2019 yılının en iyi 15 filmi
2019'un sonuna yaklaştığımız şu günlerde yıl boyunca gösterime giren filmlerin en iyilerini seçtik... Önceki yıllarda sadece Türkiye'deki sinema salonlarında vizyona giren filmleri dahil ederdik seçkimize... Bu yıldan itibaren dijital platformların Türkiye dahil tüm dünyada abonelerine sunduğu filmleri de seçkimize dahil ediyoruz. İşte Habertürk sinema yazarı Mehmet Açar'a göre 2019 yılının en iyi 15 filmi!
15. Kefernahum
(Capharnaüm) Yönetmen: Nadine Labaki
12 yaşındaki Zain (Zain Al Rafeea), Beyrut'ta yaşayan yoksul bir ailenin çocuğu. Kendisini dünyaya getirdikleri için ailesinden davacı oluyor... Ama “Kefernahum”, “Beni niye dünyaya getirdiniz?” diye ailesine diklenen bir çocuğun filmi değil. Tam aksine, sızlanmaktan ziyade sonuna kadar mücadele eden bir çocuğun filmi... Hikâye açılıp, film ilerledikçe Zain'deki yaşama azmi ve kararlılığını daha net şekilde görüyoruz. Öyle ki, tüm bu direnç ve mücadele arzusu rahat koltuklarında film seyreden bizi kendimizden utandırıyor. Açılış sahnesinde gördüğümüz olaylar, şikâyetten ziyade Zain'deki isyan duygusunun tezahürü... Aslına bakarsanız, Zain'in en başından itibaren kendisi için bir şey istediği söylenemez. Onun için her şey kız kardeşinin çocuk yaşta evlendirileceğini anlamasıyla başlıyor.
“Kefernahum” gibi filmlerin çekimleri görünenden daha zordur. Gerçek mekânlarda çekim yapmak, amatör oyuncularla, çocuklarla çalışmak ve en önemlisi o sahicilik hissini yakalamak kolay değildir. Bir tür filminde yönetmen gerçekliği istediği gibi şekillendirerek seyirciyi etkisi altına alabilir. Görsel dünya kurmak için elinde birçok araç vardır... Böyle filmlerde ise yönetmenin tek şansı gerçeklik duygusunu sağlam şekilde inşa etmektir. Nadine Labaki'nin, bunu hakkını vererek yaptığı kesin.
14. Mirai
Yönetmen: Mamoru Hosoda
Yeni doğan kız kardeşini kıskanan ve kendini yalnız hisseden Kun, evin bahçesinden girdiği fantastik alemde dünyayı, zamanı ve aile bağlarını farklı bir bakış açısından görmeye başlar. Bahçe, zamanın lineer akışının kırıldığı bir yerdir. Orada geçmiş ve gelecek iç içedir... Kun, bahçede şimdinin ötesine geçerek bakmayı öğrenir zamana...Öte yandan, bahçede yaşadığı her deneyim, gerçek hayatındaki deneyimler tarafından tetiklenir... Annesiyle anneannesinin yaptığı bir konuşma, karıştırılan eski fotoğraf albümleri ve akıldan çıkmayan bazı resimler, fantastik alemde yaşadığı her şeyi önceden şekillendirip hazırlar aslında.
“Küçük Kardeşim Mirai” ailece hep birlikte seyredilmesi gereken filmlerden. Sadece kardeşi olan veya kardeş bekleyenlere değil, tüm çocuklara ve ebeveynlere hitap ettiğini düşünüyorum... Her şey bir yana, estetik açıdan, seyrederken kendinizi iyi hissettiğiniz güzel bir film... Senaryoyu kendi deneyimlerinden esinlenerek yazan iki çocuk babası yönetmen Mamoru Hosoda, Japon animasyon geleneğinin eski usul, naif el çizim tarzını çağdaş bir sinema diliyle buluşturmuş. Filmde harika kurgu geçişleri ve birbirinden güzel sahneler var...
13. Kod Adı: Hummingbird 7.5
(The Hummingbird Project) Yönetmen: Kim Nguyen
Bir milisaniyelik fark, çoğumuz için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ama finans ve ticaret dünyası için bazen milyonlarca dolar anlamına gelebilir. Film, o birkaç milisaniyelik fark için mücadele eden bir grup insanın hikâyesini anlatıyor.
“Kod Adı: Hummingbird”, başarının her şeyin üstünde tutulduğu Amerikan popüler kültüründe akıntıya karşı yüzmeyi deneyen bir film…
Bugünün dünyasında hız para anlamına gelebilir. Sistem yenemeyeceğiniz kadar büyük bir dev olabilir ama tüm bu oyunların dışında kalmanız da sizi çok mutlu edebilir. Film hayatın özünü görebilmemiz için çağımızı bir hastalık gibi kaplayan bu “hız – para döngüsü”nden çıkmamız gerektiğini ve kendi düşmanlarımızı kafamızda yarattığımızı söylüyor. Daha önemlisi, teknolojinin çağımızda uygarlıkla ya da hümanizmle değil parayla, sermayeyle kol kola ilerlediğinin altını çiziyor. “Kod Adı: Hummingbird”i sadece tüm bu düşündürdükleri için değil, aynı zamanda iyi yazılmış, iyi çekilmiş bir film olduğu için de sevdim. Jesse Eisenberg, Alexander Skarsgard ve Selma Hayek gerçekten çok iyiler…
12. Amerikan Soygunu
(American Animals) Yönetmen: Bart Layton
2004 yılında Kentucky eyaletinin Lexington şehrinde bulunan Transylvania Üniversitesi'nde yaşanan bir soygunun öyküsü... Kurmacayla belgeseli yan yana getirmeyi deneyen Bart Layton, hikâyesini anlattığı gerçek kişilerle yaptığı röportajları filmin sadece finaline değil her tarafına yerleştiriyor. Hiçbir sabıkaları olmayan, iyi aile çocuğu dört öğrencinin yaptıkları soygun planı akıl alır gibi değil. Senaryo olarak yazsanız, kimse inanmaz. Ama sonuçta hayat, bazen senaryo ve dram teorilerine uymayacak kadar acaip olabiliyor...
Evet, dördünde de bir soygun yapma arzusu var ama nedenleri belirsiz... “Amerikan Soygunu”, “kötü son”a doğru giden yolu kesin bir neden – sonuç ilişkisi içinde sunmak istemiyor.... Bart Payton, belgesel sahneler aracılığıyla bize kolay açıklamalar sunmak yerine olayların akışında rol oynayan anlık kararların önemini göstermek istiyor; kurmaca olanla aramıza bir mesafe koyuyor. Seyrettiklerimizin gerçekliğini sorgulamamızı sağlıyor... İçerdiği sinemasal haz duygusunu da ihmal etmemek gerek.
11. Avengers: Endgame
Yönetmenler: Anthony Russo ve Joe Russo
Filmin en çok sevdiğim yanı, bütün karakterlerin 22 filme yayılan hikâyelerini gayet güzel toparlaması oldu... Senaryo yazarları Christopher Markus ve Stephen McFeely gerçekten iyi iş çıkarıyorlar. Belki de bu yüzden, görkemli savaş sahnesini ısrarla sona saklamış; filmin çok büyük bölümünü karakterler arası ilişkileri işleyen sağlam bir dram olarak kurmuşlar. Karakterlerin psikolojisi, derinlemesine ele alınabiliyor filmde. Belki de hepsini iyi tanıdığımız için onlarla duygusal bağ kurmakta hiç zorlanmıyoruz. Karakterlerle kurduğum bu duygusal bağ, filmi sevmemdeki en önemli neden oldu. Karakterlerin sadece iyi yanlarını değil, zayıflıklarını, çaresizliklerini de hissediyoruz.
Thanos küresel ısınma, terörizm ve savaş gibi felaketlerin dünya nüfusunu dengeleyen olaylar olduğunu düşünen insansevmez biri. Bizimkiler ise büyük bir aile gibiler... Hepsi birbirine bağlılar. Yeniden savaşmalarındaki en büyük motivasyon, Thanos'u yenmek değil... Kaldı ki, bu kez dünyanın ya da evrenin düşmanı yok aslında. Tek istekleri, kaybettiklerini geri getirmek... İşte bu yüzden çok duygusal bir yanı var “Endgame”in... Ve o duygusallığın gerisinde tam 21 film duruyor...
10. Joker
Yönetmen: Todd Phillips
Arthur Fleck'i ilgiye değer kılan özelliği, uzun bir süre boyunca dertlerine çözüm araması... Ezilen biri ama çıkış yolu arıyor. Psikolojik sorunlarını reddetmiyor, iyileşmek istiyor. En önemlisi, onun da hayalleri var. Bir komedyen olmak istiyor... Özetle, Arthur Fleck “kötü adam” olmadan önce topluma uyum sağlamak için elinden geleni her şeyi yapıyor... Peki, toplum onu kazanmak için ne yapıyor?
“Bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür” denir. Bir toplum için de aynısını söylemek mümkün... Arthur Fleck, Gotham şehrinin en zayıf “halka”larından biri... “Joker”, politik bir film. Bir toplumun en zayıf halkalarını güçlendirmesi gerektiğinin altını çiziyor. Ezilenlerin öfkesinin gün gelip patlayacağını söylüyor... “Joker”, alt sınıfları kendi haline bırakmayı öneren neoliberal politikalara açıktan açığa karşı çıkıyor. Film, Batman ve Joker'in yıllardır süren kavgasına yeni bir yorum da getiriyor... Aralarındaki sınıfsal fark ilk kez bu kadar açık şekilde vurgulanıyor. Batman / Bruce Wayne sermayenin, Joker / Arthur Fleck ise sokaktaki ezilenlerin temsilcisi... “Joker”in en güçlü yanları, Joaquin Phoenix'in oyunculuğuyla Todd Phillips'in yönetmenliği...
9. Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında
(At Eternity's Gate) Yönetmen: Julian Schnabel
Bugüne kadar Van Gogh deyince aklımıza “anlaşılamaz olduğu için toplum dışı kalan yalnız sanatçı” gelirdi... Burada ise insanlarla iletişim ve ilişki kurmakta yaşadığı o müthiş çaresizlik öne çıkarılıyor. Van Gogh, Paris'in sisinden, griliğinden kaçarak geliyor Güney Fransa'ya... Doğada sonsuzluğu ve Tanrı'yı görüyor. Resim onun için tuvalin başında günlerini geçireceği uzun bir yaratım süreci değil. Resim onun için anlık duyguların bir yansıması... Önceki filmlerde resim tutkusunun onu toplumdan kopardığını hissederdik. Burada Van Gogh için resim, insanların dünyasına girmenin ya da onlara ulaşmanın yollarından biri aslında...
“At Eternity's Gate”, Van Gogh'un insani yönleri, ressamlığı ve eserleriyle kurduğu ilişkiler açısından bize yeni perspektifler sunan, zihin açıcı bir film. Yönetmen Schnabel, Van Gogh'un resimdeki “tek fırça hareketi” tekniğinin sinemadaki karşılığını arıyor sanki... Hareketli bir el kamerası kullanıyor. Sabitlenmeyen, sallanan ve bize sık sık Van Gogh'un gördüklerini gösteren bu kamera kullanımı, ressamın fırça darbelerini hatırlatıyor... Montaj ise bir çekimden diğerine sıçrayarak zaman algımızı bozuyor. Van Gogh'un iç dünyasına ve sanatına daha önce hiçbir filmin bu kadar yaklaştığını hissetmemiştim.
8. Acı ve Zafer
(Dolor y Gloria) Yönetmen: Pedro Almodovar
Filmin ana karakteri yönetmen Salvador Mallo (Antonio Banderas), iskelet ve kas hastalıklarıyla boğuşan huzursuz bir adam... Asıl sorunu, yalnızlık ve sürekli kendini dinlemek... Kendi başına kaldıkça hastalıklarına daha çok gömüldüğünün farkında değil. Öte yandan, nasıl bir film çekmek istediğini, sanatsal olarak hangi yöne ilerleyeceğini de bilmiyor. Aklında sürekli çocukluk yılları ve annesi var... Annesi, yaşlılık yıllarında bile Mallo'nun hayatının nirengi noktası aslında... Sürekli onu hatırlaması, anne şefkatini özlemenin ötesinde, ruhunu kurtarma isteğinin de bir yansıması...
“Acı ve Zafer”, yönetmenlerin kendi geçmişlerini anlattıkları filmlere pek benzemiyor. Daha mütevazi, sakin ve olgun bir hali var. Almodovar sahneleri, duyguları köpürtmek için uğraşmıyor. Üslupçuluğa sapmıyor. Her zamanki tarzını koruyor, hikâye anlatıcılığından vazgeçmiyor... Filmin bütününde bir sadelik, usta bir yönetmenin yılların ardından ulaştığı bir duruluk var... Film boyunca Almodovar'ın 70 yaşında olduğunu ve aslında kendi öyküsünü anlattığını hep hissediyorsunuz. Bu, filme ayrı bir derinlik ve hüzün katıyor. Antonio Banderas da anlatımın sadeliğine uyum sağlayarak, gösterişsiz ve duyarlı bir portre çiziyor.
7. The Irishman
Yönetmen: Martin Scorsese
Scorsese finale kadar “elini belli etmiyor” aslında... Daha doğrusu, meseleye nereden ve nasıl yaklaşacağını, “filmin kalbi”nin nerede olduğunu tam olarak açık etmiyor. Adeta yorum yapmadan hikâye anlatıyor... Neye, niye dikkat kesilmemiz gerektiğini bize bırakıyor... Ama Detroit operasyonuyla birlikte alt metinler netleşip derinlik kazanmaya başlıyor.
Scorsese son 40 dakikada filmini tempo olarak yavaşlatıyor, çekimlerin resimsel anlamını daha çok öne çıkarıyor ve genel planların sayısını artırıyor. Amacı bizi pasif bir takipçi olmaktan çıkarıp daha çok düşündürmeye yönlendirmek... Düşünceyle birlikte filme duygu da geliyor. Özellikle Sheeran'ın kızı Peggy'le olan ilişkileri, bir anda “filmin kalbi” olup çıkıyor...
“The Irishman” 1960'lardan 1980'lerin başlarına kadar uzanan tarihsel süreci bir tetikçinin gözünden anlatıyor ama asıl güç savaşları, Jimmy Hoffa, Bufalino Ailesi ve ABD hükümeti arasında geçiyor... Film, Nixon ve Watergate skandalına kadar uzanıyor ve tüm bunlar, bir döneme farklı gözlerle bakmamızı sağlıyor. Karakterlerin finalde geldikleri nokta itibarıyla trajedi duygusunun ağır bastığı bir film “The Irishman” ama Scorsese ironik yaklaşımını baştan sona hiç kaybetmiyor. Scorsese seyirciyi coşkun duygulara sürükleyen gösterişli bir filmden özellikle kaçınmış. Hikâyesine ve karakterlere odaklanmış... Sinema tarihinin en iyi organize suç filmlerinden biri...
6. Sarayın Gözdesi
(The Favourite) Yönetmen: Yorgos Lanthimos
Kraliçe Anne'in (Olivia Colman) Büyük Britanya'ya hükmettiği yıllarda geçiyor film. Anne, yürümekte zorluk çeken, hayatın keyfini çıkaramayan, hastalıklarla boğuşan bir kraliçe... Devlet yönetimi dahil her konuda Marlborough Düşesi Sarah'nın (Rachel Weisz) etkisi altında... Ama saraya hizmetçi olarak giren Abigail (Emma Stone), bunu değiştiriyor. Abigail ile Sarah, arzuları ve hedeflerinin ne olduğunu anlamakta hiç zorlanmadığımız karakterler... Kraliçe Anne ise Abigail ve Sarah'nın aksine ne istediğini kestiremeyen birisi. İktidarının sınırsızlığıyla bedeninin ve ruhunun sınırları arasında sıkışmış bir kadın... Onunkisi gerçek bir trajedi ve çaresizlik... Daha da acı olan, kendisini gerçekten kimin sevdiğini anlayamaması... Bir yanıyla, çocuk gibi... Sürekli sevgi ve oyun arayışında. Son yıllarda, filmlerde gördüğümüz en karmaşık ve çelişkilerle dolu karakterlerden biri...
Film anlatımıyla da öne çıkıyor. Olup bitenleri onların gözünden görsek de Lanthimos bizi üç karakterle de özdeşleştirmemeye dikkat ediyor. Yakın ve orta ölçekli planlarda genellikle alt açıları ve geniş açılı lensleri tercih etmesi de karakterlerle aramızdaki mesafeyi koruyor. Lanthimos içinde yaşadığımız dünyayı içgüdüler ve anomaliler üzerinden anlamaya çalışan bir hikâye anlatıyor bir kez daha... Lanthimos, iktidarı bir tür hastalık ve anomali olarak görüyor. Saraydaki yaşam da bu anomalinin uzantısı olarak aşırılıklar ve bayağılıklarla dolu...
5. Arakçılar
(Manbiki kazoku – Shoplifters) Yönetmen: Hirokazu Koreeda
Geçtiğimiz haftalarda, “Star Wars: Skywalker'ın Yükselişi”nin ortaya attığı sorulardan biriydi, aileyle kan bağının ilişkisi... Ama bu filmden aylar önce seyrettiğimiz “Arakçılar” aynı konuyu çok daha can alıcı ve derin bir yerden yakalıyordu. Aile bireyleri arasındaki çatışmaları filmlerinin merkezine koymaktan hiç çekinmeyen Koreeda, bu kez bir tür “alternatif aile”yi mercek altına alıyor, “Aile nedir?” sorusunu sürüyordu ortaya.
Aile, Koreeda'nın gözünde daha çok bir sevgi ve dayanışma bağıydı. Kan bağı ise sadece bir ayrıntı... Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye alan “Arakçılar”, dünyada 2018 yılının en iyi filmlerinden biri olarak kabul edildi. Türkiye'deki vizyonu ise 2019'un ocak ayında gerçekleşti ve basın gösterisi yapmayan bir şirket tarafından dağıtıldığı için tanıtımı epey yetersiz kadı... Ben de yoğun film trafiği nedeniyle ne yazık ki yazamamıştım... Ama hiç kuşkusuz yılın en iyilerinden biriydi. Görmeyenler kaçırmasın...
4. Parazit
(Gisaengchung) Yönetmen: Bong Joon Ho
Yoksulluk, geçim zorluğu ve ağır hayat şartları, sinema tarihinin neredeyse ilk yıllarından itibaren ele alınan vazgeçilmez temalar… “Parazit”in gücü, yeni bir bakış açısıyla yeni şeyler söyleyebilmesi… Bong Joon Ho, 2000’li yıllara ait başka tür bir yoksulluğu anlattığının fazlasıyla farkında… Sonuçta, her çağın, her dönemin kendine özgü yoksulluk ölçüleri var. Kim ailesinin yoksulluğu, geçim zorluğu kadar düşmüşlük ve dışlanmışlık halleriyle ilgili… Alışageldiğimiz tarzda bir yoksulluk psikolojisine sahip değiller. Filmde anlatılan sınıf mücadelesi, sadece ekonomik değil, psikolojik cephede de geçiyor… Tek mesele geçim ya da para değil. Gurur da bir sınıf mücadelesi nedeni…
Film, alt sınıfların modern dünyadaki en önemli sermayesinin zekâ ve özgüven olduğunun altını incelikle çiziyor. Dolayısıyla, ilk bölümü “zenginlerin parası, yoksulların zekâsı” diye özetlemek mümkün… İkinci bölümde ise öykü beklenmedik sulara doğru yol alıyor. Yoksullar zekâlarıyla elde ettikleri her şeyi biraz da kibirleri ve açgözlülükleri nedeniyle riske atıyorlar. Asıl sorun ise alt sınıfların kendi içlerindeki rekabetten kaynaklanıyor. Finalin karamsar ve çıkışsız olmasına itirazım yok. Alt sınıfların hayatını daha da kötüleştiren ekonomik krizler, işsizlik ve yoksulluk, gelişmiş ülkeler dahil tüm dünyanın sorunu... Sınıflar arasındaki farkların giderek keskinleşmesi, dünyanın geleceğine dair umutları azaltıyor... “Parazit” bu yanıyla, biraz da umutsuzluğun filmi...
3. Şüphe
(Beoning – Burning) Yönetmen: Chang Dong Lee
“Şüphe” anlamaktan ziyade hissedilecek filmlerden... Aslında seyrederken zihninizi zorlayan bir akış yok. Hikâye düz ve sakin akıyor. Gerçekçi, doğal ve sahici... Öte yandan, belirli bir noktadan sonra filmin gerçekçiliğine kuşkuyla yaklaşmanız mümkün. Filmin ana karakteri Jong-su bir “Dünya, benim için bir gizemdir” diyor... Tutkuyla bağlandığı Hae-mi de onun için bir gizem... Jong-su için cinsel arzu, belirsizleştikçe derinleşen bir duygu sanki...
“Şüphe”yi, Jong-su, Hae-mi ve Ben arasındaki sınıfsal ilişkiler üzerinden de yorumlamak mümkün. Dışarıdan bir aşk üçgeni gibi görünse de üçünün arasında daha karmaşık bir ilişki var. Jong-su ve Hae-mi, düzenli işi olmayan, para sıkıntısı çeken gençler... Ben ise para ve zaman sıkıntısı olmayan varlıklı biri... Hae-mi ve Jong-su'ya bir tür vampir gibi, içlerindeki hayat enerjisini, duygularının gerçekliğini emmek için yaklaşıyor sanki... Onlarda kendisinde olmayan “birşeyler” olduğunun farkında. Hae-mi, tuhaf, kafası karışık ama içten biri... Jong-su ise üçünün arasında en kıskanç ve arızalı olan kişi. Üçü de arzularının peşinden gitmeye çalışıyor ama aslında neyi arzuladıklarını bilmiyorlar. Görsel açıdan mütevazi bir film ama yönetmen Chang Dong Lee'nin her ayrıntıya kafa yorduğu, sahneleri çok iyi tasarlayıp çektiği kesin. O sakin akışın altındaki yoğun duyguları ve saplantıyı serinkanlı bir tarzda anlatmasını çok sevdim. Film boyunca ve filmden sonra zihnimizi çalıştırmasını da...
2. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi
(Portrait de la jeune fille en feu) Yönetmen: Céline Sciamma
Onsekizinci yüzyılda Fransa... Marianne (Noémie Merlant), bir ressam... Sistemin kadınların karşısına çıkardığı blokların arasındaki çatlaklardan sızmayı başarmış, görece ekonomik özgürlüğünü kazanmış biri... Héloise (Adèle Haenel) ise erkek egemen toplumun kadınlar için daralttığı yaşam alanlarında sıkışıp kalmış bir genç kız... “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” bir aşk filmi... Hem de son zamanlarda seyrettiğim en iyi aşk filmlerinden biri... Aynı zamanda özgürlük özlemine dair bir film... Tüm kadın karakterler düşünüldüğünde, alt metinlerde dönemin erkek egemen toplumunun manzarası çıkıyor ortaya. Feminist bir film olduğu da söylenebilir... Kadın dayanışmasına yapılan vurguyu da unutmamak gerek.
Belki çok iddialı bir öyküsü ya da konusu yok... Yasak âşk hikâyesini, sinemada ilk kez görmüyoruz. Ama öylesine iyi geliştirilmiş bir senaryo ve çarpıcı bir sinema duygusu var ki, hikâyeyi sanki ilk kez anlatılıyormuş gibi seyrediyoruz. Céline Sciamma, böylesi güçlü bir sinemaya nasıl ulaşıyor derseniz, öncelikle sadelik geliyor aklıma ve sinemanın resim sanatıyla kardeşliğini hiç aklından çıkarmayan kadrajları... Filmin içinde gördüğümüz resimler ne kadar anlamlıysa filmin içinden gelen müzikler de o kadar anlamlı...
1. Elveda Oğlum
(Di jiu tian chang - So Long, My Son) Yönetmen: Xiaoshuai Wang
Çin'in 1982'den 2016 yılına kadar uyguladığı tek çocuk politikasının sıkıntılarını ağır şekilde yaşayan bir çiftin 30 yıla yayılan hikâyesi... Bazı yönetmenlerin sinema duygusu çok güçlüdür. Biçimci, minimalist ya da üslupçu değillerdir. Sadece hikâyenin özündeki duyguya odaklanır, bütün filmi o duygu etrafında kurup şekillendirirler. Wang, filmini, onulmaz acıların etrafında kuruyor ama derdi, duygu sömürüsü yapmak değil. Tam aksine, özellikle filmin ilk yarısında her şeye uzaktan, belirli bir mesafeden bakmamızı istiyor. Telaşsız, sakin bir anlatımla bizi “filmin kalbi”ne doğru ağır ağır taşıyor...
Filmin en sevdiğim yanlarından biri, Çin'in yakın tarihini iddiasız bir tavırla, insanların gündelik hayatı üzerinden anlatmasıydı.. Wang, dönemin fabrikalarını, çalışma koşullarını, mütevazı işçi evlerini, gündelik hayatını özenli ve sağlam bir sinemayla getiriyor karşımıza... Zaman geçtikçe arka fonda Çin'in değişimi de geliyor karşımıza. Devletçi ekonominin son günlerinden piyasa ekonomisine geçişin sancıları, işlerini kaybedenlerin isyanı ve göz yaşları, geçip gidiyor gözlerimizin önünden... Finale doğru, bir zamanların yoksul komünist ülkesinin kapitalizmle birlikte yaşadığı zenginleşme ve gelişme, daha net şekilde görülür oluyor. Filmi seyrederken sinema sanatının bir ülkenin gayri resmi belleği olduğunu düşündüm bir kez daha... Çin'in tek çocuk politikasının yarattığı sorunlar üzerine yıllardır çok şeyler duyup okudum ama açıkçası hiçbiri bu film kadar derin iz bırakmadı...