Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Buluştuğumuzda Asu Maro’ya neden Tuğrul Eryılmaz değil de daha tanınan birisi hakkında kitap yazmadığını sordum. “Bu kadar bilinmeyeni olmazdı” diye yanıtladı. “Ben ona şu ya da bu açıdan benzeyen birisiyle çalışmadım. İyi yöneticilerle de çalıştım ama Tuğrul gibisini görmedim. Seslendirilmeyeni seslendirme konusundaki çabası mesela… Ezilenlerin, sesini duyuramayanların platformu olmayı, bizim bir de görevimiz olduğunu başka birinden duymadım.”

        Ben buna ek olarak her şeyi konuşabilmeyi, her şeyi yazabilme imkanı tanımasını da eklemeliyim. Yıllar içinde yollarımız ayrıldı, birbirimize kızdığımız da oldu. Ben onun (ve daha sonra Elçin Yahşi’nin) yanında çalıştığım dönemi hala özlemle alıyorum. Hala bir fırsat olsa her şeyi bırakıp o günlere gözümü kırpmadan dönerim.

        Sözünü ettiğim bu çok basit bir lüks yüzünden. Kastım siyaset de değil. Geniş kitlelerin ilgilenemeyeceği, marjinal sayılacak küçücük bir film, bir şarkıcı, bir kitap hakkında bile hiçbir zaman “Ya bunu şimdi kimse anlamaz, kullanmayalım” demedi Tuğrul Eryılmaz. Ezoterik olabilme özgürlüğünü tanıdı, bazen koca bir gazete sayfasını hiç kimsenin bilmediği bir isme gözünü kırpmadan ayırdı. Sanırım o yıllarda kendimizi İkitelli’de değil de Londra ya da New York’ta dergi çıkarıyormuş gibi hissediyorduk.

        Bu yüzden de “68’li ve Gazeteci” kitabı vesilesiyle yaptığım Tuğrul Eryılmaz söyleşisine bugün de devam ediyorum. Biraz medyada böyle isimler de olduğu hatırlansın diye…

        Biraz da birbirimizden kopuk kaldığımız ve Türkiye’nin, medyanın da değiştiği son 10 yılın karşılıklı bir hesaplaşması da olsun diye…

        “SOLCULAR HALA BİZİMLE UĞRAŞIYOR”

        Kitapta Radikal’i hep özlemle anıyorsunuz, tekrar belki açılır diye umudunuz var. Ama hiç zamanın ruhuna bağlamıyorsunuz. Nasıl ki 80’ler bitti Nokta bitti, belki Radikal’in de bitmesi gerekiyordu.

        Mehmet Y. Yılmaz gidince becerilemedi. Birkaç gömlek büyük geldi İsmet Berkan’a da, bana da, diyelim Eyüp Can’a da… Ama bunun yerine sizin gibi genç kuşağın kafasında ‘Radikal değil ama acaba biz bir Madikal yapabilir miyiz’ sorusu olmalıydı. Bu zamanın ruhuna uygun olarak…

        Ben kendi adıma artık değmez diyorum.

        Hayır! Bu korkunç bir şey. O zaman git kendini at Haliç’ten, kurtul hayattan. Nasıl değmez ya? Düşünsene bir şey yapacaksın ve bu karşılık bulacak. Bir gazeteci için bundan daha güzel bir şey var mı? Sokak’ta da, Yeni Gündem’de de bize umudu veren bu. ‘Bak oldu,’ diyorsun. Şanssızlığımız Sokak’ı solcuların da sevmemesiydi. Benim en ağırıma giden budur. Hala bizimle uğraşıyorlar.

        Solculardan kasıt Doğu Perinçek tayfası mı?

        Hayır onları solcu saymıyorum ben zaten. Onlar ulusalcı, sağcılar. Hiçbir itirazım yok, “Tek millet, tek parti, Kürtler kötüdür, onlar herkesi bölerler” diyebilirler. Ama bana sol adına saldırıp bunları söyleme. Sokak döneminde Metin Çulhaoğlu, Aydın Çubukçu gibi değerli iki insanın bizi beğenmediğini hatırlıyorum. ‘Burjuvazinin değerlerini allayıp pullayıp yeni sol diye sunuyorlar’ diye itham ederlerdi bizi. Bizim yeni soldan haberimiz bile yoktu oysa. Solu sulandırdığımızı söylüyorlardı. Biz Asu’yla bu kitabı yazdıktan sonra da bizi aramayan üç yer kaldı, artık aramasınlar zaten. Evrensel, Cumhuriyet, Birgün…

        Nedir bu sizin kuşaktaki farklı fraksiyonların bir türlü 68’i paylaşmamalarının nedeni?

        Türkiye’de sol hareket başından beri parçalanmakla övünür. Parçalanarak bölünür ve sürekli birbirine karşı gruplar çıkar. Kolay değildi o kadar arkadaşımızın öldürülmesi. 21-22 yaşında adamlar yollarda öldürüldüler. Var mı böyle bir şey? Böyledir siyaset dediğin. Herkes onun mirasına esas varis benim diye sahip çıkmak ister. Zengin baba öldü çocuklar miras paylaşıyorlar. Beraber yapın bir şey becerebiliyorsanız… 68-69, 78-79 aynı şeylerle gidemezsin ki. Ancak ders alırsın.

        Kişiselliğe yer var mı gazetecilikte?

        Katiyen yok. Ben o kadar sevmediğim bazı insanlarla çalıştım ki… Onlar benimle rakı içme şansına sahip değiller. Çeşitli gruplardan insanlarla çalışmaya çok çaba gösterdim. Çünkü her an yanılabiliyorsun. Birbirine benzeyen insanlar kadar korkunç bir gazeteci ekibi yoktur.

        Bana hep rakı içmeyi tercih ettiğiniz insanlarla çalışmışsınız, sadece onlara yazı yazdırmışsınız gibi geliyor oysa.

        Olur mu canım… Ne kadar haksızlık! Osman Can bile yazdı ki hayatında rakıyı eline almamıştır. Konu içki değil gerçi, kahve de içmem, evime çağırmam.

        Osman Can’ın Radikal İki’ye yazdığı dönemde Radikal İki’ye yazan diğer insanlar ondan farklı düşünmüyorlardı ama.

        İpuçları vardı aslında. Yavuz Sabuncu’yu aramıştım, anayasa profesörü. ‘Ya bu Osman Can iyi hoş da bazen bir şey yazıyor, benim kafam karışıyor’ dedim. Tamamen dedikodu yapıyorum telefonda, merak ettim. ‘Osman Can çok iyi adamdır, Marxist yöntemi çok iyi kullanır ama galiba biraz fazlaca dindar' demişti. Yıldıray Oğur’lar, Melih Altınok’lar… Hepsi yazdılar.

        O sırada onların bulunduğu siyasi pozisyon Radikal İki yazarları Ahmet İnsel veya Yıldırım Türker’den farklı değildi. Ergenekon ve Balyoz’a inanıyorlardı. FETÖ diye bir olgudan bahsetmiyorlardı. Sizin kitapta da FETÖ hiç geçmiyor.

        Niye olduğunu söyleyeyim, çünkü o kadar sıkıldım ki artık herkese FETÖ’cü denmesinden. Ben kimlerle çalıştığımı bilmiyor muyum, o kadar salak mıyım? İlk defa Radikal İki’de çıkmıştır, Orhan Gazi Ertekin durup dururken bir yazı göndermişti ‘The Cemaat’ diye. Arşivlerde durur. Adamı aramıştım. ‘Bunlar korkunç, hepsi beraberler bunların’ demişti. Tabii çok yanlış yaptığımız da oldu.

        İyi de sadece sıkıldım diyerek nasıl açıklanabilir? Radikal’in tarihi FETÖ olmadan nasıl yazılabilir?

        Hapisteki insanlara ben kötü bir şey söyleyemem. Kendini savunamayacak durumda olmuş insanlara… Çünkü ben kendi arkadaşlarımın içeride nasıl iddianamesiz yatırıldığını biliyorum. Osman Kavala’dan tut da… Hadi onları biliyorum hiç değilse. Bu adamları hiç tanımıyorum ben. Birtakım adamlar için o FETÖ’cü deniyor, belki de doğrudur. Nazlı Ilıcak bizim gençliğimizi harap eden kadınlardan bir tanesidir. ‘Komünistler, bölücüler, kesin bunları,’ der dururdu. Şimdi ben nasıl kalkıp buna rağmen Nazlı Ilıcak’a FETÖ’cü derim?

        Tuğrul Eryılmaz en yakın arkadaşının ölümünün ardından oğluna sahip çıktı, Hüseyin’in babası oldu.
        Tuğrul Eryılmaz en yakın arkadaşının ölümünün ardından oğluna sahip çıktı, Hüseyin’in babası oldu.

        “DEVLET VE ASKER KUŞKUYLA BAKILMASI GEREKEN KURUMLARDIR”

        Bu duygusal cömertliği Ergenekon-Balyoz sürecinde hiç bayılmasanız da Tuncay Özkan’a, Mustafa Balbay’a, Doğu Perinçek’e göstermeli miydiniz?

        Onların hepsinin şu anda safları belli durumda.

        Ama o zaman ilke adına savunmak gerekmiyor muydu?

        Savunurdum.

        Ama yapmadınız Radikal İki’de.

        Bunlar bir grup. Burada yanılıyoruz. Kendi gazeteleri var. Zaman gazetesi varken FETÖ’cüleri savunmak bize düşsün? Ya da Aydınlık varken…

        İlke ve ahlak?

        Doğru ama benim de önceliklerim vardı. Bir de editörlük yapmak başka bir şey, köşe yazmak çok başka. Ben bütün dengeleri korumak zorundaydım gazeteci olarak. Editör seçtiği haberlerle, haberin işlenişiyle çok başka bir kamusal görev yapıyor ve orada fanteziye yer yok.

        Hayatımda bir kere Osman Kavala’yla e-mail’leştim. Onunla dalga geçen bir yazıma yanıt vermişti… Hiç görmedim, hiç tanımadım. Ama Habertürk’te en az dört tane Osman Kavala yazısı yazdım. Onu İletişim Yayınları ya da Birikim savunsun demiyorum.

        Aydınlık’çılar günlük gazete çıkarıyorlar, günlük yayınları var, siyasi örgüt olarak hepsi ortada. Osman Kavala’nın bir siyasi örgütü yok. Ama şunu diyebilirsin: Benim de önyargılarım var ve onları da yıkmaya çalışmıyorum. Benim için devlet, asker, ne dersen de otorite kuşkuyla bakılması ve korkulması gereken kurumlardır. Ne kadar görünmezlerse o kadar mutlu olacağım. Bunlardan kuşkulanırım.

        Ergenekon-Balyoz konusunda bir sorgulama yaptınız mı?

        İnan ki bilmiyorum… Çok şaşırıp kalacaksın ama… Bir bildiğim kötü ruhlu birtakım askerler var bir tarafta, öbür tarafta da kendine dindar diyen başka kötü ruhlu insanlar var. Gerçekten ilgi alanımın dışındaydı. Günlük gazetede olsaydık belki ben de öğrenecektim onları. Bir de insan yaşlandıkça her şeyi öğrenmek istemiyor.

        “O KADAR ÇOK KİMLİĞİM VAR Kİ BİRİNE TAKILMAK HAKSIZLIK”

        Kendi hakkınızdaki kitabı nasıl buldunuz?

        Ben Tuğrul’a biraz daha edepsizlik ederdim. Mesela ‘Baban anneni kaç defa dövdü’ diye sormadı Asu bana kitapta. Sorsaydı da çok üzülürdüm.

        Aşk hayatınız hemen hiç yok kitapta?

        Aşk hayatım var. Okumasını bilene çok güzel var.

        Çok üstü kapalı. ‘Hiçbir kimliğimin öne geçmesine izin vermedim’ diyorsunuz.

        Aleviliğim dahil olmak üzere. Şimdi başka türlü yaşayabilirdim hayatımı. Ama her türlü başka. Aslında Marxist-Lenninst değil de Anarko-Marxist olduğumu, anarşistlere daha yakın olduğumu keşke o zaman haykırabilseydim. İnsan olarak da önceliklerimiz vardı ama.

        Kariyerinizin önüne geçer miydi daha açık yaşasanız?

        Tabii geçerdi. Gazeteciliği bir yere iteliyorlar, ‘Sen buradasın, durduğun yeri bil’ diyorlar. Hakikaten bu Türkiye’de egemen sınıflar çok korkunçlar, aslında kendi ayaklarına sıktıklarının farkında değiller. Biraz rahat bıraksalar belki benden bir şey görecek, öğrenecekler.

        Öte yandan, altını çizmeseniz de hiçbir kimliğinizi gizlemiş değilsiniz. Kaba bir erkek dilinin ve kültürünü egemen olduğu medyada nasıl dayandınız?

        Kadınlar nasıl dayanıyor? Gençler nasıl dayanıyor? 20 yaşındaki çocuklar o gerzeklere nasıl dayanıyorlar? 60 yaşına gelmiş orasını burası kaşıyan adamlar, onlara benzeyen az sayıda da olsa kimi kadınlar… Sana lüks geliyor bunu sorgulamak, etrafındaki gençleri görüyorsun. Adam Kürt olduğunu söyleyemiyor, saklıyor.

        Ama medyada olmanız benim için de bir umuttu. Demek ki heteroseksüel, sünni, beyaz vs. olmadan da bir yerlere gelinebiliyormuş, diyebildim size bakıp.

        Olsun, ben iyi adamım. Ama bunu tek bir kimlikle açıklayamazsın. Bir kimliğe takıldığın anda bittin. Benim o kadar çok kimliğim var ki… Bunların bir tanesini bile ön plana çıkarmaya çalışmak, bunu konuşmak bana haksızlık diye düşünüyorum.

        Beni de Sözcü mesela Pazar ekine atarak ‘gay yazar’ olmamı bekliyordu…

        Ama çok moda şimdi. Bizim zamanımızda da ‘Kadın yazıları yazsın sadece’ derlerdi. Ya siz deli misiniz, divane misiniz? ‘Kadın yazıları’ dedikleri de feminist politika değil. Ağda nasıl yapılır, nasıl makyaj yapacaksınız, erkeği elde etmenin yolları… Nokta’da bile bize bunu zorlamaya kalktılar, Yazgülü Aldoğan’ın çok sinirlendiğini, Ercan Arıklı’ya ‘Neden bizi bu kimliğe sokuyorsunuz,’ diye itiraz ettiğini.

        ‘Gay yazar’ da işte gece hayatı, dedikodu falan yazacak…

        Bunu yaptırmaya çalışan çok bulunur, yapanlar da dolu var. Bir tek onlar değil ki. Hayatında Alevi’den başka yazı yazmayan gazeteciler biliyorum. İktidarın dışında başka hiçbir haber vermeyenler de var. Yapsınlar, itirazım yok. Ama kendini hapsettiğin zaman gazeteci olamazsın.

        Hapsetmemeyi başarmanın sırrı kapıyı vurup gitmek mi?

        Bizim gibi insanların marifeti patronlardan daha zeki olmamız. Patron istediği kadar zeki olsun… Ben onların hepsinden daha zeki ve yaratıcıyım. Ben patronların maymunu muyum? Bana bunu yazacaksın, şu işi bağlayacaksın desinler… Yok böyle bir şey, olmadı da. Gazeteciler de buna karşı koyabilirlerdi, artık çok zor.

        Kitapta bir noktaya takıldım. ‘Mağdur kadın olursa sorgulamam,’ diyorsunuz. Kabataş desem?

        Gazeteci olduğun zaman doğru olmadığını da yazacaksın. Ama anlatmak istediğim şuydu: Diyelim ki mahallede bir olay oldu, birtakım kadınları oturduğu ev basıldı. Erkek bir editör muhabirini gönderdiği zaman hep ‘Bir bak bakalım, kadınlar da yollu muymuş, eve giren çıkan belli mi’ der. Erkekleşmemiş hiçbir kadın editör muhabirine bunu sordurmaz.

        Ünlü bir kadın gazeteciye ‘Hiç erkekleştiniz mi’ diye sormuştum zamanında. ‘Hayır, saçım hep fönlüdür, makyajım yerindedir, kılık kıyafetim düzgündür,’ demişti ve çok şaşırmıştım.

        Ama biz Türkler çok biçimsel yaşarız hayatımızdaki her şeyi. Biçimin şartları yerine geldiği zaman bizim için sorun yoktur. O zaman da bu halde kalıyorsun, değişmesi gereken bu zihniyet. Toplumun ikiyüzlülüğü aynen medyaya da yansıyor.

        Ya gazete sayfalarındaki güzel kadın kontenjanı hakkında ne diyorsunuz?

        Gazeteyi açtığın zaman güzel bir erkek, güzel bir kadın görmek her zaman keyiflidir. Özgür Gündem’de nöbetçilik yaparken çocuklarla tek bir kavgam oldu. Zaten bir günlük yayın yönetmeni ne karışır, dayanışma için gelmişim. Gazeteye şöyle bakıyorum, çıkıp gideceğim. Şu sizin gazeteyi okuyan Türkiye’de bir tane güzel kadın, bir tane güzel adam yok mu diye telefon edip sorsa ne kadar haklı olacak, bir dönüp bakın şu gazeteye dedim.

          Eryılmaz yönetmeye başlayınca Milliyet Sanat’ı popülerleştirdi.
        Eryılmaz yönetmeye başlayınca Milliyet Sanat’ı popülerleştirdi.

        “CİHANGİR DİYE BİR ÇETE YOK, KEŞKE OLSAYDI”

        Medyada konumlu bir gazeteciyken, parayı da yönetirken bu konumu kendi klanınızı kalkındırmak olarak kullandınız mı?

        Klan değil ama ‘Bunlar çok iyi insanlar ve doğru şeyleri söylemek için yer arıyorlar, keşke ben bunlara biraz para kazandırsam’ dedim. Yaptım bunu tabii, bir sürü yaptım. Rahmetli Okay Gönensin de bunu bize yaptı. Oradan buradan şutlandığımızda ertesi gün Cumhuriyet’e çağırdı. İdeolojik bir birlikteliğimiz yoktu. Bana hep ‘Sen bazılarını kolluyorsun’ diyorlar. E tabii kolluyorum, çünkü onlar da beni kolladılar. Benim kollamam siyasi değil, mesleki kollamalar yapıyorum.

        İşte Cihangir tam da bu değil mi?

        Cihangir diye bir çete yok. Keşke olsaydı. Cumhuriyet de yok. İnsani kaygılarla bir sürü şey yapılabilir, keşke olsaydı da hepimiz zengin olsaydık.

        Ama Tomris Giritlioğlu dizi yaptığı zaman geliyor sizi, birbiriyle arkadaş olan isimleri buluyor.

        Türkiye’de entelijansiya bizim sandığımız kadar çok geniş değil. Böyle bir sıkıntımız var. Türkiye’de millet Ankara’ya bile gitmiyor, İstanbul’da sıkıştık kaldık. Bizim gibi gariban Ankaralı enteller de buraya geliyor.

        Bir arkadaşınızın kitabı çıkınca övmek zorunda mısınız?

        Doğru cevap istiyor musun? Evet. Görmezden geldiğin zaman da insanlar anlıyor. Kötü bir kitabı hiçbir zaman övdürmedik, ama dövdürmedik de doğrusu.

        Dövdürmek gerekmiyor muydu peki?

        Doğru. Kendimi yalanlıyorum, ama diyorsun ki bu kadar lanet olası insanların içinde uğraşacağım bu mu kaldı, bir halt etmiş, yazık, kötü bir kitap yazmış, kötü bir film çekmiş. Ama bunu üç kere yaptığın zaman adama alçak derler ve inandırıcılığını kaybedersin.

        Diğer Yazılar