Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Kültür-Sanat Sinema Cannes’da kazanan en iyi 10 Amerikan filmi
        1

        MARTY (1955)

        İtalyan kökenli kalabalık bir aileden gelen 34 yaşındaki Marty Piletti (Ernest Borgnine), hayatını kasaplık yaparak kazanır. Herkesin sevdiği biridir ama utangaç olduğu için kadınlara yaklaşma konusunda sorunları vardır. Bir cumartesi gecesi annesinin zorla gönderdiği dans partisinde hayal kırıklığı yaşayan fen öğretmeni Clara (Betsy Blair) ile tanışır ve bu olay ikisinin hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Delbert Mann’ın ilk kez yönetmenlik yaptığı film, gerçekçi tarzıyla öne çıkan duygusal bir dram. Cannes’da adı Altın Palmiye olarak değiştirilen ödülü kazanan ilk film olmasının yanı sıra Akademi Ödülleri’nde de çok başarılı oldu. En iyi film ve yönetmen ödülleri bir yana, Paddy Chayefski’ye senaryo, Ernest Borgnine’e erkek oyuncu dallarında Oscar kazandırdı.

        2

        CEPHEDE EĞLENCE (1970)
        (M*A*S*H)

        Kore Savaşı sırasında geçen film, cephe gerisine kurulmuş seyyar bir hastanede geçer. Hastanede işlerini mükemmel şekilde yapan birbirinden iyi doktorlar çalışır ama en önemli özellikleri her şeyi eğlenceye çevirmektir. Vazgeçilmez olduklarını çok iyi bildikleri için askeri disipline hiç aldırış etmezler. Vatanseverlik ve kahramanlık edebiyatından uzak dururlar. Özetle kimse söz geçiremez onlara. Evinden çok uzakta savaşan askerlerin sağlığı ve hayatından başka hiçbir şeyi ciddiye almazlar. Richard Hooker’ın 1968’de yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan filmde başrolleri Donald Sutherland, Tom Skerritt ve Elliott Gould paylaşır. Robert Altman’ın yönettiği film gişelerde öylesine başarılı olur ki daha sonra bir televizyon dizisi haline getirilir.

        3

        SCARECROW (1973)

        Yeni Hollywood olarak da adlandırılan 1970’lerin gerçekçi Amerikan sinemasının simge filmlerinden biri… Jerry Schatzberg’in yönettiği film, boşta gezen iki işsiz güçsüz erkeğin yaptığı bir yolculuk üzerine kurulu. Çabuk sinirlenen kavgacı Max Millan (Gene Hackman) dolandırıcılıktan hüküm giymiş eski bir mahkûm. Francis Lionel (Al Pacino) ise eski bir denizci... California yolunda tanışan ikili, kısa sürede anlaşıp kaynaşıyor ve Pittsburg’ta birlikte bir otomobil yıkama işi kurmaya karar veriyorlar. Gösterime girdiğinde gişelerde başarılı olmayan film, bugün bir klasik olarak anılıyor. 1964 – 1975 arasında adı yeniden Büyük Ödül olarak değiştirilen festivalin en iyi film ödülünü İngiliz yapımı “The Hireling” ile paylaştığını not edelim.

        4

        THE CONVERSATION (1974)

        Michelangelo Antonioni'nin “Cinayeti Gördüm”ünden esinlenen film, kaydettiği sesleri yeniden dinlerken takip ettiği iki kişinin cinayete kurban gittiğinden kuşkulanan ve ahlaki bir ikilem yaşayan Harry Caul'un (Gene Hackman) hikâyesini anlatıyor. Watergate Skandalı'nın patladığı, ABD'nin siyasi komplo teorileri ve derin devlet endişesiyle yaşadığı bir dönemin paranoyak politik iklimini yansıtan harika bir film... Francis Ford Coppola’nın yönettiği filmde, yıllarca insanları gizlice dinleyip, seslerini kaydeden Caul'un kendisini dinleyen mikrofonu aradığı final sahnesi akıllardan çıkacak gibi değil. Steven Spielberg'in de “The Sugarland Express” ile Altın Palmiye için yarıştığı jürinin başkanı Fransız usta yönetmen Rene Clair'di.

        5

        TAXI DRIVER (1976)

        Sinema tarihinde popüler kültüre damga vurmayı başarmış böylesi alternatif filmlere rastlamak zordur. Robert De Niro'nun canlandırdığı Vietnam gazisi Travis Bickle, aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ sinema tarihinin en unutulmaz anti - kahramanlarından biri. Geceleri New York sokaklarında taksi şoförlüğü yapan ve “şehri temizlemek” isteyen Bickle'ın hastalıklı zihnini anlamak hiç kolay değil ama yönetmen Martin Scorsese, 2 saatliğine onun cephesinden dünyaya bakmayı gerçekten ilgiye değer ve son derece sinemasal bir deneyim haline getiriyor. Jüri başkanının Amerikalı oyun yazarı Tennessee Williams olduğunu da belirtelim.

        6

        KIYAMET (1979)
        (Apocalypse Now)

        Cannes Film Festivali'ne son anda yetiştirilen 153 dakikalık bu görkemli filmde Coppola, Joseph Conrad'ın “Karanlığın Yüreği” adlı romanını Vietnam Savaşı'na uyarlıyor. Yüzbaşı Willard (Martin Sheen), ordusuyla birlikte Kamboçya sınırına çekilen ve kontrolden çıkan Albay Kurtz'u (Marlon Brandon) ararken, savaşın ve Amerikan militarizminin gerçek yüzüyle karşılaşıyor. Tüm zamanların en iyi savaş filmlerinden biri... Başkanlığını Fransız yazar Françoise Sagan'ın yaptığı jüri, Altın Palmiye'yi “Kıyamet”le Alman yönetmen Volken Schlöndorff'un “Teneke Trampet” filmleri arasında paylaştırmıştı. Terence Malick'in “Days of Heaven”ı da yarışmadaydı.

        7

        ALL THAT JAZZ (1980)

        “Sweet Charity”, “Cabaret” gibi filmleriyle tanıdığımız yönetmen ve koreograf Bob Fosse, otobiyografik nitelikler taşıyan filminde, hikâyenin odağına Roy Scheider'ın canlandırdığı yönetmen ve koreograf Joe Gideon'u koyar. Gideon, nerdeyse ölümüne çalışan iflah olmaz bir işkolik ve ilaç bağımlısıdır. Film Gideon'un geçmişiyle bugünü arasında gidip gelen hikâye kurgusunu modern bir müzikal estetiğiyle buluşturur, hayal gücüne özgürlük tanır. Gideon'un hayal dünyasında ölüm meleği Angelique'le yaptığı konuşmalar akılda kalıcıdır. 1987'de 60 yaşında kaybettiğimiz Bob Fosse'nin en iyi filmlerinden biridir kuşkusuz. Başkanlığını Kirk Douglas'ın yaptığı jüri, doğru bir kararla Altın Palmiye'yi o yıl “Kagemusha” ile “All That Jazz” arasında paylaştırır. Hal Ashby'nin “Being There” ve Alain Resnais'nin “Amerikalı Amcam” gibi filmlerinin de yarışmada olduğunu hatırlatalım.

        8

        SEKS YALANLARI (1989)
        (Sex, Lies & Videotapes)

        1990’lı yıllarda yükselişe geçen Amerikan bağımsız sinemasının önünü açan filmlerden biri olarak anılır. 1.2 milyon dolar bütçeyle gerçekleştirilen film, gişelerde ulaştığı 36.7 milyon dolar hasılatla Hollywood’un dikkatini bağımsız sinemacılara çeker. Filmi yazan ve yöneten 26 yaşındaki Steven Soderbergh, Altın Palmiye’yi kazanan en genç sinemacı olarak tarihe geçer. Film, kadınlarla fiziksel ilişki kurmak yerine onlarla seks hayatları üzerine videolu röportajlar yapmayı tercih eden Graham Dalton’ın (James Spader) hikayesini anlatır. Graham, uzun süredir görmediği eski arkadaşı John (Peter Gallagher) ile yeniden irtibata geçer. İkisi çok farklı insanlardır ve bu durum John’un eşi Ann’in (Andie MacDowell) ilgisini çeker. Graham ile Ann kısa sürede iyi anlaşır ve yakınlaşırlar.

        9

        BARTON FINK (1991)

        İkinci Dünya Savaşı sırasında New Yorklu Yahudi oyun yazarı Barton Fink, Hollywood'a transfer olur. Ama senaryosunu yazması gereken güreş filmine bir türlü başlayamaz. Şehre alışmaya çalışırken gerçeklik her geçen gün ellerinden biraz daha kayıp gitmeye başlar. Hollywood, faşizm, yazarlık ve sinema sanatı üzerine, düşle gerçek arasındaki sınırların cesaretle bulanıklaştırıldığı baş döndürücü bir Coen Biraderler başyapıtı... Roman Polanski'nin jüri başkanı olması kuşkusuz Coen'ler için büyük bir şanstı çünkü “Barton Fink”, Polanski'nin “Tiksinti” ve “Kiracı” gibi filmlerinden esinlenen, gerçeklikle hayaller arasında gidip gelen bir anlatı yapısına sahipti. “Barton Fink”in o yıl ki önemli rakipleri arasında “Veronique'in Çifte Yaşamı” (Kieslowski), “Europa” (Trier) ve “Van Gogh” (Pialat) da vardı. Büyük Ödül ise Jacques Rivette'in “La belle noiseuse” adlı filmine gitmişti.

        10

        UCUZ ROMAN (1994)
        (Pulp Fiction)

        Amerikan sinemasının harika çocuğu Quentin Tarantino'nun sanat sinemasının yıkılmaz kalesinde onurlandırıldığı bir başyapıt... İki tetikçi, iki nevrotik restoran soyguncusu, bir boksör ve mafya patronunun güzel eşinin dahil olduğu öyküler; Tarantino'nun sürprizlerle dolu, “puzzle”ı andıran kurgusuyla iç içe geçiyor. Kara mizah, şiddet, ucuz felsefe ve ahlak tartışmaları, sapkınlık, gizem ve dünyanın en geveze tetikçilerinin yaptığı geyik muhabbetleri, Amerikan popüler kültürüyle harmanlanıyor. 154 dakika su gibi geçip gidiyor. O yıl ödül töreninden sonra Tarantino'nun şanslı olduğu konuşulmuştu çünkü jüri başkanı Amerikalı yönetmen Clint Eastwood'du... Öte yandan, Eastwood jürideki tek Amerikalıydı. Haksızlığa uğradığı konuşulan filmler arasında Nanni Moretti'nin “Sevgili Günlüğüm”ü, Patrice Chereau'nun “Kraliçe Margot”su ve Kieslowski'nin “Üç Renk: Kırmızı”sı vardı.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ