Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        HAFTADA iki kez yazdığım magazin yazıları dışındaki yazılarımı da okuyorsanız, benim bir süredir günümüz dünyasında film sanatında yaratıcılığın ölmekte olduğunu yazıp durduğumun farkındasınızdır. Bir süredir Hollywood’- dan bir tek orijinal yeni fikir bile çıkmıyor. Ortalığın fikirler açısından nasıl da çöle dönüştüğünü görmek için ortamı karşılaştırmak açısından 1970’li yıllara bir bakmanız yetecektir. Bence 1970’li yıllar, sinema tarihi açısından altın çağdı. O yıl gösterime giren filmlerin bir kısmını hatırlattığımda bana hak vereceğinizi biliyorum. Onlara bakınca bugünkü sadece eski filmlerin ikinci, üçüncü devam filmleriyle dolu olan piyasanın nasıl da zavallı kaldığını anlayacaksınız.

        1970 koşulları

        1970’lerde Amerika bugünkü gibi sıkıntılıydı. Yine ekonomik kriz vardı, petrol fiyatları rekor düzeye fırlamıştı. Amerikan insanının hayat tarzı olan arabalar, benzincilerin önünde sıra bekliyordu. Benzin bulunmuyor fikrine bizler gibi alışık olmayan Amerikan insanının bilincine bir darbeydi bu. Durum öyle kötüydü ki New York şehri bir ara iflasın eşiğine bile yaklaştı ve son anda büyük çabayla kurtarıldı. Bunun yanında bütün şehirlerde müthiş bir suç salgını vardı, sosyal ve kültürel bir kriz yaşanıyordu. İnsanlar geleceklerinden ürküyorlardı. Yani aynen bugünkü koşullar vardı; bugün sadece suç oranları daha düşük, diğerleri hemen hemen aynı. Dolayısıyla o günlerde yaratıcı fikirlerde patlamalar olmasını ve birçok parlak filmin piyasaya birbiri ardına sürülmesini ekonomik temele inerek açıklamak pek doğru olmayacak.

        Neler seyredildi?

        BABA filmlerinin birincisi ve ikincisi, dönemi kendi başına tanımlamaya yeter de artardı bile. Bunun yanında Robert de Niro, “Little Italy” sokaklarından birlikte yetiştiği Martin Scorsese ile muhteşem işbirliğine girişti ve “Taxi Driver” ile başlayan Martin Scorsese harikaları peş peşe geldi. Bu arada Jack Nicholson’un oyunculuğun anlamını yeniden yazdığı filmi “One Flew Over the Cuckoo’s Nest” sinemalarda fırtına gibi esti. Bu filmin 1968 ruhunu en iyi sahiplenen film olduğunu söylemek mümkün; yani 1970’lerdeki patlamadaki 1960’lardaki kültürel ve sosyal gelişmelerin etkisini bu filme bakarak rahatlıkla görebiliriz. Birbirlerine çok yakın tarihlerde piyasaya çıkmıştı bütün bu filmler. Bu arada Polanski, “Chinatown’’ı bu dönemde çekti ve piyasaya sürdü. “Clockwork Orange” ile 1968 ruhu sosyal eleştiri gücünü yine ortaya koydu. Sonra birden “Rocky” çıkıverdi piyasaya. Gördüğünüz bu bitip tükenmeyen yaratıcılık dalgasıyla film tarihi geri dönülemez biçimde değişti. Yeni sinema lisanları ortaya çıktı. Kubrick ve Coppola sırasıyla “2001: A Space Odyssey” ve “Conversation” filmleriyle yeni anlatım stilleri ve çekim metotları denediler.

        Durum böyle gitmez

        TABİİ Kİ durumun böyle sürmesi imkânsız. Çünkü bir süre sonra kapitalizmin acımasızlığı devreye girecek ve sinema endüstrisini fikir tekrarlamalarından ibaret olan filmler veya 3-D ile durumu kurtarmaya yetmeyecek. Ve piyasa bir süre sonra yeni ve yaratıcı fikre büyük prim vermeye hazır olduğu sinyalini verecek. Büyük ihtimalle yine 1960’ların ruhunu hâlâ taşıyan ihtiyarlardan biri, örneğin Scorsese gibi bir isim, büyük bir film yapacak ve tarih tekrar yazılmaya başlayacak. Çünkü yenilerde fazla iş yok.

        Bütün etkiler bir araya geldi ve tarih yazıldı

        1970’leri yapan 1960’ların etkisiydi. 1960’larda duyarlılıklarını kazanmış cesur ve sosyal bilinci bulunan yaratıcı insanlar, teorik arayışlardan ve tartışmadan korkmayan ortamı da bulunca tüm yaratıcılıklarını serbest bıraktılar.

        Bugünlerin şanssızlığı ise bir önceki dönemde 1960’lardaki döneme benzeyen hiçbir duyarlılığın bulunmamasıydı. 1990’lı yıllarda var olmaya çalışan sosyal bilinçler bile yok edildi. İnsanlar, yaratıcılığı hiç olmayan bir egoizme ve hedonizme itildiler ve yaratıcı olmak, saldırgan sosyal davranışlarla eşit tutuldu. Teorik tartışmayı bırakın, insanlar düşünmekten ve okumaktan bile kaçar hale geldiler. Bu yüzden de bu dönemde film olarak sadece çocukların zekâ düzeyine hitap eden, sadece eski filmlerin yenileri olarak çekilen ve hepsinin adının başında ya iki ya da üç rakamı bulunan filmler ortaya çıktı. Tabii ki bu filmlerin adlarındaki sayı, “Baba” filminin başındaki iki sayısından hayli farklıydı. Baba filminin devamı olarak çekilen filmler, kendi başına bir sanat şaheseriydi. Şimdikiler ise sadece yeni fikir eksikliği nedeniyle zorunlu olarak çekilen filmleri işaret ediyor bize.

        Dönemin teorik tartışmaları

        1960’lar ruhunun döneme vurduğu damga, teorik tartışma alışkanlıklarında da gösteriyordu kendisini. “Cineaste” adlı sinema dergisinde ortaya atılan “auteur teorisi” yani direktörü bir büyük roman yazarı olarak kabul etmek gerektiğini söyleyen teori New York’ta kabul gördü. Ünlü Village Voice eleştirmeni Andrew Sarris, ilk önce Avrupa’da ortaya atılan “auteur teorisi”ni Amerika’ya taşıdı ve bunun en güçlü savunucusu oldu. Bu arada New Yorker Dergisi’nde Pauline Kael muhteşem film eleştirilerini yazmaya başladı ve eleştirinin anlamını, metotlarını yeniden tanımladı. Birçok kaliteli film gösterimine adanmış sinema salonu açıldı ve buralar ayrıca teorik tartışmaların yapıldığı alanlar da oldu.

        1970’lerin farkı ne?

        BU farkı 1960’lar diyerek açıklamak mümkün. 1960’larda “Beat Generation”, 1968 ruhu, alternatif yaşam tercihi arayışında patlama birçok yaratıcı insanı oluşturdu ve onların bir bölümü 1970’ler geldiğinde alanlarında yeni ve orijinal fikirler üretmeye hazırdılar. Film dalında Martin Scorsese, Robert de Niro, Francis Ford Coppola, Jack Nicholson, cesur ve yeni işler için bir anda, paralı biçimde, bazen dayanışarak da iş yapmaya giriştiler. Hepsinin sosyal bilinci vardı (1968’lerin ruhunun döneme bir hediyesiydi bu) ve başarısız olmaktan korkmuyorlardı. Birbirleriyle işbirliği de yaptılar ve o dönemde birbiri ardına muhteşem filmler sinemalarda görüldü.

        Diğer Yazılar