Yerel Haber Hattı 0536 266 79 69
KONUŞMAYI BAŞLAT
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

Muhsin KIZILKAYA / HABERTÜRK

YAZI DİZİSİ 1

Türkçe'nin ses bayrağı yarıya indi! Yaşar Kemal’in sözlüğünde bu ülkenin adı, “bin bir çiçekli bahçe”ydi. “Bir bahçede hep aynı çiçekten olursa o bahçe güzel olmaz. Sen, ben, o varız diye güzel bu bahçe. Koparma farklı çiçekleri, kalsın renkleriyle kokularıyla...” derdi. O, bu bahçenin tam ortasında koca bir çınar ağacıydı. O ağacın gölgesindeki bütün halklar kardeşten de öte, sevgiliydi. O yüzden Kürt’tü, Türk’tü, Arap’tı, Laz’dı, Çerkez’di, Ermeni’ydi, Musevi’ydi, Rum’du, Ezidi’ydi. O yüzden tüm insanlığın ortak değeriydi. Şimdi, “O güzel adam o güzel ata binip gitti”.

CUMHURİYET’İN KAZANIMI

Çocukken tek gözü kör oldu, yanında babası öldürüldü, kekeme oldu. 2013’te Cumhuriyet’in 90’ıncı yılı münasebetiyle özel bir “ek” hazırlayan Hürriyet Gazetesi, aralarında benim de bulunduğum bazı yazar, gazeteci, bilim adamı ve sanatçılara, “Sizce Cumhuriyet’in en büyük kazanımı nedir?” diye bir soru sormuştu. Ben hiç tereddütsüz soruya, “Cumhuriyet’in en büyük kazanımı Yaşar Kemal’dir” cevabını vermiştim. Basit bir gerekçeyle... Öyle bir rejim düşünün ki, kuruluşundan itibaren Kürtlerin varlığını inkâr etmiş, dillerini yok saymış, asimilasyona tabi tutmuş fakat yine aynı rejim, kendisiyle birlikte doğmuş, ortaokuldan terk bir Kürt çocuğunun, sadece yeteneği ve yazarlık içgüdüsüyle “Türkçenin ses bayrağını” en yüksek yere dikmesine de vesile olmuştu... Daha ne olsun? Cumhuriyet olmasaydı Yaşar Kemal olmazdı, o yüzden Yaşar Kemal olmadan Cumhuriyet rejiminin gerçek karakterini çok iyi anlayamayız. Biz sıradan insanlar günlük hayatımızı 300 kelimeyle idame ettiririz, Yaşar Kemal’in sözlüğünde tam 6 bin Türkçe kelime vardı. Gerisini varın siz hesaplayın!


CENNET VE CEHENNEM

Cumhuriyet ilan edildiği yıl ve ay, dünyaya geldiğini hesaplamış Yaşar Kemal. Cumhuriyet 3 yaşındayken, o da bütün hayatını etkileyecek, kuşatacak korkunç musibetleri arka arkaya yaşamaya başlamış. O yüzden, herkesin cenneti olan çocukluğu Yaşar Kemal’in için bir cehenneme ve bir korku dağına dönüşmüş. Cennet ile cehennem arasında gelgitleri yaşadığı, baştan ayağa korkuya, bütün ruhuyla acıya kesildiği, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felaketin bundan daha büyük bir felaket olamayacağına herkesin yemin edebileceği, o en masum, o en güzel, o en acılı, o en hüzünlü, o en dramatik, o en uçarı, o en mutlu, o en mutsuz yılları, her ne kadar çeşitli romanlarının bir yerine serpiştirdiyse de, otuz iki kısım tekmili birden geniş bir anlatımı, “Kimsecik Üçlemesi”nin “Yağmurcuk Kuşu” adlı romanının birinci cildinde var. O kitap, Yaşar Kemal’in “kayıp cennetini”, “yeryüzü cehennemini” anlattığı, Antik Yunan tragedyalarına benzer bir formla yazdığı en önemli romanlarından birisidir.

BİR CÜMLE, 3 CİLT ROMAN

“Gerçek bir hayat hikâyesinden bir roman yaratmak zordur” derdi. Çünkü hayatın gerçekleri, sınırlar koyar yazara. Kendi hayalinin ürünü olan bir hikâye, eğer büyük bir yazarsan, önüne sonsuz ufuklar açar. O ufuklara doğru kalemini dört nala kaldıran bir yazar, atlar hayal atının sırtına ve olağanüstü bir hikâye çıkarabilir ortaya. Bir hayattan bir roman olmaz, ama bir hayat, bir romancıya çok güzel anlar sunabilir. İşte sözünü ettiğim o roman, onun kendi hayatından o “olağanüstü” anların romanıdır. Tek bir cümlenin ürünüdür aslında. Karlı bir kış günü, Sıraselviler Caddesi’nden, Arif’in Yeri’ne, “Çiçek Bar”a giderken, peşinden koşar adım yetişmeye çalış- tığım bir anda kulağıma bir sır fısıldar gibi söylemişti o romanın özetini: “Ben küçükken, babam bana hep Van’dan Çukurova’ya göç macerasını anlatırdı. Derdi ki: ‘Oğlum yol buyunca hep çocuk sürülerini gördük.’ Bu cümle hayatım boyunca kafamın içinde çınlayıp durdu. Kimsecik Üçlemesi’ni yazmaya oturdu- ğumda, kafamda bu cümle vardı. Ve bu cümleden 3 cilt roman çıkardım.”

AİLESİ 1915’TE VAN’DAN ÇUKUROVA’YA GÖÇ ETTİ

Ruslar Kafkas Dağları’nı aşıp girdiğinde Doğu Anadolu’ya, Erzurum’a, Ağrı’ya, Van’a, Hakkâri’ye kendilerinden önce korkuları geldi. Haber tez yayıldı, “Acımasız gavur ölüm kusan toplarını almış yanına geliyor”, bir süre sonra bu haber bir top korkuya dönüştü, bu top büyüdü, büyüdü, bir çığa dönüştü, o çığ da koptu ve bütün bir coğrafyanın üstünü örttü. Durumu “Kimsecik” romanında şöyle anlatır: “Akşamüstüydü, gün kavuşuyordu, birden köyün ortasına bir top güllesi düştü, köyün tam ortasında kaynayan sıcak sulu pınarın sularını havaya fışkırttı, orada derin bir çukur açtı. Top gülleleri artık ardı ardına köyün ortasına, yanına yönüne düşüyordu. Toz duman, çığlıklar, melemeler, böğürmeler, kişnemeler, horoz sesleri, gölün uğultusu, yankılanmalar, bir kıyamet gününün akşamüstüydü. Çok kişi ölmüş, çok kişi yaralanmıştı.” Aileye göç yolları, işte o zaman, 1915 yılında böyle göründü. Van’ın Arnês Köyü’nden, henüz bilmedikleri bir yere doğru yola çıktıklarında, göl kenarında bir amca bıraktılar. Amcası kayıp bir sevgiliyi gölün mavi sularında kaybettiğini sanıyordu, oysa bıraktığı yer, denizi bu denize hiç benzemeyen bir başka deniz ülkesi İstanbul’du ama olsun, deniz denizdi işte, o sevgili o denizin içinde olduğu sürece, o orada nöbet bekleyecekti. Kardeşini orada bırakıp yola çıktı babası Sadık... 

SÜRÜ HALİNDE ÇOCUKLAR 

Yanında karısı Nigar Hanım var, yaşlı anası Hırde Hatun ve başkaları... Sonradan her biri birer roman kahramanı... “Ortadirek”teki Meryemce ne çok benziyor Hırde Hatun’a mesela... Van’dan Çukurova’ya kadar, yol bir felaket... Birinci Cihan Harbi yakıp yıkmış dağı taşı bile... Ne kadar Kürt, Türkmen, Süryani, Nasturi, Ezidi, Keldani erkeği varsa hepsi silah altında... Geride kalmış sürüler halinde çocukları... Aç, sefil, üryan... Mezopotamya toprakları kan ağlı- yor, “Fırat Suyu Kan Akıyor”, o kana bulaş- mış çocuk çığlıkları arş-ı âlâ’ya yükseliyor... Anası Hırde Hatun, tıpkı kahramanı Meryemce gibi yolculuk boyunca hep oğlu Sadık’ın sırtında... Bir yerde ana durduruyor oğlunu, “Çalının arasında bir inilti duydum oğul” diyor. Durup bakıyorlar, orada bir yaralı çocuk... Alıyorlar yanına o çocuk sürüsünden düşmüş o yaralı çocuğu, adını soruyorlar, “Yusuf” diyor. Aile böyle varıyor Çukurova’ya, Osmaniye’ye. Orada Yusuf’u hekime gösteriyorlar, hekim derman sürü- yor yaralarına. Oradan Toprakkale’ye gidiyorlar. Hırde Hatun’un istediği üzerine burada bir ev satın alıp yerleşiyorlar. Sabah kalkıyor ki hane halkı, Hırde Hatun ruhunu teslim etmiş Yaradan’a... Yaşlı kadını orada Toprakkale kabristanına defnedip tekrar yola çıkıyor, Kadirli’ye varıyor aile...

‘ONLAR KUŞ DEĞİL ERMENİ’

Çukurova adeta insansız o devirde. Bütün Ermenilerin kanı akıtılmış, kalanları aşağıya, Mezopotamya ovasına, kızgın çöle sürmüşler. Göç yolları görünmüş buranın yerleşik halkına, geride kalan malları, konakları, tarlaları kapanın elinde kalıyor. Mal, mülk, kasır, konak çok ama ahali yok... Nüfus azalmış, gelip isteyene hemen bir Ermeni’nin boş konağını üzerine tapuluyorlar. Babası Sadık böyle varıyor İskan Komisyonu Başkanı’nın huzuruna. Başkan onu iyi karşılıyor. Gerisini “Kimsecik” romanında da uzun uzun anlatıyor zaten... “Bak Kürdoğlu, sana bir konak veriyorum ki kasabanın en güzel konağı. Sana tarlalar veriyorum ki ovanın en bereketli toprakları. Semail’in konağı, tarlaları senin...” diyor başkan. Sadık istemiyor, “Anam derdi ki: Yuvasından atılmış bir kuşun yuvası başka kuşa hayretmez” diyor. Başkan kızıyor: “Onlar kuş değil, Ermeni.” Uzun bir münakaşadan sonra başkan iki jandarma çağırıyor: “Bunları alın, doğru yılanların oynaştığı o kayalık Hemite Köyü’ne götürün. Görsün gününü orada.”

EVDE KÜRTÇE KÖYDE TÜRKÇE

O zamanlar Hemite Osmaniye’ye değil, Kadirli’ye bağlı. Hemite’de köylüler onları çok iyi karşılıyor. Elbirliği yapıp yeni komşularına, duvarları kamıştan, damı sazdan “huğ” dedikleri güzel bir ev yapıyorlar. Köyde üç çeşit toprak var; mavi, sarı kırmızı... Dileyen evini istediği renkten toprakla sıvıyor. İşte Yaşar Kemal bu köyde, bu evde dünyaya geliyor. Doğum yılını 1923 olarak hesaplamış. Çukurova’da ekim ayının sonuna doğru yayladan inilir. Kemal’in aileye katılması babasını sevince boğar. Her yıl onun için bir kurban keser. Doğduğu evde Kürtçe, köyde herkes Türkçe konuşuyordu. Türkmen Köyü’nde tek Kürt aileydi onlarınki. O da 9 yaşına kadar Kürtçe konuştu kekeleyerek. Birisi bir gün, aksanıyla dalga geçti, “Ermeniler gibi Kürtçe konuşuyorsun” dedi. O günden itibaren ağzından tek kelime Kürtçe çıkmadı. Anadilini unuttu. Kemal 3.5 yaşındaydı. Babası koyunu avluda kesmiş, askıya asmış, derisini yüzüyordu. O da meraklı gözlerle babasını seyrediyordu. Bir anda bıçak deriden kaydı, babasının elinden fırladı, karşıda kocaman gözlerle onu seyreden oğlunun sağ gözünün üstüne saplandı. O gözü bir daha da hiçbir şey görmedi. Bu ilk felaketiydi ama bir kere felek külahını yan yatırmıştı; son olmayacaktı.

'YÜREĞİM AĞRIYOR ANA' 

Tam 1 yıl sonra 4 yaşındayken bu kez camide daha büyük bir felaket geldi, çocukluğunun o cennet yıllarını cehenneme çevirecek olan felaket... Hani ailesinin Van’dan gelirken bulup yaralarını iyileştirdikleri Yusuf var ya, o evlatlık, bu kez hiçbir sebep yokken camide babası Sadık’ı gözünün önünde bıçakla delik deşik etti. O gece sabaha kadar uyumadı, hep ağladı. Tek bir cümle çıktı ağzından, hep, “Yüreğim ağrıyor” dedi anasına. Sabah olduğunda bu cümleyi de kuramadı. Artık kekemeydi. Körlüğün üstüne kekemelik gelmişti. 12 yaşına kadar hep kekeme yaşadı, sadece türkü söylerken dili çözüldü. O da türkülere sığındı, konuşmaktan çok türkü söyledi. O kadar çok türkü söyledi ki, bir süre sonra köyde adı “Âşık Kemal”e çıktı. Babasının ölümüne uzun yıllar inanamadı, mezarına hiç gitmedi. Uzun bir süre mezarlığın yanından bile geçmedi. Öldüğünden dolayı da ona derinden kırıldı, küstü. Babası Sadık’tan çok mal mülk kalmıştı. Amcası Tahir her şeyi har vurup harman savurdu. Çabucak yiyip bitirdi her şeyi. Beş parasız kalmışlardı. Bu arada aynı amcası annesiyle de evlendi. İki karılı, beş parasız adam huzursuzluğun kaynağı oldu. Çocukluğu böylece cehennem olup çıktı.

BÜTÜN ÖMRÜNÜ BARIŞA VAKFETTİ

Türk edebiyatının büyük ‘Usta’sı, yazar Yaşar Kemal, akciğer enfeksiyonu ve kalp ritim bozukluğu sebebiyle tedavi altına alındığı İstanbul Tıp Fakültesi’nde yaşamını yitirdi. 92 yaşındaki Yaşar Kemal, 14 Ocak’tan bu yana hastanede tedavi görüyordu. Kemal’in hayatını kaybetmesinin ardından konuşan doktoru Prof. Dr. Mehmet Akif Karan, “Organ yetmezliği vardı. Üzerine eklenen bozucu faktörlerin etkisiyle kalp, akciğer ve diğer organların etkilenmesiyle ortaya çıkan bir durum. Yapay solunum desteği veriliyordu” sözleriyle ölüm nedenini açıkladı. Yazarın eşi Ayşe Semiha Baban, doktora ellerinden gelen her şeyi yaptıkları için teşekkür etti, “Maalesef elimizden bir şey gelmiyor” dedi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Baban’ı arayarak başsağlığı dileklerini sundu ve taziyelerini iletti. Yaşar Kemal, yarın Teşvikiye Camii’nde kılınacak öğle namazının ardından Zincirlikuyu’da toprağa verilecek. 

TAZİYE MESAJLARI 

Abdullah Gül: “Yarattığı eserlerin hepimizin düşleri ve umutları olmaya devam edeceği ve içimizdeki sevgiyi ve vicdanı ayakta tutacağı inancıyla kendisine Allah’tan rahmet diliyorum.” Ahmet Davutoğlu: “Duyduğum hüznü ifade edecek kelime bulmakta zorluk çekiyorum. Ülkemizin çok önemli bir değeri olan, dünya edebiyatına ölümsüz eserler kazandıran Yaşar Kemal’e Allah’tan rahmet niyaz ediyor, sevenlerine ve bütün milletimize başsağlığı diliyorum.” Kemal Kılıçdaroğlu: “Yaşar Kemal, edebiyatımızın dev çınarlarından birisi. Büyük bir üzüntü duyduk. Halkımızın başı sağ olsun. O, bizim edebiyatımıza destanı kazandıran bir edebiyatçıydı.” Devlet Bahçeli: “Fikriyatı ne olursa olsun, Türk edebiyatının usta kalemi, Türk romanının dev ismi Yaşar Kemal’in vefatından büyük bir üzüntü duydum. Halkından kopmayan merhum Yaşar Kemal’e Allah’tan rahmet diliyor, ailesine, sevenlerine ve milletimize başsağlığı temenni ediyorum.”

SON ÇAĞRISI: SAVAŞ BİTSİN

Barış için, silahların bırakılması için büyük bir adımın atıldığı 28 Şubat’ta hayata veda eden Yaşar Kemal, “Bu Bir Çağrıdır” adlı son kitabında, 1992’den bu yana umutla dile getirdiği demokrasi, insan hakları ve barış çağrılarını, uyarılarını, söyleşilerini, bu konulara dair yazılarını bir araya getirmişti. Büyük ‘Usta’, “Türkler de Kürtler de bu savaşın bitmesini istiyorlar, bundan kuşkum yok” diyordu. Kitabın önsözüne “Böyle çağrıları çok yazdım, 20 yıldır yazdıklarımı bir araya toplayarak bir daha çağrıda bulunayım dedim. Ne söylense sanki duyan yok, gören yok” diye başlayan yazar, “Gençliğimde, gazetecilik yıllarımda Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaşmış Türkleri de, Kürtleri de, onların sevgi ve dostluk dolu anılarını da çok dinledim. Bugün onların çocukları, torunları böyle bir kardeş savaşını kabul etmemeli. Etmiyorlar da. Bu savaş inanılmayacak kadar uzun sürdü. Türkler de Kürtler de bu savaşın bitmesini istiyorlar, bundan kuşkum yok” diye duygularını dile getiriyordu. Yazar, ‘Türkiye Barışını Arıyor’ başlıklı yazısına Atatürk’ün 1923’te İzmit’teki konuşmasından bir alıntıyla başlıyor ve ekliyordu: “Savaşın ne zaman çıkacağını beklemek, ölümü beklemek gibidir. Savaşlar insanların ölüm fermanıdır. Savaşlar, üstünde yaşadığımız toprakların, doğamızın ölüm fermanıdır.”

YAŞAR KEMAL... 

Doğum tarihi: 1923 (bazı kaynaklara göre 1926) 
Doğum yeri: Osmaniye 
Çocukları: Raşit Gökçeli 
Medeni hali: Ayşe Baban ile evli. 
Eserleri: 71 yıllık yazın hayatına 26 roman, 11 deneme, 9 röportaj, 2 öykü, 1 şiir alanında eser sığdırdı. 
Aldığı ödüller: 38 
Başlıca Ödülleri: Uluslararası Cino del Duca ödülü, Légion d’Honneur nişanı, Commandeur payesi, Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres nişanı, Premi Internacional Catalunya, Fransa Cumhuriyeti tarafından Légion d’Honneur Grand Officier rütbesi, Alman Kitapçılar Birliği Frankfurt Kitap Fuarı Barış Ödülü’nün de bulunduğu 20’yi aşkın ödül, 2’si yurtdışında 5’i Türkiye’de olmak üzere, 7 fahri doktorluk payesi.

 

YAZI DİZİSİ 2

Orhan Kemal’le İstanbul’da zerzevatçılık hayali kurdu

71 yıllık yazın hayatına 26 roman, 11 deneme, 9 röportaj ve 2 öykü sığdıran Yaşar Kemal’i ‘Usta’ yapan, belki de yaşadığı o fırtınalı çocukluğu ve yokluk içinde geçen gençliğiydi

YAŞAR Kemal’in, 4 yaşındayken babası camide, gözü önünde ağabeyi diye bildiği evdeki besleme Yusuf tarafından öldürülünce, dünyası altüst oldu. Anası, oğlu Kemal, Yusuf’u öldürsün de babasının intikamını alsın diye dua ediyordu. Kemal bunu yapmadı. Bu iş akrabadan Osman’ın payına düştü. Anası uzun yıllar Yusuf’u Osman’ın öldürdüğüne inanmak istemedi. Yusuf’u Osman değil, Kemal öldürmüş, babasının intikamını almış ve hapse girmemek için de suçu Osman’ın üzerine atmıştı! Annesi komşu ve uzak akrabalarına bunu böyle anlattı.

FIRTINALI GEÇEN BİR ÇOCUKLUK

Huzursuz bir dönemdi bu dönem. Fırtınaları dindirmeye çalışıyor, bir şeyler birikiyordu içinde. İsyanlardaydı. Köyün dokunulmazlığı olan tek kişisiydi. Çocukları peşine takıyor, maceralara sürüklüyordu. Küçük bir krallık kurmuştu ve yıllar sonra bu krallığa Onat Kutlar, ‘Anavarza Krallığı’ diyecekti. O krallıkta neler yoktu ki...

Babasının katilini öldürme isteği... Bu fikrin neden olduğu korku... Beyaz bir ata binip ova boyunca atı dörtnala şaha kaldırmak... Ceyhan’da yüzme... Güzel adamlar... Eşkıyalar... Köy köy dolaşan destancılar...

Doğada ve çevresinde gördüğü her zenginlik, gördüğü her şeye türkü yakma isteği duyuyor, halkın onun merak ettiği her şeye çoktan bir türkü yaktığını hayretler içinde görüp dehşete kapılıyordu. Madem onlar bunları yapmıştı, o halde onların yapmadığı bir şey yapacaktı.

Ailesinin gururla dile getirdiği, “Evdalê Zeynikê’nin diz kırıp misafir kaldığı” bir evde büyümüştü. O halde o büyük Kürt dengbêjinden (destancı) ayrı kalmayacak, onun gibi anlatacaktı. Ama o söyleme biçimini, kendinden önceki anlatıcıların yapmadığı biçimde çok modern bir araçla dile getirecekti. Romanla...

Çocukluğunu kuşatan her şey yazacağı romanlarının malzemesini oluşturacak, onu dünyanın en büyük ‘modern destancısı’ yapacak, dünya edebiyatı Homeros’tan sonra ikinci büyük anlatıcısını kazanacaktı.

BORÇ ÇETELESİ ONU YAZIYLA BULUŞTURDU

Köye gelen bir çerçinin tuttuğu borç çetelesi onu yazıyla buluşturdu. Çerçi ak kâğıda sihirli birtakım işaretler çiziyordu. O da bunu öğrenmek istedi ama çevresinde bir mektep yoktu. Uzak bir yerde vardı, yalın ayak oraya gitmeye başladı. İlkokul bitince orta mektebe gitmesi gerekiyordu, amcası elde avuçta kalan tek tosunu verdi ona, “Götür Adana’ya sat, parasıyla okula git” dedi. Tosunu sattı, parasıyla mektebe yazıldı ama 1939’da orta mektebin son sınıfından ayrıldı. 1941’de ‘tastikname’sini aldı. Birçok iş yaptı: Ayakkabıcı çıraklığı, kavun-karpuz bekçiliği, traktör sürücülüğü, ırgatlık, amelebaşılık, vekil öğretmenlik, kütüphane memurluğu, arzuhalcilik... Bu arada ağıtlar derliyor, yazdığı şiirler edebiyat dergilerinde yayımlanıyordu. İkinci Cihan Harbi yıllarıydı. Ankara aydınlara, muhaliflere göz açtırmıyordu.

Sansaryan Han’dan işkence çığlıkları yükseliyor, birçoğunu sürgüne gönderiyordu. Arif ve Abidin Dino kardeşler Adana’ya sürüldü. Kemal, onlarla tanıştı. Abidin ressamdı, yazardı, sinemacıydı. Abidin Dino, 1979’da bu tanışmayı Milliyet Sanat Dergisi’nde şöyle yazdı: “Gözümüzün önünde, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri... Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite Köyü’nden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup gelir Adana’ya, çöker önümüze. Ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşuk sarı kâğıtlar üzerine yazılmış. Her getirdiği söz yumağı, akıllara durgunlukta... Dehşet acı, dehşet güzel.”

KÜTÜPHANEDE ORHAN KEMAL İLE TANIŞTI

Abidin Dino, ona ‘Türküler Müfettişi’ adını taktı. Adana’da kütüphanede çalışmaya başladı. Batı klasiklerini hatmetti, okumadığı bir kitap kalmadı. Daha sonra Orhan Kemal adıyla muhteşem romanlar, hikâyeler yazacak olan Raşit Kemali Öğütçü’yle burada tanıştı. Hapishaneden yeni çıkmıştı Raşit Kemali, hem de Bursa Hapishanesi’nden geliyordu, Nâzım Hikmet’in yanından, onunla kurduğu dostluğun kokusu vardı hâlâ üzerinde. O da şiirler yazıyordu ama Nâzım’ın şiirlerini görünce şiiri bırakmış, hikâyeye, romana yönelmişti.

Kemali Balzac’ın ‘Goriot Baba’ romanını istedi Kemal’den. Kemal ile Kemali, iki edebiyat ‘deli’si hemen dost oldular. Bu arada 1946’da Kemal askere gitti. Orada Mehmet Ali Aybar’la tanıştı. İyice sosyalist fikre ısındı.

Çalışmak için İstanbul’a gitti Kemal. Havagazı şirketinde bir süre çalıştı. Havagazı saatlerini okuyup tüketileni kaydediyordu. İstanbul’a tutunamadı, Adana’ya döndü. Arzuhalcilik yapmaya başladı Kadirli’de; hapishaneyle o günlerde tanıştı. Adı ‘komünist’e çıkmıştı. Alıp hapishaneye attılar. Dergilerde, sağda solda basılmış olan ‘Ağıtlar’ kitabı suçunu yeterince büyütmüştü zaten. Kadirli Hapishanesi macerasından sonra tekrar tutukladılar, bu kez Kozan’daki kodese tıktılar. Kozan’ın hapishanesi etrafı surlarla çevrili, basık tavanlı, cehennem gibi bir yer... Burada bıçaklandı. Daha geniş bir yere, 17 kişinin kaldığı bir koğuşa verdiler.

AÇTI... İŞSİZDİ...

Hapisten çıktıktan sonra arzuhalcilik yaptığı tezgâhının yerinde yeller esiyordu. Açtı, işsizdi ve artık buralarda durmanın imkânı yoktu. Kemal ile Kemali şanslarını İstanbul’da deneyecekti. Ama ikisinde de para yoktu. Orhan Kemal’in babası vefat etti. Mirastan onun payına 600 lira düştü. Bu parayla iki Adanalı İstanbul’da sebzecilik yapacaklardı. Bir kamyonet alacak, sebzeyi dolduracaklar, Orhan Kemal kamyoneti sürecek, Yaşar Kemal de kamyonetin kasasında o davudi gür sesiyle, “Baklaya gel, enginara gel! Zerzevatçı geldi!” diye bağıracak, zerzevattan kazandıkları parayla hayatlarını idame ettirecek, boş kalan zamanlarında da roman ve hikâye yazacaklardı.

 

YAZI DİZİSİ 3

Gülhane Parkı evi oldu, yatağı karton, yastığı İnce Memed’di

İstanbul Gülhane Parkı’nda, 1951’in yazıydı. Anası, balmumundan muşamba bir torba dikmişti ona. Adana’dayken bir bölümünü yazdığı İnce Memed romanını o torbada saklıyor, boynunda muska gibi taşıyordu. Bir çınarın gölgesinde kartondan yaptığı yatakta yatıyor, İnce Memed’e başını koyuyordu

1994 yılının 2 Aralık’ını 3 Aralık’a bağlayan gecenin geç bir saatinde Ankara, İzmir ve İstanbul’da aynı anda, eşzamanlı olarak birkaç bomba patladı.

O bombalardan biri, bir gazeteyi havaya uçurdu. O gazete, 2 yıl önce yayın hayatına başlayan Özgür Gündem Gazetesi’ydi. Sabah duydum haberi; bir reklam ajansında metin yazarlığı yapıyordum. Orada ben de yaklaşık bir yıl çalışmıştım. Bombanın patladığı gazeteye gitmeye karar verdim.

Yenikapı Kadırga’da bombalanmış gazetenin enkazından dumanlar yükseliyordu. Birkaç kişi vardı, içlerinden iriyarı, uzaktan bile “Ben buradayım” diye bağıran Yaşar Kemal bir abide gibi duruyordu. Yanında yöresinde hiçbir ünlü gazeteci, yazar yoktu. Birkaç meraklı vatandaş, birkaç muhabir, birkaç duyarlı sosyalist, birkaç ürkek Kürt münevveri, hepsi o kadardı...

‘DGM’YE GİDELİM ULAN’

“Hadi kuro (ulan) DGM’ye gidelim, suç duyurusunda bulunalım, bir şeyler yapalım” dedi bana. Birkaç kişi, o zamanlar Gülhane Parkı’nın ana kapısının önündeki DGM’ye vardık. Bir süre orada, mahkemenin kapısında beklediğimizi hatırlıyorum, sonra koluma girdi beni Gülhane Parkı’nın içine soktu.

Onunla 3 yıl önce tanışmıştım. 1991’in mart ayında, Güneş Gazetesi’nde birlikte çalıştığımız Halil Nebiler, Bekaa Vadisi’ne gitmiş, Abdullah Öcalan’la “kültür-sanat üzerine” bir söyleşi yapmıştı. Söyleşide Öcalan, Ahmed Arif, Yılmaz Güney ve Yaşar Kemal’i ‘yüzeysel olmakla’ ve ‘Kürt orijinalitesini Türkleştirmekle’ suçlamıştı. Nebiler’le Güneş Gazetesi için yaptığımız “Dünden Yarına Kürtler” yazı dizisini Yaşar Kemal okuyunca çok üzülmüş, ‘fırça atmak’ için her yerde fellik fellik beni arıyormuş.

Bir gün İstiklal Caddesi’nde yürürken buldum onu. Önünü kestim, kendimi tanıttım, meğer gökte ararken yerde bulmuş beni. Bir kenara çekti ve okkalı bir ‘fırça’ attı. Bu işte benim hiçbir dahlim ve suçum yoktu ama yine de kendimi savunmadım. Yaşar Kemal yeter ki bana bir şey söylesin, fırça da atsa kabulümdü.

‘BU ÇINARIN ALTINDA YATTIM’

Bir yıl sonra, 15 yıl sonra İsveç’ten, sürgünden dönen Kürt romancı Mehmed Uzun’un romanlarını Türkçe’ye çevirmeme vesile oldu ve o günden sonra beni gördüğü her yerde, Kürtçe ‘Bejnê’ türküsünü söyletti bana. Olur olmadık yerlerde ben söylerdim, o ağlardı. Bu şarkıya niye ağladığını hiçbir zaman sormadım ona, o da söylemedi. Kim bilir belki de annesinin Kürtçe ağıtlarını hatırlatıyordu ona bu şarkı.

Yağmurun yağdığı, soğuk bir kış günüydü. Konuşmadan bir süre Gülhane Parkı’nın içinde yürüdük. Koca gövdeli, yaşlı bir çınar ağacının altında durdu, bana çınarın duldasını gösterdi ve dedi ki: “İşte şurası, şu çınarın altı, 1951 yılında İstanbul’a geldiğimde benim ilk evimdi. Yaz başıydı. Uzun süre burada yatıp kalktım. Anam balmumundan muşamba bir torba dikmişti bana. Adana’dayken bir kısmını yazdığım İnce Memed romanım vardı o torbanın içinde. Boynumda bir muska gibi taşıyordum. Karton sermiştim şuraya, geceleri İnce Memed’i de yastık yapıyor, başımı koyup uyuyordum.”

“Niye Adana’yı bırakıp geldiniz ki?” diye sordum. “Öldüreceklerdi. Bunu bir hâkim söyledi bana. Aslında o hâkim beni buraya gönderdi.”

Anlatmaya başladı: Yazdığı hikâyeler ve ağıt derlemeleri nedeniyle hem ‘komünist’ hem de ‘casus’ diye yaftalanıp atmışlardı Kozan Hapishanesi’ne... Bir eşkıya bıçaklamıştı onu orada. Ölümden dönmüş, zor iyileşmişti. Yaralı halde defalarca mahkemeye gitmiş, her defasında tutukluluğuna karar vermişti mahkeme.

‘GİT BURALARDAN YAŞAR’

Son duruşmada aynı kararı beklediği sırada yargıç, “Kararı yazdırıyorum” dedi. “Suçtan beraatine” lafını duydu. İrkildi, bu kez serbest bırakıyorlardı. Artık o sidik ve dışkı kokan hapishaneye dönmeyecekti. Kendisini cezaevinin kapısında buldu. Mübaşirin “Başkan seni istiyor” cümlesiyle geri döndü. Yargıç onu ayakta karşıladı, yer gösterdi, bir de kahve söyledi. Anlatmaya başladı: “Bak, ben okuryazar bir adamım. Seni mahkûm edeyim diye çok baskı yapıldı bana. En iyisi sen buralarda kalma. Hemen İstanbul’a git. Orada, Yeni Cami’nin arkasında arzuhalcilik yap. Seni burada öldürecekler. Yazık olur. ‘Bebek’ hikâyeni karım da okudu. Edebiyattan anlar. Seni merak ettiği için duruşmanı bile izledi. Ben de diline hayran kaldım, büyük bir yazar olacaksın. Bana söz ver, hemen çek git, kalma buralarda.” O gün, o babacan, o edebiyat sever ve ondaki cevheri gören hâkimin dediğini yapmaya karar verdi. Yanına daktilosunu, annesinin diktiği balmumundan muşambayı ve ‘İnce Memed’in yazdığı kısımlarını alıp Ankara’ya doğru yola çıktı.

ARZUHALCİLİK KOLAY DEĞİLDİ

Abidin Dino’nun evinde şair Oktay Rifat’la da tanıştı. Arif Dino, Cumhuriyet Gazetesi’nde Nadir Nadi’ye vermek üzere bir mektup yazdı. Abidin Bey de İstanbul için bir otobüs bileti aldı ona, boynunda anasının muşamba torbası İstanbul’a vardı. İstanbul’u beklediği gibi, İstanbul onu beklemiyordu. Arzuhalcilik yapmak da kolay değildi, adliye çevresindeki arzuhalcilerin arasına girmek maharet isterdi, vazgeçti. Gülhane Parkı’nda yatıp kalktı, Sarayburnu’nda oltayla balık avladı, yediklerini yedi, diğerlerini sattı.

Cumhuriyet Gazetesi’ndeki kapıcı, kılığını kıyafetini görünce, “Bu herif Nadir Bey’i görüp de ne yapacak” diye düşünmüş olmalı ki, gittiği her gün bir bahane uydurup görüştürmedi. Bu arada arkadaşı Orhan Kemal de gelmişti İstanbul’a. Zerzevatçılık yapma hayali, Orhan Kemal’in parayı harcaması nedeniyle suya düştü.

GÖRÜNÜŞÜ PERİŞANDI

Sonra Arif Dino da geldi İstanbul’a, araya Behçet Kemal Çağlar girdi ve ‘Bebek’ hikâyesi geçti Nadir Nadi’nin eline. Nadir Bey’le görüşmeye muvaffak oldu. Nadir Bey, Türkçe’sine hayran kalmıştı. Hikâyesini yakında gazetede tefrika edecekti ama onun için düşündüğü asıl iş röportaj yazarlığıydı.

O zamanlar, şimdi olduğu gibi iki kişinin karşılıklı konuşmasına röportaj denmiyordu. Röportaj eli kalem tutan, dil cambazı yazarların bir olayı kendi üsluplarıyla anlatmasıydı; dili bu kadar güçlü, kelimelere böylesi dans ettirebilen bir yazardan müthiş bir röportaj yazarı çıkabilirdi. Nadir Bey bunu gördü.

Nadir Nadi’nin huzuruna çıktığında dış görünüşü perişandı. Sakalları uzamış, saçları karmakarışık, kir içindeydi. Lastik ayakkabıları yırtılmış, parmakları dışarı çıkmıştı. Uzun süredir sıcak su yüzü görmemiş bedeni kaşınıyordu. Giysilerini deniz suyunda yıkadığı için pantolonu bile kararmıştı. Bir deri bir kemik, uzun, cılız, dokunsan devrilecek bir kavak ağacı gibi duruyordu.

İSTANBUL ARTIK BAŞKAYDI

Nadir Bey talimat verdi. Muhasebeden 1500 lira para verdiler. Üstünü başını düzeltecek, kalacak bir yer ayarlayacak, zaman kaybetmeden Diyarbakır’a gidecekti. Diyarbakır’da bir şeyler oluyordu, gidip hepsini yazacak, röportajlarını gazeteye yollayacaktı. Cumhuriyet Gazetesi’nden çıktığında başka göründü gözüne İstanbul. Bir anda kendisini Galata Köprüsü’nün üzerinde buldu. Orada bir sürü evsiz arkadaşı vardı ve paranın 10 lirasını onlara dağıttı. Arkadaşları parayı çaldığını sandılar: “Kaç Kemal kaç, aynasızlar birazdan gelir” dediler. Ankara’ya gidip Abidin Bey’e teşekkür etti, sonra da ver elini Diyarbakır... O gün, Gülhane Parkı’nda bana İstanbul’daki ilk evini gösterdikten sonra ilk defa karşılaştığı Diyarbakır’ı anlattı. “Acılı bir şehirdi 1950’lerin başında Diyarbakır. Hâlâ aynı acıyı çekiyor” dedi. Vakit öğleni bulmuştu, koluma girdi, “Hadi gel sana kebap yedireyim” dedi. Beraber Eminönü’nde kebapçıya yürüdük.

 

YAZI DİZİSİ 4

Kemal Sadık Göğçeli’den Yaşar Kemal’e uzanan ‘İnce’ yol

Yaşar Kemal Cumhuriyet Gazetesi’nde imzasını ilk defa gördü. Adı değişmişti, artık Yaşar Kemal’di. Çünkü Sadık Kemal Göğçeli mimliydi, fişlenmişti, komünistti; gazete ona taze başlangıç yapma fırsatı vermişti

YAŞAR Kemal, 1950’lerin başında Cumhuriyet Gazetesi’nde işe başladı. Nadir Nadi onu hemen Diyarbakır’a gönderdi. Cebine 1500 lira koymuştu. Bu kadar büyük bir parayı ilk defa bir arada görüyordu. Tedirgindi...

Diyarbakır’dan Van’a gidecek, röportajlar yazacak, yazıları yayınlanırsa amenna ama olur da yazılarını beğenmeyip yayınlamazlarsa, Van’daki baba köyü Arnês’e gidecek, orada bir süre arzuhalcilik yapıp gazeteye borcunu ödeyecekti.

Tatvan’dan Van’a giderken, feribotta bir yüzbaşının okuduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde ilk defa imzasını gördü. Ama adını değiştirmişlerdi, artık yeni adı “Yaşar Kemal”di. Ne de olsa “Sadık Kemal Göğçeli” mimliydi, fişlenmişti, komünistti; gazete yönetimi ona taze bir başlangıç yapma fırsatı vermişti yeni adıyla.

GAZETEDEKİ ADI ‘AĞIR İŞÇİ’YDİ

Eskiden röportaj demek, bugün olduğu gibi, birisinin birisiyle söyleşi yapması demek değildi. Röportaj, eli kalem tutan iyi bir yazarın, bir olayı, bir şahsiyeti ele alıp bütün yönleriyle, kendi üslubunca tatlı tatlı anlatmasıydı. Türk basınında, bu türün en yetkin örneklerini Yaşar Kemal verdi. Bütün bir 50’li yıllar boyunca Anadolu’yu karış karış gezdi. Gazetedeki adı “ağır işçi”ydi. Bir yerde bir deprem mi oldu, bir yeri sel mi bastı Yaşar Kemal hemen oraya gidiyor, otobüslere, trenlere, gemilere binip yolculuklara çıkıyor, o destansı, o gürül gürül akan Türkçe’siyle muhteşem röportajlar yazıyordu.

Çok kısa bir süreye o kadar çok röportaj sığdırdı ki, ünü hemen her yere yayıldı. “Anadolu Notları” başlığı altında, “Doğu’da İnanılmaz Şeyler Gördüm”den “Mağara İnsanları”na kadar ses getiren bir dizi röportaja imza attı. İstanbul’da da insan portreleri yazdı, Sait Faik’e dair yazdıkları bu alanda ilktir... Hayatı boyunca Sait Faik’i, kendisini etkileyen yerli yazarlar listesinin en başına koydu.

THILDA ONUN YABANCI DİLİ OLDU

Sait Faik demişken... Bir gün, İstiklal Caddesi’nde Yaşar Kemal’le Âşık Veysel kol kola girmiş yürüyorlar. Muhtemelen türkü söylüyorlar birbirlerine, Tünel’e yakın bir yerde Sait Faik çıkıyor karşılarına. Sait Faik onları böyle kol kola girmiş yürürken görünce, başlıyor yüksek sesle gülmeye, Yaşar Kemal bir türlü susturamıyor onu:

“Ne gülüyorsun lan, ne var bu kadar gülecek.”

Sait Faik gülmesine zorla hâkim oluyor ve diyor ki:

“Yahu çok komiksiniz, iki kişisiniz, tek gözle yürüyorsunuz...”

Bu hikâyeyi her defasında kendisi anlatır, bu kez ünlü hikâyecinin kahkahasına benzer bir kahkaha da kendisi atardı. Cumhuriyet Gazetesi’nin dış politika yazarı Ömer Sami Coşar, bir gün Yaşar Kemal’i Tarabya’ya balık yemeğe davet etti. Beraber gittiler. Daha rakıları söylememişlerdi ki, masaya iki kadın geldi. Biri Coşar’ın eşiydi, ötekisini “Thilda Serero” diye tanıştırdılar ona. Masalarına hiç beklemediği bir anda soylu bir güzellik gelip kurulmuştu. Yaşar Kemal etkilendi. Sohbet başladı, daha da etkilendi. Peş peşe içtiği birkaç duble rakı mı, bu müthiş kadının zarafeti ve kültürü mü onu sarhoş etti, bilemedi.

Dostu Alpay Kabacalı’nın deyimiyle, “Soylu bir güzellikle derin bir kültürü kaynaştırabilmiş az rastlanan kadınlardan biri”ydi Thilda. Osmanlı sarayının hekimbaşlarından Jak Mandil Paşa’nın torunuydu. Bir bankacının kızıydı. Birkaç dil biliyordu. Edebiyat konusunda muazzam bir bilgiye sahipti.

Tesadüfi bir buluşma mıydı, Tanrı böyle mi istemişti bilinmez, ama o geceki o buluşma, kısa bir süre içinde karıkoca, bir süre sonra da yazar-çevirmen ilişkisine dönüştü. Thilda sayesinde Yaşar Kemal dünyaya açıldı, Thilda onun yabancı dili oldu çıktı.

‘ŞU KOCA KÜRDÜN HER ŞEYİNİ DEĞİŞTİREBİLDİM DE..’

Rejim bütün aydınlara kötü davrandığı gibi Thilda’ya da hiç iyi davranmadı. 12 Mart darbesinden sonra Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Magdi Rufer, Vedat Günyol ve başka birkaç aydınla birlikte Komünist Partisi kurmakla suçlayıp onu da tutukladılar. Dört ay cezaevinde kaldı, uzun süre yargılandı. Ama hep bir aydın gibi yaşadı. Ölüme de aynı zarafet içinde gitti. Musevi olduğu halde cenazesi Teşvikiye Camii’nden kalktı. Ölünceye kadar çok iyi baktı Yaşar Kemal’e. Son zamanlarında elinden geldiğince “ağır şeyler” yemesine izin vermedi. Sigarayı, içkiyi yasakladı. Ama Yaşar Kemal bulduğu her fırsatta, Thilda’ya çaktırmadan kendi deyimiyle “o suç aletlerine” ulaşmanın bir yolunu buldu. Onca perhiz yemekleri masada varken, her defasında Yaşar Kemal, mutlaka sofranın bir yerine kelle soğan zulaladı, ilk fırsatta bulgura kaşık salladı. “Şu Koca Kürt’ün her şeyini değiştirdim de, yemek alışkanlığıyla baş edemedim” dedi her defasında Thilda ve hayatından öyle çekip gitti. Evlendiklerinde Yaşar Kemal’in henüz hiçbir romanı yayınlanmamıştı. Beşiktaş Serencebey’de bir ev tuttular. Thilda, o sırada çalıştığı ajanstaki işini kaybetti. Yaşar Kemal gazeteden 180 lira aylık alıyordu, geçimlerine yetmiyordu.

BUZ GİBİ EVDE ÜÇ AYDA YAZDI

Yaşar Kemal, kendisi de bir yazar olan ve şahane piyeslere imza atan gazetenin yazı işleri müdürü Cevat Fehmi Başkut’a gitti. Kafasında bitirdiği, hatta bazı bölümlerini Adana’dayken 1947 yılında yazdığı roman tasarısını anlattı. “İnce Memed” diye bir romandı bu, bu iş için 1000 lira avans istedi. Romanı bitirecek, eğer Başkut beğenir de tefrika ederse 800 lira daha alacak, beğenmezse aldığı avansı iade edecekti. Anlaştılar. 1953 kışı yaman bir kıştı. Şubat ayında İstanbul Boğazı’nda koca koca buz parçaları görüldü. İnsanlar üzerine çıkıp fotoğraf çektirdi. Her yer buza kesti. Yaşar Kemal’lerin evinde küçük bir çini sobası vardı. Odun ısıtmıyor, zaten odun bulmak da kolay değildi. Thilda battaniyelere sarınıp bir köşede kitap okurken, Yaşar Kemal, Erzurum’dan aldığı kalın eldivenler elinde, kurşun kalemle harıl harıl “İnce Memed”i yazıyor. O zemheri soğukta, o kalın eldivenler elinde, parmaklarının arasında bir kurşun kalem, o buz gibi evde üç ayda hemen hemen hiç dışarı çıkmadan “İnce Memed”i yazıp bitirdi. Götürüp Cevat Fehmi’ye teslim etti ve beklemeye başladı. Ah o bekleme yok mu o bekleme, bir yazar için en zor anlardır o anlar. Dayanamadı, on beş gün sonra sordu Cevat Fehmi’ye:

“Romanımı okudun mu?”

“Yarısına kadar okudum” dedi Cevat Fehmi.

“Hayır, okumamışsın” dedi Yaşar Kemal.

“Nereden biliyorsun?”

“Biliyorum. Eğer o romana başlasaydın, yarısında duramazdın da o yüzden” dedi.

Bir ay sonra odasına çağırdı Cevat Fehmi:

“Önceki gün başladım romanına, bu sabaha kadar durmadan okudum. Sen haklıymışsın. Hemen yayınlayalım, ama romanın başında Çukurova’yı tasvir ettiğin o uzun bölümü atalım” dedi.

Yaşar Kemal bunu kabul etmedi. Hem o bölümü atmayacak, hem de romana ismini koymayacaktı. Çünkü bu romanı para için yazmıştı. Asıl romanlarını sonra yazacak, onlara gerçek adını koyacaktı. Bu kitabı müstear isimle yayınlayacaktı. İnat etti. Nadir Nadi de ikna edemedi onu. Sırf bu yüzden Cumhuriyet Gazetesi’nden ayrılmak zorunda kaldı.

Thilda da onunla aynı fikirde değildi, o da romana ismini koymasını istiyordu ama bir kez onun “Kürt inadı” tutmuştu işte. Haber Dünya Gazetesi’nin sahibi Bedii Faik’in kulağına gitti. Çağırdı, romanı tefrika etmek istediğini söyledi.

“Deli misin, bu muazzam romana insan ismini koymaz mı?”

“Peki koyacağım ama romanımdan tek satır attırmam” dedi.

Bedii Faik, birkaç gün sonra çağırdı. Kendisini Cumhuriyetçilerin keşfettiğini söyledi ona. Şimdi romanı tefrika ederse ahlaki olarak doğru bir şey yapmamış olacak. Nadir Bey’le konuştuğunu, romanı ona götürmesini, yayınlayacaklarını söyledi. Kalkıp gitti tekrar Cumhuriyet’e. Nadir Nadi “eşkıya” derdi ona,

“Romanına adını koyuyor musun eşkıya?” dedi.

“Koyuyorum” dedi.

Anlaştılar.

Romanından birkaç satır attırmamak için ekmeğinden olmayı göze almıştı Yaşar Kemal. Tefrika başladı. Kısa bir süre sonra Ankara’dan “yayını durdurma” ikazı geldi gazeteye. Ağalara başkaldıran bir “eşkıyayı” yücelterek komünizm propagandası yapıyordu Yaşar Kemal ama gazete bu uyarıyı dinlemedi. Ertesi yıl “İnce Memed” kitap olarak yayınlandı ve o gün bugün, bu ülkede Kuran-ı Kerim’den sonra en çok okunan ve en çok satan kitap unvanını kazandı. Dünyanın belli başlı bütün dillerine çevrildi. Cep kitabı oldu, lüks edisyonları yapıldı, körler için Braille alfabesiyle bile yayınlandı.

ARZUHALCİ KÖR KÜRT KEMAL

Babıali’de bilinen adıyla “Arzuhalci Kör Kürt Kemal”in, “Yaşar Kemal” olarak yükselip dünya edebiyatının yıldızlarından birisi olmasının yolunu açtı. 1963 yılında Basınköy’e taşındılar. Şehirden uzak bir yerdi. Bir apartmanın en üst katındaydı yeni daireleri. Sonra orayı satıp yan bloktaki bahçe katını aldılar. Yaşar Kemal’in ayakları toprağa değdi tekrar, bahçeye bitkiler ekti. Basınköy onun için yeni romanlarının mekânı oldu. Evden çıkıyor, gecekonduların arasından on dakika yürüyor, sahile, Menekşe’ye iniyordu. Orada müthiş dostluklar kurdu. Bir sürü balıkçı arkadaşı oldu. Onlarla balığa çıktı. Bir tekne bile aldı. Menekşe, orada tanıdığı insanlar romanlarının kahramanı oldu çıktı. Yaşar Kemal, roman yazmaz, “roman düşünür” dü. Evden çıktığında, eşi Thilda “roman düşünmeye” çıktığını bilirdi. Yakın dostu ve hakkında bir biyografik kitap yazmış olan yazar Alpay Kabacalı’dan öğreniyoruz:

Yaşar Kemal her sabah erkenden kalkar, evden çıkar, Menekşe’ye kadar yürür, sahilde gezer, kurgusundan diline, biçiminden üslubuna kadar romanın bütün çatısını kurar, eve gelir, eline kurşun kalemi alır, iri harflerle yazmaya başlardı. Yanlış yazdığı yerleri değiştirmek istediğinde tıpkı bir ilkokul öğrencisi gibi silgiyle siler yeniden yazardı. Daha çok değişiklik gerektiğinde, yazdıklarını yırtar atar, sil baştan yeniden yazardı. Sonra yazdıkları yayınevinde daktiloya çekilir, romanın o daktilo edilmiş halini bir süre ‘demlenmeye’ bırakır, aradan iki üç gün geçtikten sonra alıp tekrar okur, bu kez beğenmediği yerleri yırtar atar, yeniden yazardı. Hiçbir sayfanın üstünü çizip düzeltmezdi, özensizlik olarak görürdü bunu. Dizgi hatalarına hiç tahammülü yoktu. Sadece romanlarını elle yazardı. Hikâye ve mektuplarını ise mutlaka daktiloyla yazardı. Yazardı; bulduğu her fırsatı değerlendirir, durmadan doğayı, insanlık hallerini yazardı.

 

YAZI DİZİSİ 5

Çağımızın gördüğü en büyük 'söz büyücüsü'ydü!

Bize bıraktıklarının tümü çok kıymetlidir fakat bence Türkçe’ye kazandırdığı yüzlerce kelime içinde en kıymetlisi “umut” kelimesidir. “Umut” kelimesinin mucidi, “İnce Memed”in babasıydı. Kelamın ustası, sözün büyücüsüydü. Hayatı en güzel o anlattı. Sadece insanın değil; kuşun, böceğin, otun, ağacın hayatını da...

İNCE Memed’den sonra, neredeyse 1970’lerin başına kadar 20 yıla yakın bir süre zarfında çok az roman yazabildi Yaşar Kemal.

27 Mayıs İhtilali, bütün solcu Türk aydınlarını nasıl etkilediyse, onu da öyle etkiledi. Darbeye “sevinen” aydınlar arasındaydı o da, ama Başbakan Menderes’in asılmasına üzülenlerdendi.

Mehmet Ali Aybar çok eski arkadaşıydı. 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) bir yıl sonra üye oldu; Aybar’ın yanında yer aldı. Aktif bir şekilde “siyasete” atıldı, TİP’in “propaganda işlerini” üzerine aldı.

1966 yılında arkadaşı Fethi Naci’yle birlikte “Ant” Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Çok değil üç yıl sonra Sovyetler Birliği Çekoslovakya’yı işgal edince bir sürü şeyi göze alarak işgale açıktan cephe aldı. Bu tavrıyla çok uzun sürecek bir “belayı” da başına sarmış oldu. Çünkü büyük çoğunluk böyle düşünmüyordu. Aforoz nedeni bile olabilirdi. Bu tarihten itibaren Yaşar Kemal, Türk solcuları arasında hiçbir zaman “muteber” bir aydın sayılmadı, hep burun kıvrıldı, hep küçümsendi.

PEŞ PEŞE ROMANLAR YAZDI

12 Mart 1971 darbesinden sonra o da arananlar listesine girdi. Gidip teslim oldu, 1 ay kadar Davutpaşa Kışlası’nda hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı.

İşte ne olduysa bundan sonra oldu.

Uzun süre “siyaset” nedeniyle ara verdiği yazarlığı bir anda nüksetti. Peş peşe romanlar yazmaya başladı.

1970’te Ağrı Dağı Efsanesi, 71’de Binboğalar Efsanesi, 72’de Çakırcalı Efe, 73’te Demirciler Çarşısı Cinayeti, 75’te Yusufçuk Yusuf, 76’da Al Gözüm Seyreyle Salih ve Yılanı Öldürseler, 77’de Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, 78’de Kuşlar da Gitti, Allahın Askerleri ve Deniz Küstü romanlarını yazdı.

1973’te çıkan Yeni Halkçı Gazetesi’ne yazdığı bir yazıdan sonra sadece Türkiye’de olabilecek çok tuhaf bir şey geldi başına.

Evindeki kütüphanesi zengindi. Türkçe kitapların yanında, Thilda’nın bildiği ve okuduğu Fransızca, İngilizce ve başka dillerden kitaplar da vardı. O zamanlar Marx’ın “Kapital”i birkaç yıl önce Türkçe’ye çevrilmiş ve solcular arasında pek revaçtaydı... Kimse pek bir şey anlamasa bile ondan söz etmek veya okuduğunu iddia etmek, “falankes Kapital’i okumuş” diye parmakla gösterilmesine yeterdi.

EVİNE ‘KAPİTAL BASKINI’

Yaşar Kemal de, yazdığı bir yazıda, evindeki kitaplardan bahsederken “Kapital”den de bahsetti. “Sadece Türkçe’si değil, İngilizce’si de var kütüphanemde” diye yazınca, basın savcısı bunu “ihbar” kabul etti. Kendi kendisini ele vermiş, evinde Marx’ın “Kapital”inin İngilizce’sinin bulunduğunu ifşa etmişti. Savcılık hemen emniyete “yazı” yazdı, polisler bir gün sabahın köründe, ev halkı henüz uykudayken eve baskın düzenledi. Kütüphane didik didik arandı, “suç aleti” Kapital orada derdest edildi, götürüp “nezarete” atıldı.

1970’lerin ikinci yarısından itibaren siyasi cinayetler dönemi başladı. Abdi İpekçi, Kemal Türkler, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu gibi yakın arkadaşları öldürüldü. Ülke hızla bir askeri darbeye doğru gidiyordu; kimsenin can güvenliği yoktu.

Yaşar Kemal de memleketi o halde bırakıp önce Fransa’ya, oradan da İsveç’e gidip yerleşti. Orada “Kimsecik” romanını yazmaya başladı.

İsveç huzurlu bir memleketti. Hükümet “gözü” gibi bakıyordu ona, çalışması için her türlü koşul mevcuttu. Fransa’da başladığı ve bir türlü ilerlemeyen romanını burada bitirdi.

Bu sırada Türkiye’de 12 Eylül 1980’de askerler yönetime el koydu. Bu kez büyük bir sürek avı başladı, solcuların büyük bir kısmı, yakayı ele vermeyenler yani, akın akın yurtdışına kaçarken, Yaşar Kemal memlekete geri döndü.

NOBEL’İ NEDEN ALAMADI?

İşte bu “dönüş”, etkileri uzun yıllar süren bir tartışmayı da beraberinde getrdi. İddia odur ki, 1970’lerin başından beri aday gösterilen Nobel’i almamasına sebep bu “dönüş” hadisesidir. Hatta 1992 yılında, uzun yıllar İsveç’te sürgünde yaşadıktan sonra ilk defa ülkesine geri dönen Kürt gazeteci Mahmut Baksi, o zamanki “Aktüel” Dergisi’ne “Yaşar Kemal’e Nobel vereceklerdi, ben engel oldum. Nobel Komitesi’ne, ‘Darbe olunca can güvenliğim sağlandı’ diyerek Türkiye’ye döndü dedim, onlar da bunu önemsediler” diye demeç verdi, bu demeci de dergiye “kapak” oldu. Oysa Mahmut Baksi’nin İsveç’e gidip yerleşmesine, orada “muteber” bir gazeteci olarak “itibar” görmesine bizzat Yaşar Kemal vesile olmuştu.

Öyle mi oldu, dönmeseydi de sürgünde kalsaydı, sonradan yazacak romanlarından da bizi mahrum bıraksaydı daha mı iyi olurdu bilinmez, bilinen bir şey var ki Yaşar Kemal, İsveç Akademisi’nin kendisinden şu ya da bu sebeple esirgediği Nobel Edebiyat Ödülü’nü bütün dünyaya yayılmış milyonlarca okurundan zaten çoktan almıştı.

Bugün arkasından timsah gözyaşı dökenlerin hemen hemen tümü o gün koro halinde onu aslanlara atmaya çalışırken, Orhan Pamuk başta olmak üzere sadece bir avuç yazar ve yakın dostu ona destek olmak için DGM kapısına gitti. Onu infaz etmeye kalkışanlar birkaç sene sonra Orhan Pamuk Nobel alınca, bu kez benzer bir saldırıyı da Pamuk’a yönelttiler. Bu kez de Orhan Pamuk’un bu büyük başarısını ilk kutlayan Yaşar Kemal oldu.

İSVEÇ’E DÖNÜŞ

Nobel hariç almadığı edebiyat ödülü kalmamıştı. Fransa Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın elinden bu ülkenin en önemli “nişanını” almıştı. Hemen hemen Avrupa’nın bütün ülkelerinin saray ve parlamentolarında onur konuğu olarak selamlanmıştı. Kendi ülkesinde ise hâlâ “bölücü”, hâlâ “vatan haini” muamelesi görüyordu.

1990’lı yılların ikinci yarısıydı. Yine aydınlar öldürülüyordu. Savaş bütün şiddetiyle sürüyordu. Karanlık her yere hükmünü kurmuştu. Ona tekrar “sürgün” yolları göründü.

İkinci memleketi İsveç onu bekliyordu, kalkıp tekrar İsveç’e gitti.

Bütün kurgusunu kafasında bitirdiği, henüz yazılmamış büyük bir romanı daha vardı. Bir “üçleme” olarak düşünmüştü “Bir Ada Hikâyesi”ni ancak üç cilde sığdıramadığı için sonra “dörtlemeye” dönüştü. Eşi Thilda’yla birlikte gittiği İsveç’te, bu “üçlemenin” ilk cildi olan ve adını “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”yı yazmayı başladı.

Artık sağlığı da eskisi gibi bedenine “hoyrat” davranmasına izin vermiyordu. Thilda sigarayı kesinlikle yasaklamıştı ona. O da, Thilda’dan gizlice aldığı sigara paketini Mehmed Uzun’un evine “zulalıyor”, “Roman düşünmeye çıkıyorum” deyip Mehmed’in evine kadar yürüyor, yolda sahiden de kafasında romanını yazıyor, Uzun’un evine gizlediği ve adına “suç aleti” dediği sigarasını içiyor, tekrar romanını düşüne düşüne göl kenarındaki evine geri dönüyordu.

THILDA’DAN SONRA...

2001 yılında, dünyada tanınmasında çok büyük katkısı olan, hayatı boyunca hep “Yaşar” daha iyi bir roman yazsın diye ona destek olan, onun yabancı dili, onun hayat arkadaşı Thilda onu bırakıp gitti. O da bir süre sonra Thilda’yla beraber yuva haline getirdikleri Basınköy’deki evi bıraktı, Ayşe Baban’la evlendi ve Boğaz’ın öteki yakasına göç etti, Baban’la beraber deniz gören bir evde yaşamaya başladı.

Thilda’nın yokluğunun acısını bir kenara bırakacak olursak ömrünün geride kalan kısmını “huzur” içinde geçirdi. Yazmayı düşündüğü son romanını dört cilt halinde tamamladı. Kıyıda köşede kalmış bir iki kısa romanı tekrar gün yüzüne çıktı. Ve yavaş yavaş “göç yolculuğuna” hazırlandı.

Bize bıraktıklarının tümü çok kıymetlidir fakat bence Türkçe’ye kazandırdığı yüzlerce kelime içinde en kıymetlisi “umut” kelimesidir.

“Umut” kelimesinin mucidi, “İnce Memed”in babasıydı.

Kelamın ustası, sözün büyücüsüydü.

Hayatı en güzel o anlattı. Sadece insanın değil; kuşun, böceğin, otun, ağacın hayatını da...

Tarık Günersel aynı cümleyi Mehmed Uzun ölünce kurmuştu, şairden desturla;

“Yaşar Kemal hayatını değil, hayat Yaşar Kemal’i kaybetti.”

Not: Bu portreyi yazarken en çok, en yakın dostu rahmetli Alpay Kabacalı’nın, “Bir Destan Rüzgarı, Fotoğraflarla Yaşar Kemal’in Yaşam Öyküsü” kitabından yararlandım. Onun da ruhu şad olsun!

BAKMADAN GEÇME