Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ertekin’in Ortaköy’ün hemen girişinde bulunan dükkanının duvarında uzun yıllar çerçevelenmiş bir köşe yazısı asılı durdu. Hıncal Uluç’un Ertekin hakkında yazdığı binlerce köşe yazısından belki de bir ölüm ilanına en yakın olanıydı; kişinin yaşamı eserlerini özetleyen bir saygı duruşu yakın dostu yaşarken yazılmış ve çerçeveyle ölümsüzleştirilmişti.

        Yazıyı çok iyi biliyorum, çünkü yazılmasına ben vesile olmuştum. Hıncal Abi’nin bana haddimi bildirdiği onlarca yazıdan sadece bir tanesi. Gençlik işte, Ertekin’le hafiften dalga geçen, “Ya kim bu adam, yoksa Holly aslında Ertekin mi?” türü şımarık yazıma “Bak ben sana kim olduğunu anlatayım,” diye başlayan bir yanıt: 24 Haziran 2007, Sabah gazetesi, “Bir Paris Efsanesi.. Ertekin!..”

        Bugüne kadar tek bir müşterinin gittiğini bile görmediğim, ama Ortaköy’le en az patates satan dükkanlar ve meydandaki cami kadar özdeşleşmiş o dükkanda Ertekin bana o yazıyı göstermişti. Şımarıklığı bırakacak halim yok tabii, “Ama benim yazımı çerçeveleyip asmamışsınız,” demiştim de yüzüme manidar bir bakış atmıştı.

        Ertekin Dinçay meğerse 92 yaşındaymış önceki gün öldüğünde; aklım almadı. Gazete okumaya başladığımdan beri adını bildiğim, daha sonra çeşitli defalar tanıştığım bu Ortaköy anıtı bildim bileli hep yaşlıydı. Ve tam da bu yüzden hiç ölmeyecekmiş gibi gelirdi.

        ONU HINCAL’SIZ DÜŞÜNMEK MÜMKÜN DEĞİL

        Öncesini sadece anlatılanlardan biliyorum. Paris’te önemli bir “dizaynır” (Hıncal Uluç’un tabiri) olduğu, kapıların ona açıldığı, sokakta tanındığı, Türkiye’nin ilk diskoteğini açtığı gibi hakkında çeşitli efsaneler var. Ama Hıncal Uluç’un tanrı katında olduğu 90’lı yıllardan beri Ertekin basında bir mitolojik kahraman daha çok, o yüzden de onu köşe yazarı kankasından bağımsız düşünmek olanaksız. İkili bir tiyatro oyununa konu olabilecek muazzam bir ikili, bir “odd couple” örneği.

        Sıradan şeyleri olduğundan daha büyük gösteren, okuruna da kendi yaşadığı tecrübeyi (oyun, yemek, tatil…) yaşatan Hıncal Uluç büyüttükçe büyüttü onu gözümüzde. Arkadaşlarıyla buluştuğu öğlen yemeklerinden meşhur “Salı Toplantıları” çıktı mesela. Ertekin kankasına danışmadan dekorda bazı değişiklikler yaptığı için o toplantılar verilen ültimatomun ardından “Özcan’ın yerine” taşındı daha sonra.

        Sıkı okurları Hıncal Uluç’un köşesinde sık sık bahsettiği bu karakterleri iyi tanır. Ertekin içlerinden en ünlüsü, en bilineniydi.

        Ama gerçekte kimdi bu beyaz saçlı, beyaz sakallı, dev şapkalarla dolaşan, sabahtan akşama kadar bir başına Ortaköy’deki cafe’sinde oturan, Rahmi Koç gibi giyinen ya da Rahmi Koç’un onun gibi giyinmeye özendiği bu kent anıtı?

        Ertekin Dinçay
        Ertekin Dinçay

        Ertekin her şeyden önce bir renkti. Tarih boyunca farklı olanın hemen sıradanlaştırılıp hizaya getirildiği Türkiye’de nev-i şahsına münhasır bir karakter olarak bir ömür geçirmek kolay değil. En büyük başarısı buydu.

        Ertekin’in uzun ömrünün formülünün tasasız yaşamak olduğunda herkes hemfikir. Bizim memlekette biraz renkli, biraz alışılmışın dışına çıkan, kendince kalıpları kırmaya çalışanlara en kibar ifadeyle “deli” ya da “marjinal” diye bakılır; Ertekin kim ne derse desin umurunda olmayan bir adam olduğu için 92 yıl renkli bir karakter olarak kalabildi.

        Ben ayrıca eski tip bir zampara profili çizmesinin de ömrünü uzattığını düşünüyorum. Kadınlar o kuşak için sadece bir aksesuar, cinsel bir obje değil, tapılacak birer figürdü. Çapkınlık da sadece sonu yatağa varsın diye yapılan bir eylemdense bu üstün varlığa bir ibadet biçimiydi onlar için. Kadınlara yaptıkları komplimanlar sarkmak gibi kaba bir tabirle adlandırılmamalı. Aksine o kuşağın belli bir stille yaptıkları, yolunu yordamını bildikleri, en iyi icra ettikleri sanattı bu. Ertekin’in de yanında bildim bileli hem birtakım kadınlar oldu. Bu “Parizyen” figürü en iyi bir Truffaut filmi özetler sanki: L’Homme qui aimait les femmes.” Kadınları seven adam. Cenazesine yetişebilsem gözüm kadınların üzerinde olurdu.

        KENT YAŞAMINI RENKLİ KILAN BİR FİGÜR

        Büyük şehirleri yaşanabilir kılan mimari eserleri, şehir mobilyaları kadar etrafında mitoloji örülen böyle karakterleridir aynı zamanda. New York’ta olsa hakkında kesin belgesel çekilmişti Ertekin’in. Kim bilir belki de bir markanın reklam yüzü bile olmuştu. (Hayır, Viagra değil.) Büyük şehirlerin farkı biraz da bu gibi karakterlere yuva olmasından, onları korumasından gelir.

        Bizde ise adını çok sınırlı bir çevrenin bildiği, “Hıncal’ın Yeri” olmasa hiçbirimizin farkında bile varamayacağı biri gidecekti bu dünyadan. Yine de bize birkaç köşe yazısı kaldı en azından.

        Kendimi aklamak için söylemiyorum, ama duvardaki asılı o yazıya vesile olan satırlarımın sebebi biraz ucundan köşesinden dalga geçerek de olsa bu efsaneden pay almaktı.

        Adı hep Paris’le anılan Ertekin’in ölüm haberinin Notre Dame’ın cayır cayır yandığı gün gelmesi tarihin tuhaf bir ironisi olarak kalacak hep. Notre Dame öyle ya da böyle ayakta kalacak, ama biz Ertekin’le birlikte gidenin yerine yenisini koyamayacağız. O renkli karakterler, o güzel kent kahramanları teker teker aramızdan ayrılıyor ne yazık ki ve farkında olmasak da hayatlarımızın da çeşitliliği, eğlencesi, dedikodusu azalıyor. Hayatın tek düze, sokakların solgun görünmesi boşuna değil.

        Bir gece vakti rastgele dükkanına uğrayıp duvarda o yazıyı gösterdiğinde Ertekin beni ertesi hafta salı grubunun bayramlaşmasına çağırmıştı. Şimdi dönüp baktığımda keşke gidebilseydim, diyorum. Bu dünyanın ötesinde daha iyi bir yer var mı bilmiyorum; varsa eğer, Ertekin orada oturduğu sokaktaki o kimselerin gelmediği küçük dükkanını bir duvarına belki bu sefer bu yazıyı asar.

        Diğer Yazılar