Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "Ümran Avcı ile Edebiyat Söyleşileri"nin bu haftaki konuğu 2014 Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü kazanan "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde" romanının yazarı Murat Gülsoy.

        Ailesinden gelen genetik hastalığın tehdidi altında yaşayan ve bu yüzden günün birinde delirmekten korkan bir genç adam; Beşir Fuat… Kurtuluş için çareyi bileklerini keserek intihar etmekte buluyor. Ama büyük bir bilim âşığı olduğu için nasıl keseceğini bir yıl öncesinden uzun uzun planlıyor. Bir yıl boyunca herhangi bir hataya mahal vermemek için ince ince hesaplar yapıyor, keseceği yeri uyuşturmak için kullanacağı kokainin miktarını tam hesaplayabilmek için deneyler yapıyor. Sonra… belirlediği gün geliyor ve Beşir Fuat bileklerini kesiyor. Bir yandan da hissettiği her şeyi yazıyor, kaydediyor.

        Beşir Fuat'ın bu ilginç ve hazin hikayesi Murat Gülsoy'un son romanı "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde" hayat buldu. Murat Gülsöy, "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde" adlı romanıyla Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nün de yeni sahibi oldu. Gülsoy ile Gölgeler ve Hayaller Şehrini, romanın baş kahramanı Beşir Fuatı ve edebiyatı konuştuk.

        Beklenmedik şekilde bir tarihi romanla geldiniz?

        Murat Gülsoy: Üç beş sene önce "tarihi roman yazacaksın" deselerdi "hadi canım, ne işim var tarihi romanla" derdim. Çok zor çünkü. Hele benim gibi takıntılı biri için. Alt tarafı karakter tramvaydan inecek. O tramvay hangi durakta duruyor bilgisi için araştırmadan yazamıyorum. Bir kurmaca var ama yine de gerçek gerçek olarak kalsın diye uğraşıyorsunuz. Aslında Beşir Fuat üzerine bir şey yazmak istiyordum. O yüzden de bir tarihi romana doğru yönelmiş vaziyette buldum kendimi. Tarihi roman benim kolayca giriştiğim bir alan değil, dil problemi var bir kere. İnandırıcılık meselesi benim için önemli. Her ne kadar realist bir edebiyatçı gibi görünmesem de gerçeklik kaygısı güdüyorum. 19. yüzyıl görece yakın bir zaman dilimi ama dilimiz o günden bu yana o kadar çok değişti ki. 19. yüzyılda insanlar nasıl konuşurlardı, öğrendiniz ve onların diline yakın bir dille yazdınız, bu sefer de yazdıklarınızı okurun anlamaması tehlikesi karşınıza çıkıyor. Bir tür çeviri mektup-roman gibi kurgulamamın nedeni oydu.

        Beşir Fuat'ın hayatı gerçekten çok ilginç...

        Beşir Fuat çok gençken, 36 yaşındayken intihar ediyor. Ama o yaşa gelene kadar iki evlilik geçiriyor. Çocukları var. Hem Türk eşinden iki oğlu hem de Fransız metresinden bir kızı... Asker kökenli. Cizvitlerin elinde eğitim görmüş. Çok iyi bir Fransızcası var. Bütün bunları hmet Mithatın yazdığı Beşir Fuat kitabından biliyoruz. Ahmet Mithat, Beşir Fuatı çok seviyor. Aralarında müthiş saygılı bir ilişki var. Fakat birbirinin tam tersi karakterler. Ahmet Mithat son derece muhafazakar. Batıdan aldıklarını basitleştirerek Türkiyedeki okura pedagojik bir şekilde vermeye çalışan bir yazar. Beşir Fuatın ise Batı'yla o tür bir ilişkisi yok. Victor Hugo öldükten 1,5 yıl sonra onun eleştirel bir biyografisini yayımlıyor. O kadar standardı yüksek bir adam. Döneminin edebiyatçılarını da şaşkına çeviren bir tarzı var. Felsefi olarak çok kuvvetli. Şairlerle giriştiği

        tartışmalar hatırlanıyor. Gerçekçilik mi, hayalcilik mi? Şiire karşı bilimden yana bir tavır içinde. Bilime ve pozitivizme çok önem veriyor. İnsan nedir diye büyük bir kitap yazmaya başlıyor. Tabii bunlara ulaşamadık. Hiçbiri yok ortada. Göz üzerine bir makalesi var. Arkadaşlarıyla dönemin bilimsel verilerinden faydalanarak birçok şeyi tartışıyor mektuplarında. O genç yaşında bu kadar büyük bir kültürü nasıl edinmiş? Bir yandan

        da cephelerde savaşarak hem de.

        Ama onun bir başka dramı daha var...

        Evet, asıl dramı annesinin hastalığı. Kaynaklarda gördüğümüz kadarıyla, annesi "hezeyanlı bunalım" denen bir akıl hastalığına tutuluyor ve mecburen Lapeye yatırıyor. Bu onda büyük bir yıkım yaratıyor, annesini akıl hastanesine koymuş olduğu için kötü evlatmış gibi hissediyor kendini. Fakat mantığını dinleyerek, "Bunu yapmak zorundaydım çünkü kendine veya bir başkasına zarar verebilirdi ve ben, bu sefer de bundan mesul olurdum. Yani bıraksaydım neler demezlerdi arkamdan! Miras için bile bile ölüme gönderdi derlerdi" endişeleriyle annesini hastaneye yatırıyor. Bilime güveniyor ama bilim, "Bu ırsi bir hastalık, sizde de çıkma olasılığı var" diyor. Yani çok garip ama bugün de yaşanabilecek bir kaderi var.

        Bilime o kadar inanıyor ki son anlarını bile kaydediyor.

        O müthiş bir deneysel bir şey. Bileklerini kesiyor ama kesmeden önce nasıl keseceğini planlıyor. Hatta bir yıl öncesinden tarih de veriyor. Çok soğukkanlı o konuda. Son derece pozitivist. Ama bunu böyle okuduğun zaman ‘Acaba bu bir tür delilik mi? diye insan kuşkuya da kapılıyor. Acaba delilik zaten başladı ve devam ediyor mu? Bu soru zaten beni cezbeden. Orada ince ince hesaplar yapıyor hatta bir kedi üzerinde deniyor. Kokaini belirli bir sinire zerk edecek ki orayı uyuştursun. Yoksa kesemez. O yüzden önce kediye uyuşturucuyu zerk ediyor. Sonra yakıyor bakıyor ki kedinin canı yanmıyor. "Tamam" diyor. "Bu dozda yapabilirim." Bayağı bir ön çalışması yapıyor, ameliyat gibi neredeyse. Bileğini kesiyor ve bir yandan da kaydediyor bunu. Sonra doktor geliyor gerçi ama artık çok geç.

        Kayıt anındaki hangi cümlesi sizi en çok etkiledi?

        "Ameliyatımı icra ettim ve yavaş yavaş geliyor..." Yavaş yavaş zihnin gidiyor olması çok hüzünlü tabii. Bence intihar akıllıca bir seçim değil. Bir buhran sonucunda yapılan bir şey. Beşir Fuat da olsa, bir başkası da olsa... Kişisel olarak öyle düşünüyorum ama bunu bu şekilde yansıtmadım. Romanda olabildiğince objektif

        olma ve onunla empati kurmaya, kendimi onun yerine koyarak yazmaya gayret ettim.

        O kadar araştırmanızdan sonra Beşir Fuat hakkında ne uyandı içinizde? Kalıtsal bir hastalık mıydı yoksa korkunun getirdiği bir son muydu?

        Yazdıklarına bakınca hiç de deli gibi değil. Kendini kaybetmiş gibi değil. Bir delirium, bir sabuklama yok. Son derece mantıklı. Ara ara sinirlerinin bozulduğunu, duygusal baskı altında olduğunu söylüyor. Miras işleriyle uğraşıyor çünkü. Bir yandan metresi onun için hakikaten bir probleme dönüşmüş, bir yandan da iyi bir aile babası belli ki. Merhametli bir adam. Bütün bunların girdabında bir anda bu noktaya gidiyor. Bu bir akıl hastalığının neticesi diyemem. Haksızlık olur.

        "ESKİ YAZI BİLMEDİĞİMİZ İÇİN KENDİ ÜLKEMİZDE TURİST GİBİ YAŞIYORUZ"

        Roman kahramanının "Ah eski yazı bilseydim" serzenişi var. Bu bizim gerçekten büyük eksiğimiz, ne dersiniz?

        Kesinlikle. Hiç tartışmasız. Öyle bir coğrafyada öyle bir tarihe sahibiz ki ama hiçbir şey okuyamıyoruz. İtalyada bir toplantıya gitmiştim. Duvarda 400-500 yıllık yazılar vardı ve benim yaşıtım olan üniversite öğrencileri tıkır tıkır okuyorlardı. Oradaki zihinsel süreklilik, tarihle, mekanla kurdukları ilişki çok farklı oluyor. Biz kendi ülkemizde turist gibi yaşıyoruz. Bunun arkasında tabii ki başka siyasal, sosyal meseleler var. Onlar yokmuş gibi konuşmak da doğru değil belki. Ama bunlar geri döndürülemez şeyler değil. Soğukkanlılıkla ve daha aklıselimle bakarak bunları bir biçimde çözümlememiz lazım. Çünkü orada müthiş bir tarih yatıyor ve biz onu bilmediğimiz için bugünü anlayamıyoruz. Tam bir kimlik bunalımı. Dil de değişti. Farklı bir dilimiz var artık, bambaşka bir Türkçe konuşuyoruz. Osmanlıca yazıyı öğrenme meselesi değil sadece; başka bir sözlük var orada, unuttuğumuz on binlerce kelime var. Durum epey ümitsiz açıkçası. Dünya tam tersi bir yere doğru gidiyor çünkü. Gelecekte bir tek İngilizce konuşulacak, bu belli. Gelecekte bizim konuştuğumuz diller yerel diller haline gelecek ve sonra da yok olacak muhtemelen. Bu çok üzücü. Aradaki bütün kültürel renkler de yok olup gidecek.

        Romanda öne çıkan unsurlardan biri de gezginlerin kitapları...

        Çok güzel kaynaklar. Onlar da olmasa zaten 18nci, 19'uncu yüzyılların gündelik hayatını çok fazla bilemeyeceğiz. Çünkü edebiyat biraz geç gelişti bizde. Gündelik hayatın güncesini tutan şey de romandı. 18'inci yüzyılda Avrupada insanlar nasıl yaşıyordu sorusunun cevabını biz Batı romanından takip ettik aslında. Gündelik hayat tarihi, sosyal tarih diye bir şey yoktu o dönem. Daha doğrusu tarih dediğimiz şey, siyasal olaylardan ibaret. Bilginin gelecek kuşaklara aktarılması hep romanlar üzerinden oldu. Roman bizde geç başladığı için gündelik hayatı bugün ancak buraya gelmiş seyyahların mektuplarından, günlüklerinden ya da bilinçli olarak yazdıkları kitaplarından öğrenebiliyoruz.

        Mektuplardan da konuşalım istiyorum, çünkü zaten romanınız çeviri mektuplar üzerinden kurgulanmış. Bir yerde de "Mektup, sözünün bitmesini bekleyen iyi bir dinleyicidir" deniyor...

        Mektup türünü her zaman severim. Çünkü karakter kendini yazıyla ifade ediyor ve ne yazdığının farkında. Böylelikle ortada bir diyalog oluşuyor. Ama aynı zamanda diyalog içermeyen bir metin. Romanların, öykülerin, edebi yapıtların yazarla okur arasındaki iletişimi sağladığını düşünürsek, bütün edebiyat mektup gibi geliyor bana bazen. Gelecekteki bir okura yazılıyor sonuçta. Alıcısına ulaşıyor, ulaşmıyor, farklı algılanıyor, o ayrı. Mektup türünün çok olanaklı bir tür olduğunu düşünüyorum. Mektubun tedavi edici yanı da var ayrıca. Çünkü içinde ne varsa yazıya döküyor karakter.

        Bunu açar mısınız?

        Çok farklı düşünme biçimleri var. Bazen sadece zihnimizde, hiçbir şey yapmadan düşünüyoruz. Bazen de konuşarak düşünüyoruz. Birisiyle dertleşirken de, bir konuyu tartışırken de aslında düşünce üretiyoruz. Yazı bunun bence en üst düzey düşünce ortamlarından biri. Yazdığınız zaman zihninizdeki şey düşüncedeki uçuculuğundan çıkıyor ve gerçek dünyanın içine katılıyor ve adeta bir kanıt gibi orada, öylece gözünüzün

        önünde duruyor. Bir çaba var orada. Cümle kurmak çaba istiyor, yazmak çaba istiyor. Dolayısıyla yazan insan kendine, harcadığı çabaya değer veren insandır. O yüzden yazıyı çok önemsiyorum. Romancı olmak, öykücü olmak değil önemli olan insanın hayatında yazarak düşünüyor olması. Yazarak yaşıyor olması. Evet askıya alıyorsunuz belki hayatı ama gene de güzel.

        Romanda Fuat ve İstanbul'da tanıştığı arkadaş çevresi farklı konular üzerine sık sık hararetli tartışmalar yapıyorlar. İçlerinden biri masalların çocuklar için olduğunu söylüyor. Bir diğeri buna karşı çıkıp "Masal insanın ruhunu tedavi eden yegane kuvvettir" diyor. Katılır mısınız?

        Burada masal sadece bildiğimiz anlamda masal değil; kurmaca kastediliyor aslında. Bugünün insanı için bütün öyküler, romanlar hep gerçekliğin dışında. Benziyor ama gerçek değil. Tatile giderken yanınıza aldığınız kitap da böyle, televizyonda seyrettiğiniz dizi de... Peki niye "uyduruyoruz", yalan olduğunu bile bile niye okuyoruz? İyi geliyor çünkü bize. İyi geliyor, çünkü hayat anlamsız ve biz anlamlı kurgular göre göre anlamsızlığa karşı adeta panzehir geliştiriyoruz. Çünkü hayatta yaşadığımız gerçeklik bir seferde kavrayamayacağımız kadar çok parçalı. Olayların arasındaki ilişkiler çok boyutlu. Bunu göremediğimizde çoğu zaman hayat bize anlamsız geliyor. Çok uzaktan baktığımız zaman hakikaten küçücük bir toz zerresinin

        üzerinde kısacık bir yaşam süresi olan canlılarız. Anlamsız dediğim bu! Ama biz bir anlam denizi yaratıyoruz kendimize. Anlam ağı yaratıyoruz. Bunu da en çok destekleyen şey, kurmaca.

        Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, Murat Gülsoy, CAN Yayınları, 304 Sf, 13.98 TL

        Diğer Yazılar