifade etmeyen laf kalabalığından ya da Kayahan ağlaklığını andıran klişelerden ibaret. “Aşk sokaktaki insanları umursamanızı sağlar” gibi mesaj verme kaygılarının gülünçlüğü anında ezberlenen jingle gibi müziklerin arkasında göze batmıyor sadece.
90’larda “Wayne’s World” filmi sayesinde Queen yeniden hatırlanmıştı, unutulmaz bir sahnede “Bohemian Rhapsody”le dalga geçtikleri için. Eurovision klasiğimiz “Opera”dan sadece birkaç gömlek üstün olan bu şarkıyı başyapıt zannedenler “Good Vibrations” veya sonraki yıllarda “Paranoid Android” gibi birkaç farklı bölümü andıran rock operalarını hiç dinlememiş olmalılar.
ERKEN ÖLÜM AVANTAJI
Murathan Mungan bir söyleşisinde mealen “Kimsenin hayatında gözüm yok, ama daha erken ölseler çok daha kıymetli anılacak bir sürü isim var Türk edebiyatında” demişti. Hayatta ve sanatta olduğu gibi müzikte de kimi insanların erken ve trajik ölümü hayatta kalsalar sahip olamayacakları mertebelere ulaşmalarına vesile oluyor. Ancak duygusal gözlüklerimizden arındığımızda “rahmetlinin” sandığımız kadar iyi bir oyuncu, yazar, yönetmen, ressam ya da şarkıcı olmadığını anlıyoruz.
Kurnaz ve zeki isimler ise kitlelerin nasıl manipüle edileceğini çok iyi biliyor. Barış Manço bu açıdan bir Harvard Business School dersine konu olabilecek bir “iş insanı” mesela. Devlet parasıyla çocuk programı yapıp toplumsal bir figür haline gelen Manço’nun 80’ler sonrası müzikal kataloğu vasatın bile altındadır: “Lahburger” ve “Ayı” diyeyim. Dünya starı sanılmasıyla FETÖ okullarını ziyaret etmesi bağlantısına hiç girmeyeyim, ama “Barış Mancho” adıyla çıkardığı albümün Edirne’nin dışında karşılık bulmadığı, yabancı dilde yaptığı “Nick the Chopper”ın yine Türkiye’de sattığı tarihsel gerçekler.
Kaldı ki müzisyen olarak en üretken olduğu zamanda bile devrinin çok gerisindedir; Erkin Koray, Cem Karaca ve Selda Bağcan’a kıyaslandığında en fazla büyüklerine özenmiş bir heveskar genç olarak kalır. Brüksel’de yaşayan antika koleksiyoncusunun Anadolu insanının hassasiyetini yansıtma çabası, kimi zorlama kelimelerle kendisine halk ozanı payesi biçme çabası (“Barış der ki…”) da en az kostümleri kadar prodüksiyondur.
Zaten popüler müzik işinin kuralı ürününü pazarlayabilmek. O yüzden de beş yıldızlı otel lobisi müzisyenlerini aşamayacak diğer Queen üyelerine Mercury’nin ölümü piyangodur: Bir ölümü sömürüp kendilerini hak etmedikleri bir mertebeye oturtmayı başardılar. Mercury’nin hikayesini çarpıtarak anlatan o rezil “Bohemian Rhapsody”nin çokça insan tarafından izlenmesi de bu kandırıkçılığın geniş kitlelerde hala karşılığı olduğunu gösteriyor. Kitlelerin tercihlerinin konusuna hiç girmeyelim; Nilgün Bodur der kaçarım.
Sözün özü, Queen hoş ama boş bir grup, ama hayatta hoş ve boş zevklere de yer var. Alana mani olmayayım. Bu konuda söyleyeceğim tek sözü en başta söyledim zaten, bir kez daha tekrar edeyim: “Bismillah no!”