Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema 2024’ün en iyi 20 filmi
        1

        AMERİKAN ROMANI
        (American Fiction)

        Percival Everett’in 2001’de yayımlanan ‘Erasure’ adlı romanından Cord Jefferson tarafından sinemaya uyarlanan ve yönetilen film, Jeffrey Wright’ın canlandırdığı Thelonious 'Monk' Ellison adlı bir yazarın öyküsünü anlatıyor. Monk, hedeflerine ulaşamamış, hüsrana uğramış bir romancıdır. Daha çok para kazanmak için siyah yazarlardan beklenen tarzda bir roman yazmaya karar verir. Yönetmen Cord Jefferson’ın ilk uzun filmi olan ‘Amerikan Romanı’, başta Jeffrey Wright olmak üzere oyunculukları, ele aldığı temalarda ulaştığı derinlik ve yeni bakış açısıyla dikkat çekiyor. Film, Monk ve ailesinin temsil ettiği rafine kültürün ABD’deki beyazlar tarafından görülmemesi, kabul edilmemesi üzerine kurulu. Çünkü ABD’nin kültür ve sanat hayatını belirleyen liberal elit beyazlar, Afrika kökenlileri ‘kenar mahalle, yoksulluk, eğitimsizlik, suç, uyuşturucu, şiddet ve silah’ ile ilişkili olarak görmek istiyorlar. Onlardan hep aynı mağduriyet hikâyelerini bekliyor; söz konusu anlatıları okuyarak, seyrederek, dinleyerek beyaz atalarının suçlarıyla yüzleşiyor ve vicdanlarını rahatlatıyorlar. Filmin ince mizah duygusu hayli eğlenceli. Monk’ın hayali yazar ‘Stagg’ olmaya çalıştığı anlar bir yana, asıl olarak filmdeki beyazlar ve onların ‘Fuck’ kitabıyla kurduğu ilişki çok güldürüyor. (Prime Video)

        2

        ANORA

        Sean Baker’ın yönettiği film, ilk bakışta daha önce benzerlerini çok seyrettiğimiz tanıdık bir hikâye anlatıyor gibi görünüyor. Ani diye bilinen Anora, New York’taki gece kulübünde Rusça bilen tek striptizci kız olması nedeniyle tanışıyor 21 yaşındaki Ivan ile. Rusça ve İngilizce konuşarak anlaştıkları ilk dakikalardan itibaren birbirlerine hızla yakınlaşıyorlar. Ivan’ın Las Vegas’taki evlilik teklifi sahnesine kadar olaylar, klişelerden uzakta ama tahmin ettiğimiz yönde gelişiyor. Ani ile Ivan güzel vakit geçiriyor, sürekli sevişiyor ve uyumlu çift olmanın tadını çıkarıyorlar. Film, asıl farkını, Ivan’ın Rusya’daki annesi ve babasının evlilikten haberdar olmasıyla birlikte başlayan olaylar zincirinde ortaya koyuyor. Anne babanın boşanmaları için bastırmalarıyla birlikte yeni bir Ani çıkıyor sahneye. Kolay teslim olmayan, kendini zayıf görmeyen, mağdur psikolojisine girmeyen, savaşçı ve güçlü bir Ani…

        3

        BİR SALYANGOZUN ANILARI
        (Memoir of a Snail)

        Üstesinden gelmesi zor acılar ve yalnızlık üzerine bir film seyrediyoruz. Doğar doğmaz annelerini kaybeden Grace ve Gilbert, tekerlekli sandalyeye mahkûm babaları Percy Pudel ile fakir ama mutlu bir hayat sürdürürler. Grace, biyolog olan annesinin uzmanlık alanına giren salyangozlara tutkuyla bağlıdır. Erkek kardeşi Gilbert, hayvan sevgisiyle öne çıkan, çocuk yaşta vejetaryen olan, şiddet ve kötülük karşısında pasif kalamayan bir çocuktur. Zaten başına ne gelirse, sessiz kalamamasından, kötülüğe tepki göstermesinden gelir. Okulda ne kadar kötü olaylar yaşarlarsa yaşasınlar, evde babalarıyla güzel vakit geçirirler. İki kardeş babalarını kaybetmeden önceki hayatlarının, bir çeşit cennet olduğunu anlamakta gecikmezler. Devlet ne yazık ki onları iki farklı aileye verir ve Grace ile Gilbert’ın yolları üzücü şekilde ayrılır. Üstelik ikisinin de yeni aileleriyle uyum kurmaları mümkün değildir. Adam Elliott’ın yazıp yönettiği stop-motion anmiasyon “Bir Salyangozun Anıları”, büyük acılara, yalnızlık duygusu ve sosyal uyumsuzluğa odaklanıyor. Ama aynı zamanda insanın kendine inanmasına ve sonuna dek teslim olmamasına dair bir film…

        4

        CAMBAZ
        (Longlegs)

        Filmin ana karakteri FBI Ajanı Lee Harker (Maika Monroe), güçlü bir altıncı hisse sahip olsa da görevlendirildiği seri katil soruşturmasında dedektiflik becerileri ve zekasıyla yaklaşıyor olaya. Şefinin beklentilerini boşa çıkarmıyor, soruşturmada önemli bulgulara ulaşıyor. Buna karşılık, alışageldiğimiz tarzda bir seri katil filmi seyretmiyoruz. Yönetmen Osgood Perkins, doğaüstünün giderek her şeye hâkim olduğu karanlık bir gizeme doğru sürüklüyor bizi. Diğer bir deyişle, seri katil öyküsünün içinden doğaüstü korku gerilim filmi çıkarıyor. Osgood Perkins, yönetmen olarak dikkat çekici bir çalışma koyuyor ortaya. Karanlık, ışık / gölge oyunları, hızlı kurgu, CGI kullanımı gibi farklı sinemasal araçları ölçülü kullanıp, abartılı korku şovlarına başvurmadan gerilimi yükseltebiliyor. Eski usul diyemeyeceğim sade, sakin ama seyircinin ilgisini elinden hiç kaçırmayan bir üslubu var Perkins’in.

        5

        CANAVAR
        (Kaibutsu)

        Japon yönetmen Hirokazu Kore-eda, 1995’ten beri ilk kez senaryosuna imza atmadığı bir filmle çıkıyor seyircilerin karşısına. Yuji Sakamoto’nun Cannes’da ödül kazanan senaryosu, kasaba okulunda yaşanan olayları üç karakterin cephesinden anlatıyor: Her şey oğlunun değişen davranışlarından rahatsız olan bir annenin olaydan sorumlu tuttuğu öğretmeni okul yönetimine şikâyet etmesiyle başlıyor. Yaşananları anne, çocuk ve öğretmenin gözünden ayrı ayrı izliyor; kimin doğru söylediğini kestirmeye çalışıyoruz. ‘Canavar’, sosyal yapının hastalıklarını içlerinde taşıyan yetişkinlerin çocuklarına verdikleri zararları anlatmasıyla öne çıkan bir film. Aslında bütün hikâye, iki çocuğun, önyargılardan uzakta özgürce kendi dünyalarını oluşturmaya çalışmaları üzerine kurulu. Ama karşılarındaki engeller sadece dış dünyadan gelmiyor. Kendi içindeki engeller ve önyargılarla da savaşıyorlar. Müzikler, filmin seyircilerle buluşmasından 2 ay önce hayatını kaybeden ünlü Japon besteci Ryuichi Sakamoto’ya ait. (MUBI)

        6

        DUNE: ÇÖL GEZEGENİ BÖLÜM 2
        (Dune Part Two)

        İlk filmdeki büyüme serüveni nasıl tam da istediği gibi sonuçlanmadıysa, ikinci filmde de benzer hayal kırıklıkları yaşar Paul Atreides. Sorumluluklar, gelenek, inanç, din ve feodalizm arasında sıkışıp kalır. Romanın ve filmin belki de en güçlü alt metinlerinden biridir birey olamamak… Feodalizm ve inanç sistemi, insanların birey değil kul olmalarını dayatır. Fremen’deki fundamentalistleri yakından tanımayız ama öncelikle hürriyetlerini ve gezegenlerinin kurtuluşunu istediklerini biliriz. Atreides’in birey olmasının önündeki asıl engel, onlar değil Bene Gesserit inanç sistemidir. Yönetmen Denis Villeneuve’ün senaryoda Chani’yi filmin en güçlü ve özgür ruhlu bireyi olarak konumlandırması, boşuna değildir. Annenin temsil ettiği bağlılık ve kendini adama düzeni ile Chani’nin birey olarak var olma düşüncesi, karşı karşıya gelir. Tam da buradan hareketle, ikinci filmi, Paul Atreides’in trajedisi olarak okumak olası. En azından, karakterin aydınlığa ve mutluluğa doğru ilerlemediği kesin. İkinci filmin bence en başarılı yanı, ‘beyaz kurtarıcı hikâyesi’nin ardındaki gerçekleri bize net olarak göstermesi. Bir yanda özgürlük isteyen Fremenler, diğer yanda Fremenler dahil herkesi kullanmaya hazır güç ve iktidar peşindeki beyaz sömürgeciler var. Paul işte böylesi karanlık bir sömürgeci tezgâhı içinde kaybediyor gençliğini, masumiyetini.

        7

        EMILIA PEREZ

        Jeneriği takip eden ilk sahneden itibaren yönetmen Jacques Audiard’ın filmi keyif verici bir görsel ve işitsel deneyim olarak planladığını hissediyoruz. “Meksika ve müzik” filmin iki önemli bileşeninden biri… Tüm filmin, Meksika gerçeğini bir müzikalle yakalama çabası olduğunu öne sürmek olası. … Film, karteller arasındaki çatışmalara kurban giden ve adli kayıtlara “kayıp” olarak geçen sayısız insanın varlığına dikkatimizi çekiyor; sorunun ne kadar derin ve vahim olduğunu ortaya koyuyor. Ama asıl hikâye bir insanın değişme ve yeni bir hayat kurma özlemi üzerine kurulu… Film, “Bir insanın günahlarla dolu geçmişinden tümüyle kurtulması, yeni bir hayat kurması mümkün müdür?” sorusunun yanıtını arıyor. Filmin feminist alt metnini unutmamak gerek. Audiard, Meksika’daki şiddet döngüsünün eril niteliğine vurgu yapıyor. Kötülüğün kaynağı olarak erkeklik kültürü ve şiddeti gösteriyor. “Emilia Pérez”, biçimci bir müzikal denemesi olmasına karşılık özellikle Meksika’daki sosyal olaylar konusunda gerçekçi bir yaklaşıma sahip. (MUBI)

        8

        EXHUMA

        Park ailesinin ABD’de sürekli ağlayan bebeğinin iyileşmesi için Güney Kore’de açılması gereken bir ata mezarı vardır. Ritüeli şaman Lee Hwa-rim (Kim Go-eun) yönetecek, mezarı ise toprak konusunda uzmanlaşmış Feng Shui ustası Kim Sang-deok (Choi Min-sik) açacaktır. Mezarı görür görmez ikisi de bunun sıradan bir iş olmadığını anlarlar. Hwa-rim’in ‘Ben şamanın her şeyi çözerim’ hırsı olmasa, Sang-deok kibrine yenilmese ve asıl önemlisi, ikisi de Park ailesinden alacakları paraya odaklanmasalar, belli ki işi kabul etmeyecek ve en doğrusunu yapacaklar ama mezarın açılmasıyla birlikte her ikisinin de kontrol etmekte zorlandığı doğaüstü olaylar peş peşe gelmeye başlıyor. Sadece Park ailesinin değil, mezarın açılıp tabutun çıkarılmasında payı olan herkesin hayatı tehlikeye giriyor. ‘Exhuma’nın en güçlü ve özgün yanı Hwa-rim ile Sang-deok’un uzmanlıkları üzerinden gelen folklorik altyapı... Şaman Hwa-rim’in düzenlediği detaylı ritüeller, Sang-deok’un Feng Shui kökeni, filmin katmanlarını zenginleştiriyor. Daha önemlisi, bunlar bizi filmin alt metinlerine doğru götürüyor. Çünkü mezar, en başından itibaren Kore tarihinin metaforu aslında…

        9

        FURIOSA: BİR MAD MAX DESTANI
        (Furiosa: A Mad Max Saga)

        Öyküyü şekillendiren ilk duygu Furiosa’nın özgürleşme ve Yeşil Diyar’a dönerek gerçek kimliğini bulma arzusu ise ikinci duygusu, hiç bitmeyen mücadele azmi ve cesareti… ‘Fury Road’dan amacına ulaşamadığını ama daha iyi bir dünya fikrinden vazgeçmediğini bildiğimiz Furiosa, bu filmde savaşarak, teslim olmayarak kişiliğini bulan bir kahraman. Güçlü kadınların savaşmaktan kaçınmadığı bir ortamda yetiştiği belli. Ayrıca çocuk yaştan itibaren kendi kendine yetmesini bilen biri Furiosa. Film boyunca kurtarıcı erkeğe ihtiyaç duymadan her koşulda başının çaresine bakabildiğine tanık oluyoruz. Büyüyor, olgunlaşıyor ama alışageldiğimiz tarzda bir büyüme hikâyesi seyretmiyoruz. Dementus’un (Chris Hemsworth) yanında yaşadıkları, onu çok kısa sürede çocukluktan çıkarıyor. Ölümsüz Joe’nun (Lachy Hulme) kalesine düştüğünde, önceliğini haremden kurtulmaya vermesi ve yaptığı plan, çocukluktan çoktan çıktığının kanıtı gibi. Kaledeki hayatı için yaptığı tüm tercihler, kendi başına ayakta durmak ve hiç kimseye muhtaç olmamak üzerine kurulu. Kalede geçirdiği yılların ardından Anya Taylor-Joy olarak karşımıza çıktığında, ‘Mad Max: Fury Road’ filminin başında tanıdığımız Imperator Furiosa; yani Ölümsüz Joe’nun savaşçılarından biri değil henüz. Kat etmesi gereken çok yol var belki ama içindeki öfkeyi, kararlılığı fark etmemek imkânsız.

        10

        GERİDE KALANLAR
        (Holdovers)

        Film, 1970’li yıllarda New England’daki bir yatılı okulda geçer. Okulda pek sevilmeyen huysuz tarih öğretmeni Paul Hunham (Paul Giamatti), Noel Tatili’nde gidecek yeri olmayan 5 öğrenciye refakat etmek için okulda kalır. Diğer 4 öğrenci birkaç gün içinde “helikopterli zengin baba” tarafından okuldan götürüldükten sonra annesinden sözlü izin alamayan Angus (Dominic Sessa) tek başına kalır. Hunham’ın da hoşuna gitmeyen bir durumdur ama koşullara ve birbirlerine katlanmak zorundadırlar. Oğlunu Vietnam Savaşı’nda kaybeden Mary (Da’Vine Joy Randolph) de onlara yemek pişirmek zorundadır. Üçü de farklı nedenlerden yalnız ve mutsuzdur. Noel’i bir arada geçirme konusunda isteksiz olsalar da birbirlerini sevebileceklerini bilirler. ‘Geride Kalanlar’ı farklı kılan yanlarından biri tam da bu galiba... Dolayısıyla, ‘birbirlerini süreç içinde sevmeyi öğrenen uyumsuzlar’ klişesini ısıtıp önümüze çıkaran bir film seyretmiyoruz. Üçünün de iyi anlaşabileceğini, birbirlerine kötülük yapmayacağını seziyoruz. İşte tam da bu nedenle, Angus isyankâr ergene, Hunham ise çarnaçar ona katlanmak zorunda olan ebeveyne dönüşüyor. Angus Mary’nin gerektiğinde kendisini destekleyecek ‘geçici anne’ konumuna geçeceğini biliyor.

        11

        GODZILLA MINUS ONE
        (Gojira -1.0)

        Godzilla en başından beri Japonya’nın yaşadığı nükleer felaket travmasıyla ilgilidir. Radyasyonla güçlenen, atom bombasının sonucu olarak ortaya çıkan bir canavardır. Atom bombasıyla radyasyon yüklenip daha da saldırganlaştığı; savaş sonrası ABD ve Sovyetler Birliği’nin yaptığı her nükleer denemenin onu güçlendirdiği bellidir. Dikkat çekici nokta, Godzilla’nın Japonya’nın teslim olmasıyla ülkenin başına bela gibi dikilmesidir. Godzilla’ya karşı verilen mücadelenin ardında Japon militarizminin değil; bilimsel yaklaşımın, mühendisliğin, disiplinin, sivil toplum ve direniş ruhunun olduğunu görürüz. İnsan hayatına değer vermeyen eski zihniyetin aksine, yaşamı savunan bir harekete dönüşür mücadele. Filmi yazıp yöneten Takashi Yamazaki’nin, Godzilla’ya karşı verilen mücadele ile Japonya’nın savaş sonrası gerçekleştirdiği ekonomik mucize arasında bağ kurduğu öne sürülebilir. Japonya yapımı ‘Godzilla Minus One’ hikâyesi, karakterleri ve alt metinleriyle çok sağlam bir film. Ayrıca bizi ilk Godzilla filmlerinin havasına götüren bir yanı da var. Düşük bütçeyle gerçekleştirilen özel efektlerinin Hollywood profesyonelleri tarafından hayranlıkla karşılandığını ve önemli rakiplerini geride bırakıp Oscar kazandığını not edelim. (Netflix)

        12

        HEMME’NİN ÖLDÜĞÜ GÜNLERDEN BİRİ

        Murat Fıratoğlu’nun yazıp yönettiği ilk uzun konulu film, sıcak bir yaz gününde domateslerin tuzlanarak güneşin altına serildiği düzlükte açılıyor. İşçi Eyüp, ustabaşı Hemme ile kavga ediyor ve o kadar öfkeleniyor ki eve gidip silahını alıyor. Dramatik yapısını basit şekilde şöyle özetleyebileceğim bir hikâye bu aslında. Kötü adam: Eyüp’ün içindeki öfke… İyi adam: Siverek’teki gündelik hayatın içinde saklanan şiir… Murat Fıratoğlu da işte bu şiirin peşine düşüyor. Upuzun sıcak yaz öğlesi, günbatımına doğru ilerlerken Eyüp, sürprizlerle dolu Siverek’in dar sokaklarında, gül bahçelerinde, üzüm bağlarında hayatın o sözlere dökülmeyecek benzersiz sihriyle karşılaşıyor. Hayat şiire dönüşüp Eyüp’ün içindeki öfkeye karşı adeta savaşıyor. Ama Eyüp geçip giden saatler içinde sadece sevgiyi, sabrı, güzelliği, tutkuyu değil; hüznü de yoğunluğuna yaşıyor. Hayatı boyunca kaçırdığı trenler bir yana “çocuk kafası”nın güzelliğinden çok erken yaşlarda koptuğunu hatırlamak zorunda kalıyor. Ayrıca aç gözlülük, nobranlık, görgüsüzlük ve kötülük de çıkıyor karşısına. Filmde günlük hayatın şiiri ile paralel akan başka bir şey daha var: Günlük hayatın içindeki ironi… Karpuz sahnesiyle başlayıp sürüp giden bir mizah duygusu bu…

        13

        HIT MAN

        Richard Linklater, ‘Hit Man’i, 2001 yılında Texas Monthly dergisinde yayımlanan Skip Hollandsworth imzalı bir makaleden Glen Powell ile birlikte sinemaya uyarladı. Film hayali değil, gerçek bir karakter olan Gary Johnson’ın yaşam öyküsünden esinleniyor ama alışageldiğimiz tarzda bir biyografi filmi beklemiyor bizi. Linklater - Powell ikilisinin senaryosunda hayal gücü ve kurmaca öğeleri, Gary Johnson’ın gerçek yaşam öyküsünün çok ötesine geçiyor. Baştan sona ilgiye değer sürükleyici bir hikâyeye sahip olan ‘Hit Man’, her şeyden önce karakter odaklı bir suç filmi. Richard Linklater, Gary’nin yaşadıkları üzerinden yetişkin bir insanın kişilik değiştirip değiştiremeyeceğini sorguluyor. Linklater’ın önümüze sürdüğü ikinci soru, bir insanın aşk uğruna neleri göze alabileceği… Bir tetikçi filmi olarak tanımlamak çok kolay değil. Belki ‘içinde gerçek tetikçinin olmadığı bir tetikçi filmi’ diye nitelemek mümkün. Hikâyesinde kara film motifleri olsa da Linklater, ‘Hit Man’i ironik yanı ağır basan; kasvetten karanlıktan uzak, eğlenceli, aydınlık bir kara komedi tonunda çekiyor.

        14

        İLGİ ALANI
        (The Zone of Interest)

        Film, II. Dünya Savaşı sırasında Yahudi soykırımının sistematik olarak uygulandığı toplama kampı Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss (Christian Friedel), eşi Hedwig (Sandra Hüller) ve beş çocuğunun hayatını ‘gözlemleyen’ bir film. ‘Anlatan’ değil gözlemleyen diyorum; çünkü film, Höss ailesinin gündelik hayatı üzerinden asıl olarak soykırımı anlatıyor. Kamera kampa asla girmiyor ve içeride olan hiçbir şeyi açıkça göstermiyor ama soykırım sürekli olarak kendini hissettiriyor. Kamptan gelen sesler film boyunca pek kesilmiyor. Ama duvarların dışında olup bitenler, en az içerden gelen sesler kadar soykırımın dehşetini hissettiriyor. Kamp komutanı Rudolf Höss’ün mesai saatleri içinde soykırım, bir ‘iş’ veya ‘iş planı’ olarak çıkıyor karşımıza. Yaptığı görüşmeler, yazışmalar ve girdiği toplantılarda soykırım, bazen gaz odası mühendisliğine bazen aşılması gereken teknik sorunlara, bazen lojistik operasyonların planlamasına indirgeniyor. Son bölümde, Nazilerin yeni katliam planının başına getirilen Höss’ün duyduğu şevk ve ‘mesleki heyecan’ mide bulandırıyor. Eşi Hedwig’in, kampta olup bitenlerle en ufak bir sorunu olmaması, çocuklarını orada büyütmekte hiçbir sakınca görmemesi, Hitler’e ve Nazi ideallerine bağlılığı, Almanya’da o yıllarda neden böylesi bir soykırımın yaşandığının dolaylı yanıtı aslında… (Prime Video)

        15

        MÜKEMMEL GÜNLER
        (Perfect Days)

        Sadece kasetlerden müzik dinleyen, evinde interneti olmayan, akıllı telefon kullanmayan, yanında eski usul fotoğraf makinesi taşıyan Hirayama (Koji Yakusho), Tokyo’da çalışan bir tuvalet temizlikçisidir. Dijital çağın nimetlerinden uzak durma kararını ne zaman, nasıl ve hangi koşullar altında aldığını hiç öğrenemeyiz. Filmin sonunda Hirayama ile ilgili emin olduğumuz tek şey, hayatındaki ‘fazlalıklar’dan kurtulmak istediğidir… Mutluluğun sırlarından birinin beklentisizlik olduğunu çözmüş biridir. Sadece maddi değil, manevi beklentilerden de arınmış görünür. Günlerinin, haftalarının birbirine benzemesinden rahatsız olmadığı, hayatında hareket, heyecan aramadığı bellidir. Şehirde yaşasa dahi ağaçları, bitkileri, gün ışığını, rüzgârı, yağmuru hissetmek; hayatın ve doğanın bir parçası olmak ona yeter. Onun iç huzurunda bizi de rahatlatan bir şey vardır. Ama sadece mutluluğun ve iç huzurun filmi değil ‘Mükemmel Günler’. Aynı zamanda, finaldeki göz yaşlarının filmi… Geçmişte yaşanan acıların, geç gelen keşiflerin ve kaybedilen zamanın verdiği hüznün filmi. Öte yandan, 1968 kuşağından, ‘analog çağı’ndan gelen yönetmen Wim Wenders’in 21. Yüzyıl’ın baş edilmesi güç acımasızlığı üzerine çektiği bir film seyrediyoruz. Bana sorarsanız, filmin gizli antagonisti içinde yaşadığımız çağ… (MUBI)

        16

        ÖĞRETMENLER ODASI
        (Das Lehrerzimmer)

        Okul idaresi, öğretmenler, öğrenciler ve velilerin karşı karşıya geldiği çatışma alanlarının keşfine çıkan, sosyal huzursuzlukları eğitim kurumları üzerinden anlamaya çalışan bir film… Orta okul öğretmeni Carla Nowak (Leonie Benesch), okulda uzun süredir devam eden hırsızlıklar nedeniyle haksız yere suçlanan öğrencisini korumak için bir plan yapar. ‘Belirli ölçülerde’ hedefine ulaşır ama sorun çözülmez. Aksine, daha da kötüleşir. Carla hırsızı yakalamak için seçtiği yöntemin ve anlık öfkeye kapılarak yaptığı suçlamanın beraberinde birçok vahim sorun getireceğini çok geç anlar. Doğru zamanda doğru müdahaleyi yapmayan müdürün de katkısıyla olaylar içinden çıkılmaz hale gelir. Film, ‘Hırsız kim?’ veya ‘Neden çalıyor?’ sorularıyla hiç ilgilenmez. Her şey olayların sonuçlarıyla ilgilidir. Toplumu bir arada tutması gereken etik, ahlak gibi değerler; insan hakları, basın özgürlüğü, sansür karşıtlığı, ırkçılık, ayrımcılık dahil tüm politik doğruculuk idealleri, insanların karşı tarafı ezmek ve üstün konuma geçmek için kendi lehlerine istedikleri gibi kullandıkları kavramlar olup çıkar. Alman yapımı filmde İlker Çatak, okulun çağımızın tüm sosyal hastalıklarını içinde barındırdığını incelikle vurgular.

        17

        PRISCILLA

        Priscilla Presley’in 1985’te yayımlanan otobiyografik kitabı ‘Elvis and Me’den filmin yönetmeni Sofia Coppola ile Sandra Harmon tarafından uyarlanan ‘Priscilla’, birkaç sahne hariç Elvis Presley’in müziğine, performanslarına yer vermeyen bir film… Coppola, Elvis’i sahne personasından, şarkılarından izole etmek ve ona sadece Priscilla’nın gözünden bakmak istiyor. ‘Priscilla’, Elvis’in içindeki ataerkil, bağnaz, yer yer baskıcı olabilen ve ergenlik çağından tam çıkamamış tutucu erkeğin keşfine çıkan bir film. Elvis’in Priscilla’dan istediği hep aynı: Evde onu beklemesi; çocuğunu büyütmesi, kendisine itaat etmesi… Çoğunlukla yumuşak başlı, sevecen biri gibi görünüyor ama öfkesini kontrol edemediği anlar da var. Elvis, kendini kral; Graceland’ı sarayı olarak görüyor ama Priscilla’nın kraliçe olup olmadığı belli değil. ‘Priscilla’, adından da anlaşılabileceği gibi Priscilla’nın hikâyesini, değişim sürecini anlatıyor. Filmin asıl meselesi, Elvis’in baskın kişiliğine karşı Priscilla’nın kendini bulma çabası… Ana karakteri Priscilla’ya eleştirel yaklaşan film, melodram tarzında ‘resmi biyografi’ estetiğinin alıp başını gittiği günümüz sineması için kayda değer bir çaba. (MUBI)

        18

        SARARMIŞ YAPRAKLAR
        (Kuolleet lehdet)

        Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki, dramatik fazlalıklardan arındırılan, sadece öze odaklanan düz ve yalın öyküler üzerinden ilerleyerek zor durumlara düşen karakterlerinin mutluluk arayışlarını anlatır filmlerinde. ‘Sararmış Yapraklar’da da durum çok farklı değil. Bu kez Helsinki’de yaşayan iki emekçinin talihsizliklerle ilerleyen aşk hikâyesini seyrediyoruz. İlk tanıdığımızda Ansa (Alma Pöysti) süpermarkette, Holappa (Jussi Vatanen) inşaatta çalışıyor. Maddi açıdan ikisi de çok az şeye sahip. Holappa şantiyedeki yatakhanede kalırken; Ansa’nın en azından başını sokacak küçük bir evi var. İlk olarak karaoke barda görüp süzüyorlar birbirlerini ama girişken, konuşkan insanlar olmadıkları için tanışamıyorlar. Sonra araya çeşitli talihsizlikler giriyor. Holappa’nın alkol sorununun aralarındaki potansiyel engellerden biri olacağını en baştan seziyoruz. Filmin görüntüleri, yalnızlık, aşk ve hüzün duygularını ne kadar iyi anlatıyorsa, diyalogları da o denli rafine bir mizahı yansıtıyor. Kaba komediden ve güldürme çabasından arındırılmış zekâ dolu bir ironi, tüm filme hükmediyor. Filmin iki ana karakteri mutlu olmak için çok fazla şeye ihtiyaç duymuyor. Yemek, barınak gibi temel gereksinimleri dışında arkadaşlık, sevgi, dayanışma, paylaşım arıyor; mutluluklarını, hüzünlerini, duygularını şarkılarla yaşıyorlar. (MUBI)

        19

        SEVGİLİM KAÇ
        (Strange Darling)

        Finaldeki epilog dahil altı ayrı bölümden oluşan filmi yazan ve yöneten JT Mollner “nonlinear” diye adlandırılan hikâye anlatma tarzını tercih ediyor. Filme, hikâyenin üçüncü bölümüyle başlıyor; beşinci bölüme atlıyor ve üçüncü sekansta her şeyin başına dönüyor. Dördüncü ve ikinci bölümlerin ardından iki ardışık sekansla hikâyesini sona erdiriyor. Karışık gibi görünebilecek bu sıçramalı zaman akışı, filmi seyrederken mükemmel bir hikâye anlatımına dönüşüyor. Merak ve gerilim unsurunu sürekli ayakta tutması bir yana filmin ruhunu yansıtan, alt metni şekillendiren bir hikâye kurgusu bekliyor seyirciyi. Kafa karıştırmıyor, tam aksine zihni açıyor. Mollner, film boyunca isimlerini öğrenemediğimiz kadın (Willa Fitzgerald) ve erkek (Kyle Gallner) karakterlerinin bakış açısını değişken olarak kullanıyor. Filmin kırılma noktaları, bakış açımızın aniden değiştiği o kritik anlarla ilgili…

        20

        ZAVALLILAR
        (Poor Things)

        Viktorya Dönemi Londra’sında açılan filmin özellikle Londra sahneleriyle ‘steampunk’ olarak adlandırılan bilimkurgu alt türüyle yakın akrabalık taşıdığı söylenebilir. Bella’yı ilk gördüğümüzde ‘Doktor Frankenstein ve canavarı’ hikâyesinin tuhaf şekilde tersine döndüğünü görüyoruz. Bella’nın ‘God’ (Tanrı) diye seslendiği Doktor Godwin, dikişlerle dolu yüzüyle Frankenstein’ın canavarını andırırken laboratuvarda hayat bulan Bella ise düzgün ve sağlıklı fiziğiyle öne çıkıyor. ‘Zavallılar’, özünde Bella’nın büyüme ve olgunlaşma öyküsünü anlatan bir film. Benzerlerinden en farklı yanı, Bella’nın geleneksel aile ortamında büyümeyen, çocukluğunda toplum tarafından şekillendirilmeyen bir kadın olması… Bella, ‘medeni dünyayı’ deneme yanılma yöntemiyle keşfediyor. Toplumun kurallarına uyum sağlamaktan ziyade içinden geldiği gibi hareket etmeyi tercih ediyor. Bella’nın karakter değişim eğrisi, farklı aşamalardan geçiyor. Cinsel hazzı keşfetmesi, hayatındaki ilk dönüm noktalarından biri. Utanma duygusuna sahip olmaması, belki en ayrıştırıcı özelliği; bu sayede toplumun baskısından uzakta kendini ve dünyayı özgürce keşfedebiliyor. (Disney Plus)

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ