15 liralık bir makbuzun hikayesi ve İsmet İnönü'den bir devlet adamlığı dersi
Geçen haftalarda gündemin en önemli olaylarından birisi Osmanlı ailesi mensubu bir bayanın, ikinci Cumhurbaşkanı ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarından İsmet İnönü ile ilgili bir iddiasıydı.
İddiaya göre Osmanlı ailesinin Fransa’da bulunduğu yıllar, İsmet İnönü Paris’te aile mensupları ile görüşmüş. İnönü, ailenin yurda dönme isteği karşısında bunun bir bedeli var demiş, onlardan mücevherlerini istemiş. Onlar da çıkarıp vermişler, sonra alıp gitmiş ve bir daha aramamış.
İddia önemli. Konu ciddi ama hikaye havada.
İnönü o zaman devletin başında, böyle bir görüşmeye gerçekten gitmiş mi, gitmişse nasıl gitmiş, kimseye haber vermeden otelinden çıkıp tek başına mı gitmiş, yoksa mahiyetindeki vazifeli görevliler refakat etmiş mi, etmişlerse görüşmenin ve konuşmaların kayıtları var mı, bu mücevherlerin kaynağı neresi, miktarı ne kadar, mücevherler alındığına dair kanıtını gösterecek bir belge, tutanak var mı?
Bu soruların cevabı yok.
İNÖNÜ'NÜN BİLİNMEYEN BİR YÖNÜ
Geçenlerde bir gazeteci dostumla sohbetimizde bu konu da geçti. Bana ailenin içinden, gazeteci rahmetli Metin Toker’in bir sözünü aktardı. Toker demiş ki; “Paşa iftiradan o kadar çok korkardı ki, her şeyin belgesini alır, kaydeder ve arşivlerdi”
Bu konuşma beni gerilere Erdal İnönü’nün yaklaşık on yıl sağlık danışmanlığını yaptığım, çok güzel bir dostluğumuzun olduğu yıllara götürdü. O yıllarda Erdal Bey ile zaman zaman uzun sohbetlerimiz olurdu. Sohbet sağlığa dönüşünce konu hep babasına gelir hep onun sağlık konularında ne kadar titiz ve disiplinli olduğunu anlatırdı.
Bu konuşmalar beni İsmet İnönü’nün bilinmeyen başka bir yönünü araştırmaya yönlendirdi. Birçok kitaptan, dokümanlardan, İnönü’nün anılarından sağlığı ile ilgili belgeleri araştırdım, okudukça, gerçekten ilginç verilere ulaştım.
Ortaya bilinmeyen, perde arkasında kalmış birçok konu çıktı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, sağlık sistemi olanaklarının çok yetersiz olduğu koşullarda genç yaşta geçirilmiş kalp krizi, arkasından gelen diyabet hastalığı ile 50 yıl büyük bir kararlılıkla mücadele eden, disiplinden asla taviz vermeyen ama aynı zamanda devlet yönetimini de aksatmayan ve 90’lı yaşlara kadar yaşamını hastalıklardan etkilenmeden sürdüren bir hayat hikayesi ortaya çıktı.
Bu araştırmaları yaparken bir gün İnönü ailesinden bir konuşma daveti aldım. İsmet İnönü’nün bir ölüm yıldönümünde Pembe Köşk'te İnönü’nün yaşamındaki sağlık sorunlarını, hastalıklarını, özellikle diyabet yönetiminde kendi bulduğu yöntemleri -ki bunların bir bölümü ancak günümüzde yeni yeni konuşulmaya başlandı- bir doktor gözüyle yorumlayarak anlattım. Bunları yakında bir kitap olarak hazırlıyorum.
Konferanstan bir süre sonra Özden Toker hanım beni aradı. “Sizin çalışmalarınıza yardımcı olur diye bir dosya gönderiyorum” dedi.
Dosya İsmet İnönü’nün uzun yıllar özel doktorluğunu yapmış Prof. Dr. Orhan Seyfi Şardaş’ın, İnönü’nün sağlık bilgilerini arşivlediği dosya. Şardaş Hoca'nın vefatından sonra eşi çok zarif bir davranışla özel bilgiler içeren dosyayı İnönü ailesine teslim ediyor.
Bu dosyada bir dönemle ilgili önemli belgeler var. Tam bugünlerde birileri ortaya çıkıp da “bizden mücevherleri istedi” iddialarını ortaya atınca bu dosyadan değeri küçük ama anlamı büyük birkaç belge alıntısı yaptım.
BİR BAŞBAKANIN DEVLET CİDDİYETİ
Tarih 1963. İsmet İnönü başbakan.
Bir taraftan devletin işleri ile uğraşırken bir yandan diyabet hastalığı ile mücadele ediyor.
Doktoru Ankara Tıp Fakültesi hocası Prof. Dr. Zafer Paykoç ve asistanı Orhan Seyfi Şardaş.
O zamanlar hızlı kan şeker ölçüm aleti yok. Tahliller hastanede yapılıyor.
Genel olarak 40 yılı aşkın meslek hayatımda hep şahidi olduğum, devletin üst düzey yöneticileri bir sağlık sorunu olduğunda, röntgen, biyopsi, ameliyat gibi zorunlu gidilmesi gereken işlemler dışında hastaneye gitmez; tahlillerin alınması, muayenenin yapılması, doktor görüşmeleri her zaman makamda yapılır. Adettendir, bu işlemler için bir devlet büyüğünden para alınmaz.
İnönü'de Türkiye Cumhuriyeti başbakanıyım, çok yoğunum, tahlillerimi gelsin burada yapsınlar, alsınlar diye bir tavır yok. Buna izin vermiyor. Tahliller için kendisi düzenli olarak Ankara Tıp Fakültesi II. Dahiliye Kliniğine gidip kan şekerlerini ölçtürüyor, tahlillerini yaptırıyor.
13 Nisan 1963 öyle bir gün. Yine sabah makama gitmeden önce hastaneye gidiyor muayenesini oluyor, tetkik istekleri yazılıyor. Kan şekeri ölçümü için kan veriyor. Yaptırdığı tahlilin parasını ödüyor, ödediği paranın makbuzunu alıyor ve hastaneden ayrılıyor.
Dosyadaki makbuzda “Ankara Tıp Fakültesi Döner Sermaye Muhasipliği cilt No: 65, Varak No:32 açlık kan şekeri karşılığı 15 lira döner sermaye veznesine yatırılmak üzere tahsil edildi” diye yazıyor, altında damga pulu, damga ve mutemet imzası var.
Hastaneden alınıp arşivlenmiş böyle onlarca makbuz var belgelerin içinde.
Başka bir zaman da bu defa, özel bir laboratuvarda tahlil yaptırıyor, laboratuvarın adı Merkez Tıbbi Tahliller Laboratuvarı. Ankara’da. Kan veriyor, parasını ödüyor, makbuzunu alıyor. Arşivdeki makbuzda “Sn. B. İsmet İnönü’den yapılan laboratuvar ücreti olarak 20 lira alınmıştır” yazıyor.
6 Ağustos 1963 günü Türkiye Kızılay Derneği Ankara Kan Merkezinde tahlil yaptırıyor, tahsilat makbuzunu alıyor. Makbuzda tarih, sayı ve “Sn. İ. İnönü'den 10 lira tahsil edilmiştir” yazısı.
Daha önemlisi, İsmet İnönü’nün insan yanı. Yazının başında Prof. Dr. Zafer Paykoç ve asistanı Dr. Orhan Seyfi Şardaş’ın özel doktorları olduğunu yazmıştım.
Bu cümleden özel doktorluk kavramı ile ilgili “makama özel doktorluk kavramı” çıkmasın. Bu hocaların kendi görevleri dışında Başbakanlıkta özel bir görevi ya da ayrı bir tahsisat, Başbakanlıktan ödenen ayrı bir maaşı yok.
Özel doktorunun vizite ücretini İnönü kendi cebinden ödüyor ve resmi olarak İş Bankası'na yatırıp banka kanalıyla havale ediyor.
İNÖNÜ’NÜN ÜÇ ÖNEMLİ MESAJI
Bunlar bir başbakanın devlet adamlığı dersi.
İstese doktorları Başbakanlıkta görevlendirir, tahliller için özel kalemi ile hastaneyi aratır, laboratuvarı Başbakanlığa getirebilirdi. Muhtemeldir ki hiç bir doktor “gelmem” demezdi ve yine muhtemeldir ki, 15 liralık bir kan şekeri tahlil ücretini kimse sormazdı.
Ama o bunları yapmıyor, sıradan bir vatandaşmış gibi bizzat kendisi hastaneye gidiyor; doktorun, laboratuvarın, tahlilin ödemesini yapıyor ve makbuzunu alıyor.
Bu davranışın verdiği üç mesaj çok önemli.
-En önemli mesaj; İnönü bu davranışı ile ülkenin diğer vatandaşlarına, kimsenin ayrıcalıklı olmadığını, herkesin eşit olduğunu, devletin kurumlarının ciddiyetini ve önemini anlatıyor.
-İkinci mesaj, devletin diğer bürokratlarına. Başbakanın bir sağlık sorununda hastaneye bizzat kendisinin gidip, tahlillerinin parasını kendisinin ödediği bir ülkede bürokratlar ayrıcalıklı davranamaz, halkla arasına bir mesafe koyamaz.
-Diğer en önemli mesaj da 55 yıl sonrasına.
Devletin her kuruşunu koruyan, kişisel harcamalarını kendi cebinden yapan, yaptığı her şeyin belgesin alıp, arşivleyen bir devlet adamına; yıllar sonra girişi paralı bir toplantıda ilgi çekmek için bir bayanın 55 yıl sonra yaptığı itham, kimseye inandırıcı gelmez. Bu ülkenin insanlarının tepkisini çeker.
Bu iddiaya karşı söylenecek tek söz, İnönü’nün meşhur sözüdür: ”Hadi canım sen de!”