Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Gazetecinin bu işi yapabilmesi için en temel iki özelliğini olması gerekir: merak etmek ve sorgulamak. Geri kalan ne varsa katma değerdir, ama sürekli merak etmeden ve öğrendiğini durmaksızın sorgulamadan bu iş yapılamaz. Siyasetçinin de bakkalın da hatta bilim insanın da söylediğini sürekli sorgulamalıdır gazeteci. Siyaset ise, özellikle Türkiye’de yapıldığı şekliyle koşulsuz kabul ve teslimiyet gerektirir. Gazetecilikten farklı olarak siyasetçi liderin her dediğini kabul eder, ona biat eder ve varlığını sürdürmek için de kendi kişiliğinden, inançlarından, düşüncelerinden sık sık vazgeçmesi gerekir. Sadece bu açıdan bile gazetecilerin siyasete girmesi eşyanın tabiatına aykırı, ama önümüzdeki dönem de tıpkı şimdi olduğu gibi Meclis’te bol bol gazeteci olacak. Hatta bugüne kadar gazetecilik yaptığını görmediğim, adını duymadığım, adlarını arattığımda gazeteci olmadıklarını öğrendiğim isimlerin bile mesleklerinin yanında gazeteci yazıyor. Gazetecilikte topluma çok büyük katıları oldu da şimdi de hizmet etmek istiyorlar—yerseniz.

        ÖLÜ YAYIN YÖNETMENLERİ

        Halihazırdaki üç eski genel yayın yönetmeninin yanına iki tane daha eklenecek gibi görünüyor. Bir zamanların Milliyet gazetesi böylesi bir ölü yayın yönetmenleri derneğiydi. Patron canı sıkıldıkça yönetici değiştirir, hiç kimse işten atılamadığı için de birer köşe tahsis edilirdi. Patronun tavla arkadaşı da olan bu isimlerden kurtulmak mümkün olmadığı gibi her biri değişimin ve ilerlemenin önüne koridor diplomasisiyle set çekerlerdi.

        Meslekte yöneticilik anlamında hiçbir iddiası kalmamış—pek çoğu yazı yazmayı da bilmeyen—bu ölü gazeteciler eskiden en azından köşelerine—veya köşe yazarlığına—çekilirdi. Meclis hiçbir zaman bu işi artık yapamayan ya da yapmayı tercih etmeyen gazeteciler için böylesine garantili bir huzurevi olmamıştı. En yaşlı üye Hasan Cemal’den başlayarak Meclis lokantası önümüzdeki dönemde eski Milliyet binasında her yemeğe yeşil biber koymayı marifet sayan Konyalı’yı andıracak gibi görünüyor.

        Siyasete ilk kez gazeteci girmiyor kuşkusuz, ama bu işin sonu da gelmiyor. İktidar ya da muhalefet fark etmiyor, son yıllarda görev yapan gazeteci vekillerin hemen hepsi genel başkanlarını sorgulayıp meydan okumadıkları gibi bir kısmı onun etrafında koşulsuz bir “yes man” olarak görev yaptı. Bir kısmının medyada yükselme nedeni de buydu zaten: patrondan genel başkana koşulsuz evet efendim’cilik.

        Gazeteciliğin doğasıyla çelişen koşulsuz desteğin karşılığını kendilerine küçük iktidar alanları açarak aldılar. Bir partinin muhabirlikten gelme basın danışmanı bile hiçbir mesleki tecrübesi olmayan kız arkadaşını küçük bir muhalif kanalın Ankara temsilcisi olarak atıyor. Bu en altta yaşanan bir nüfuz kullanımı; daha tepeleri buradan yola çıkarak, hesaplayabiliriz.

        Şu ana kadar hiçbir gazeteci neden siyasete girmek istediğini ya da yeni mecliste nasıl bir rol üstleneceklerini ikna edici bir şekilde açıklayamadı. Bazılarının medyaya katkıları neydi ki siyasete olsun, o ayrı bir konu. (Sözüm Hulki Cevizoğlu’na.) Diğerleri de “elini taşının altına koymak gibi” klişelerin dışına çıkamıyor. Meclis’e girerse kendi kimliğinden dolayı tarihe geçebilir İrfan Değirmenci; o bile LGBT+ hakları için mücadele edeceğini söylemekten korkuyor.

        Belli ki derdi bu değil. Milletvekilliğinin iyi kazandırdığını da unutmayalım. En azından maaşı CNN Türk’te yorumculuktan ya da Halk TV’de ana haber sunmaktan daha iyi. İşler belli ki iyi gitmiyor, Mini Yavuz Donat bile kaçtı. Gazetecilikte kalsalar yarın öbür gün ne olacağı belli değil sonuçta. Meclis’e kapağı atınca ballı bir maaş, uçaklarda business class’e upgrade, şoför-danışman-sekreter ve de kıyak emeklilik garanti.

        ÇETİN ALTAN ETKİSİ

        Kimi gazetecilerin bilinçaltında Çetin Altan gibi milletvekili olarak da tarihe geçmek yatıyor olmalı. Oysa hiçbiri Çetin Altan kadar yazar olmadıkları gibi, onun İşçi Partisi’nden milletvekili olmasının nedeninin siyasete atılmak değil kendisine açılan davalardan kurtulmak olduğunu bilmiyor olmalılar.

        Milletvekili dokunulmazlığı tehdit altındaki gazeteciler için bugün hala önemli bir kurtuluş yolu olabilir, ama keşke mevcut gazeteci vekiller bütün gazeteciler için yasal güvencelerin önünü açmak için çalışsalardı. Şimdi en azından “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Birdirgesi”ni kaleme alan, yöneticilik yaptığı sırada her çalışanın sigortalı olması için uğraşan, RTÜK kanununa karşı çıkan Umur Talu’yla böyle bir fırsat var.

        Kendi tecrübelerinden dolayı gazetecilerin mağduriyeti, ifade ve basın özgürlüğü, gazetecilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi konularda en fazla çalışması gereken Ahmet Şık ise bugüne kadar uslu durdu. HDP’den Meclis’e girip sonra TİP’e geçti ve kıyak emeklilik hakkını kazanana kadar hemen hiç kafasını suyun dışına çıkarmadı. Ne merak etti, ne sorguladı. O arada da enerjisini millete hizmet etmeye değil, Asmalımescit’te meyhane açmaya ayırdı. Bir milletvekilinin üstelik görev sırasında meyhane açması Ahmet Şık ne de olsa muhalif mahallenin çocuğu olduğu için tartışılmadı bile. Ama en azından bir milletvekilinin önceliği konusunda yeteri kadar fikir veriyor.

        Tartışmalı adaylar kendilerini anlatamıyor

        Tartışmalı adaylar kendilerini anlatamıyor
        0:00 / 0:00

        Sadullah Ergin’in milletvekili adaylığına kuşkuyla yaklaştığım için Mehmet Akif Ersoy’un önceki akşam Habertürk’te onunla yaptığı söyleşiyi dikkatle izledim. Ergin’in FETÖ’cü olmadığına dair açıklamalarını inandırıcı bulmakla birlikte, genel olarak onu ikna edici bulmadım.

        Milli Görüş’çü bir çizgiden gelen Ergin o dönemin koşullarında bir Eichmann olarak liderin emriyle oynamak zorunda olduğu rolü oynamış. FETÖ’cülerin kendisini nasıl hedef aldığını hatırlatması, kimi soruşturmalarda Zekeriya Öz’ü engellediğini anlatması iyi oldu. Ancak neden o zaman yeteri kadar isyan etmediğini, mağdurları dinlemediğini veya tüm rahatsızlıklarına rağmen AK Parti’den ayrılmak için epey beklediğinin açıklaması yok. Bir Abdüllatif Şener gibi erken uyanıp başka bir yola giden biri değil.

        Siyasette algı gerçekliğe dönüşür, Ergin biraz da bundan mustarip. “Olguyla algı farklıdır,” diyor ama algının önüne geçemiyor. O kadar ki seçmene “Önümde oyna, bir takla at da sevindiğini göreyim,” diyen İdris Naim Şahin’in İYİ Parti’den aday gösterilmesi bile gölgede kaldı.

        Ergin’in en önemli açıklaması kendisinin Çankaya’dan aday olmak gibi bir arzusunun olmadığıydı. Asıl mesele de bu zaten. Ergin başka bir yerden aday gösterilse hiç bu tartışmalar çıkmayacaktı. CHP seçilebilecek yerlerden DEVA’a kontenjan veriyor, bunlardan biri de Çankaya. Ali Babacan da buraya Sadullah Ergin’in adını yazıyor. Amatörlük mü inat mı? Ya da bir hesap hatası. İnatlaşmak yerine çok daha yumuşak bir çözüm bulunabilirdi.

        *

        Hasan Cemal’le söyleşi yapmak istiyorum ama yanıt alamadım. Kendisi gibi Yeşil Sol Parti’den aday olan ve pek çok tartışmanın odağındaki Cengiz Çandar gibi ona da geçmişinden dolayı eleştiriler var. Cemal’in bir yerde “Eleştirilerin bir kısmı haklı, bir kısmı çok haksız ama geleceğe bakmak istiyorum,” dediğini duydum. Bu kadarına bile razıyım, ama ikisi de geçmişle hesaplaşmama konusunda çok inatçı. Bir türlü yanıldıklarını kabul etmiyorlar.

        Cumhurbaşkanı Erdoğan bile yanıldığını, aldatıldığını söyledi halbuki. Dahası Hasan Cemal kendi geçmişiyle yüzleşme konusunda Türkiye’de pek çok insana örnek olan birisi. Ama konu FETÖ kumpaslarına gelince bir türlü hata yaptıklarını kabul etmiyorlar. Yine de Cemal Paşa’nın torununun frak giyerek Meclis’i açmasını sadece kozmetik nedenlerle heyecanla bekliyorum.

        Meclis’teki bıyıklı enflasyonuna bir de pala bıyıklı katılması konusunda aynı hislerde değilim ama. Cengiz Çandar hala çok küstah ve kibirli. O da kendisine yakın yayın organlarına söyleşiler veriyor ama yanıldığını kabul etmiyor. “Yetmez ama evet” dediği için de hala memnun. “Bizim ‘yetmez ama evet’ dediğimiz metinde HSYK düzenlemesi yoktu,” gibi çocukça bir açıklama yapıyor. Oysa 12 Eylül 2010 referandumunda hayır kampanyasının odağı başından sonuna yargının ele geçirilme tehlikesiydi. Hayır cephesi bu konuda bas bas bağırdı.

        Bir Cengiz Çandar mı duymadı? Duymak istemedi. Ama ego’su yanıldığını, hata yaptığını, kamuoyunu yanlış yönlendirdiğini söylemesine engel.

        Hasan Cemal de Cengiz Çandar da bu kadar kibirli olmasalar adaylıkları krize dönüşmezdi. HDP’nin 2015’teki rüzgarı kaybetmesi, oylarının düşmesi tartışılırken bu küstahlığın etkisi de görmezden gelinmesin.

        Diğer Yazılar