Derin Erenoğlu; Afrika'da 20 yaşında bir Türk kızı
Viyana'da sosyoloji öğrenimi gören Derin Erenoğlu, büyük yüreğinin sesiyle gittiği Afrika'da sürdürülebilir tarım çalışmasında gönüllü olarak küçük elleriyle toprağı çapaladı, fidanlar dikti. Erenoğlu, Afrika'da geçirdiği birkaç haftada edindiği izlenimleri Habertürk için kaleme aldı
Derin Erenoğlu...
Viyana Üniversitesi'nde sosyoloji öğrenimi gören bir genç.
Henüz 20 yaşında.
Maceraperest... Civa gibi yerinde duramıyor.
Dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirmeyi hedefliyor.
Kenya'nın şehirlerinden birine değil.
Bayağı bayağı vahşi doğanın ortasına gitmesi bundan.
Orada sürdürülebilir tarım projelerinde gönüllü olarak çalıştı.
Kültürüyle, diliyle, yaşam şekliyle kendisinden çok farklı insanlara yardım edebilmek için son derece konforsuz ve kıt imkanlara sahip bir ortamda haftalarını geçirdi.
Derin Erenoğlu, Kenya'ya gitme nedenini, orada neler gördüğünü, neler yaşadığını Habertürk için derledi.
Küçükken yaşıtlarımın aksine tuhaf sayılabilecek hayaller kurardım. Bunların sadece hayallerimde kalacağını düşünen anne ve babam bazen isteklerime gülüp geçse de aslında farklı kültürlere ilgi duymamın asıl nedenidirler. Babam küçük bir çocukken ‘Ölümcül Av' belgeselini / televizyon dizisini gösterir, arka planda insanlar ölümle burun buruna gelirken benimle dalga geçercesine ‘İleride seni de Bering Denizi'nde yengeç avlamaya göndereceğim' derdi.
Aradan geçen yıllar içinde dünyanın pek çok yerini görme imkanı bulsam da yengeç avlamaya gidemeyeceğimi anlamam uzun sürmedi. Buna rağmen çocukluktan kalma hayallerime ‘Neden olmasın?' gözüyle bakmaktan hiç vazgeçmedim.
KENYA'YA NEDEN GİTMEK İSTEDİM?
Geçtiğimiz kış Fransa'nın Calais şehrine gidip mültecilerle çalışma ve çok farklı hayatlara tanıklık etme şansı yakaladım. Belki orada kaldığım süre boyunca tecrübesizliğim ve yaşım nedeniyle mültecilerin hayatında büyük bir değişime yol açmadım ama orada yaşanan acıları ve kimi zaman küçük mutlulukları görmek hayata bakışımı ve isteklerimi tamamen değiştirdi. Bu değişim beni yeniden yollara düşüp gönüllü çalışmaya itti.
Okulum kapanıp yaz tatili için Viyana'dan İstanbul'a dönerken tatil sürecinde yeni bir gönüllülük organizasyonu araştırmaya başladım. Bu süreç biraz uzun sürdü, çünkü Afrika'da gerçekten güvenilir ve amacına sadık bir organizasyon bulmak zor olabiliyor. En sonunda Kenya'ya gidip sürdürülebilir tarım projelerinde gönüllü çalışmaya karar verdim.
Keşke bu kararımı ailemle paylaşmadan önce aklımda bir konuşma hazırlasaymışım. İsteğimi Beşiktaş'a Yasemin'de kalmaya gidecekmiş gibi anlatınca, fakat rota Kenya, kalınacak yer de bir çadır olunca ikisinden de aldığım yanıt, "kesinlikle olmaz" anlamına gelen olumsuz bir kafa sallayış oldu.
ÖNCE ANNEMİ SONRA BABAMI İKNA ETTİM
Aslında beni pek çok konuda destekleyen bir ailem var. Bu nedenle her şeyi iyi planlayıp güçlü argümanlar sunarsam ikna olacaklarına inandım. Yanılmamışım. Önce annemi, ardından babamı ikna ettim.
Bu noktada bir itirafta bulunmalıyım. Babam Nairobi'ye varıştan sonra Samburu bölgesine toplu taşımayla ve 2 farklı araçla 8 saatte gideceğimi bilmiyordu. (Bu ona eksik anlattığım bir şeydi) Kamp yetkililerinin beni havaalanından almaya geleceklerine inanmasına izin verdim. (Bu konuda gerçeği bilen ve ben kamp alanına varana kadar geçen bir gecede 5 yıl yaşlandığını söyleyen annemden stres unsuru olduğum için özür dilerim.)
8 YIL SONRA YENİDEN AFRİKA
Nairobi'ye indiğimde çok heyecanlıydım. Afrika sevgimin ve bu topraklara dönüş isteğimin tohumları 12 yaşımda ailecek tatile gittiğimiz Uganda'da atılmıştı. Sekiz yıl sonra yeniden Afrika' da olmanın çocuksu mutluluğunu yaşıyordum. 7 saatlik uçak yolculuğunu arkamda bırakmıştım ama önümde iki matatuyla (minibüs) sekiz saat sürecek zorlu bir yolculuk daha vardı.
Yol beklediğimden çok daha uzun sürdü. Daha ilk saniyede ekvator çizgisi üstünde hayatın ne kadar yavaş aktığını anlamıştım. İstanbul'da otobüsün 10 dakika geç kalmasına dayanamayıp Beyaz Masa'yı aramak isterken burada dört saat boyunca sabırla otobüsün kalkmasını bekliyordum.
EN BÜYÜK MERAK KONUSU BENDİM
İsyan etmedim çünkü otobüslerin saatlerce kalkmamasının kimse için sorun olmadığını, herkesin bunu sosyalleşmek için bir fırsat olarak gördüğünü anlamıştım. Bir mzungu (beyaz adam) olarak en büyük merak konusu bendim. Turistler genelde özel safari araçlarıyla hareket ettiği için Kenya'da toplu taşıma kullanan mzunguya az rastlanıyordu. Onlar bana ben ise onların sıcakkanlılığına şaşırıyordum.
Uzun yolculukta yemeğini paylaşmayı teklif edenler, battaniyesini verip ‘gel kucağıma yat' diyen teyzeler, merakla onlarca soru soranlar... Bazen otobüsün hareket etmesi de yol gitmeye yetmiyordu. Sık sık bozuldukları gerçeğini keşfetmem fazla zamanımı almadı. Kenyalılar otobüsleri bozulduğunda yokluğun ortasında beklemekten de şikayet etmiyorlardı. Garip gelecek ama ikinci bozuluşta ben de aldırış etmedim. Galiba yavaş yavaş Afrika'nın ritmine ayak uydurmaya başlamıştım.
SAMBURU KABİLESİYLE YAKINLAŞMA ŞANSI
Samburu'ya, yani Kenya'nın kuzeyine doğru ilerledikçe bitki örtüsü azalıyor, kuraklık baş gösteriyordu. İki hafta boyunca çalışacağım yer olan, "Sadhana Forest" ise bu kuraklığın tam merkezindeydi. Yürüttükleri yeşillendirme projeleri sayesinde yokluğun ortasında yemyeşil parlayan bir bölgeye gelmiştim.
Bu yeşilliğin ortasına çadırımı kurduktan sonra diğer gönüllülerle tanışmaya gittiğimde organizasyonda çok az gönüllü olduğunu fark ettim. Bunun belki de en büyük şansım olduğunu sonradan anlayacaktım. Bu sayede, Samburu kabilesi ile daha fazla iletişim kurma imkanı elde etmiştim.
"Kabile " kelimesini ilk duyduğumda çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Otobüste giderken herkes birbirine nereli olduğunu sorar gibi hangi kabileden olduğunu soruyordu. Her kabilenin adetleri ve konuştukları dil birbirinden farklıydı.
Ünlü Masai kabilesinin akrabası sayılabilecek Samburu insanları Kenya'nın en renkli ve en cana yakın kabilelerinden biriydi. Kendimi önceden okuduğum yazılardan ötürü bu sıcakkanlılığa hazırlamıştım. Ama yolculuğumun sonunda telefonuma bakınca rehberimin yarısının Kenya numaralarıyla dolu olmasını ummamıştım doğrusu...
İSTANBUL'DA YANINIZDAN GEÇEN BİRİNİ DURDURUP SELAM VERİR MİSİNİZ?
İstanbul'da yanınızdan geçen birini durdurup selam verir misiniz? Vermezsiniz çünkü garip karşılanır. Burada ise bunu yapmamak tuhaf karşılanıyor. Aynı kabileden değilseniz, karşılaştığınız insanlarla tanışıp, nereden ve ne için geldiğinizi söylemeniz gerekiyor. Bu nedenle market alanına ilk gidişimde başka bir kabileden geldiğim çok belli olacak ki herkes benimle tanışmak için etrafımı sardı.
Bu sevgi çemberinin içinde ellerim ışık hızını aşarcasına bir elden diğerine uzanıyordu. Ardından manyatalarında (ev) İngilizlerden kalma alışkanlıklarıyla sütlü çay ikram edenler ve chapati (bir tür ekmek) verenler oldu. Kahve sorduğumda bölgede tüketilmediğini anlattılar. Kahve çekirdeği çok pahalı geliyordu ve kahvelerinin dünya çapındaki ününden habersizdiler.
Orada kaldığım süre boyunca Samburu halkıyla farklı nedenlerden dolayı sık görüşme imkanı buldum, İnanması zor ama moran (savaşçı) olma törenine katılma şansım bile oldu. Şans diyorum çünkü 14 yılda bir gerçekleşiyormuş. Törene dair bilgiye hiçbir yerden erişilemiyor. Törende kabilenin yeni koruyucuları şarkılar söyleyip dans ediyor, havaya oklar atıp inek kanı içiyorlar. Olanlar bunlarla sınırlı değil. Eskiden savaşçı olabilmek için aslan öldürülmesi gerekirken artık çevrede fazla aslan kalmadığı için yeni kurallar uygulanıyor. Bunların arasında bana en ilginç gelen kızları pek de sivri olmayan oklarla ayak bileklerinden vurmaları. Bunu istemeyen kızların erkeklerden daha erken davranıp onlara birer boncuk vermesi gerekiyor. Süsüne düşkün moranlarsa bunları gurur kaynakları olan takılarına iliştiriyor ve üstlerinde asılı duran aynalarla sık sık kendilerini süzüyorlar.
Samburuların bunun gibi pek çok değişik gelenek ve inançları var. Hristiyanlığa körü körüne bağlı olan Samburular kötü ruhların varlığına da inanıyor ve bunların azı dişlerinin içinde saklandığını düşünüyorlar. Bu nedenle pek çok bebeğin diş etini oyuyor ve daha çıkmamış olan dişlerini söküyorlar. (Ne hijyen ne de mantık arayın) Dahası da var, burada erkeklerin yanı sıra kadınlar da sünnet oluyor. 14-15 yaşlarındaki kız çocuklarının moranlarla evlendirilmeleri de normal karşılanıyor.
Sadhana'da kaldığım süre boyunca günlerimi işte bu insanlarla geçiriyordum. Günüm sabah 07.00'de başlıyor arada verdiğimiz molaları saymazsam hava kararıncaya kadar farklı işlerle uğraşarak akşama kadar sürüyordu. Kimi zaman orak gibi en ilkel tarım aletleriyle otları temizlerken kimi zaman da bitkileri suluyordum. Ahırdaki tezekleri temizlerken kamp yöneticimiz Lary'nin onları eliyle almasına şaşırıp manyatalarını da (ev) tezekten yaptıklarını hatırlayınca gülüyordum. Arılar için çatı yaparken elime çekiçle vurduğum veya bıçakla kestiğim küçük kazalara aldırış etmeyip işime devam ediyordum.
Bu bölgede hava çok kurak ve su kaynakları çok az olduğu için ağaç yetiştirirken farklı taktikler uyguluyorduk. Ağaç sulamak için toprağa altı açık pet şişeler yerleştirmemiz sayesinde, şişenin içine dökülen su hiç buharlaşmadan direkt köklere ulaşıyordu. Maalesef su insanlara bitkilere ulaştığı kadar kolay ulaşamıyordu. Evlerinde elektrik dahi bulunmayan Samburu insanlarının en yakın su kaynağına uzaklığı ortalama 3.5 km idi. Tabii bunun bir de dönüşü var. Sıcak havada, ellerinde su dolu kovalarıyla, yürüyerek... Bu zorluk nedeniyle onlara elimizden geldiğince yardım edip, evlere su yetiştirmeye çalışıyorduk. Bunu yaparken manyataların ve okulların dışına fidanlar ekmeyi de ihmal etmiyorduk.
Sadece Samburu kabilesinde tanıklık ettiğim hayatlar değil, Sadhana Forest'ta geçirdiğim iki haftalık sürede öğrendiklerim de inanılmazdı. Bundan 5 yıl kadar önce açılmış olan "Sadhana Forest Kenya" aslında 2003 yılında Hindistan ve sonrasında Haiti'de açılmış olan Sadhana'ların kardeş projesi olarak anılıyor. Kenya'daki proje, yeni olması ve Nairobi'ye uzaklığı nedeniyle diğerleri kadar yoğun gönüllü toplayamamasına karşın çok güzel işlere imza atıyor. Sadece ağaçlandırma ve halka yardım değil, aynı zamanda veganlık ve geri dönüşüm konusunda benim gibi bilinçsiz kişilerin bile eğitilmesini sağlıyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse organizasyonda beni en çok veganlığın zorlayacağını düşünürken en kolay alıştığım şey o oldu. Yemekler orada benimle çalışan kişilerle birlikte, kimi zaman bahçeden toplananlarla, kimi zaman da pazardan alınan sebzelerle açık alandaki mutfakta yapılıyordu. Sofraya oturulmadan önce , şakulaaa!' diye bağırarak yemeğin hazır olduğu duyurulduğu anda çalıların arasından fırlayan yerliler yemeğimize katılmak için koşa koşa yanımıza geliyorlardı.
Geri dönüşüm çok ciddiye alınıyor, tuvalet ihtiyacı açık havadaki kovalara yapılıp gideriliyor ve ileride gübre olarak kullanılıyordu. Duşlar da açık alanda yine kovalara su doldurularak alınıyordu. Duş yaparken kovamın içinden kurbağa çıkması sonucu bir daha duşa girmeme kararım beni hayli zorladı. Gerçi hayvanlarla haşır neşir olmaya alışmıştım.
Etrafta dolaşan zebralar, yemek yaparken mutfağa giren inekler, gece uyurken duyduğum çakal ulumaları ve çadırımı açan babunların yanında kurbağa hayli küçük kalsa da bu korkumu üstümden bir türlü atamadım ve kötü kokumla barışık şekilde iki hafta geçirmek zorunda kaldım. (Bu nedenle döndüğümde ilk olarak hamama gidip kese köpük yaptırdım.)
Şimdi geriye dönüp baktığımda yaşadığım tecrübe bana çok özel ama bir o kadar da normal geliyor. Geçmişte 20 yaşında bir genç kız olarak gözümü korkutan şeyleri artık arkamda bırakmış gibi hissediyorum. En çok yaşadığım tecrübeyi duyan Türklerin şaşkınlığına şaşırıyorum. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde gönüllülük o kadar yaygın ve olması gereken bir şey olarak algılanıyor ki yaşadığım tecrübeyi bir Alman ya da ABD'liye anlattığımda yaptığımı olması gereken bir şey olarak görüyorlar. Gerek genç yaşta böyle yerlere gitmek, gerekse gönüllü olarak çalışmak onlar için alışılmış şeyler.
Yaşadığım tecrübeyi bir gezi yazısından çok gönüllü çalışma konusuna dikkat çekmek için ele aldım. Çünkü Türkiye bu konuda çok gerilerde. 2014 yılı verilerine göre ülkemiz dünya gönüllülük sıralamasında 132'nci sırada yer alıyor. Yani sondan üçüncü... 'Komşu komşunun külüne muhtaçtır' gibi pek çok atasözünü içinde barındıran kültürümüzde yardımlaşma bu kadar önemli görülürken bu yardımın komşudan öteye geçemiyor olması üzücü.
Gönüllü olmak ille uzak bir ülkeye gidip çok para harcamak anlamına gelmiyor. Türkiye'nin pek çok ilinde pek çok farklı amaç güden organizasyonda çalışmak mümkün. Cemal Süreya'nın Üvercinka şiirindekine benzer şekilde söylersek; Yardımlaşmayı bütün kara parçalarında yapmalıyız. Türkiye dahil... Yaşadığım deneyimi okuyan tek bir kişi bile içinde gönüllülük le ilgili istek duyup harekete geçerse kendimi hedefime ulaşmış sayarım.
KENYA
Başkent: Nairobi
Nüfus: 48.5 milyon
Yüz Ölçümü: 582,6 km2
Resmi Diller: Svahili, İngilizce
Para Birimi: Kenya Şilini (KES)
Tarihçe: Bağımsızlık 1963, Cumhuriyetin ilanı 1964
Ulaşım: İstanbul Havalimanı'ndan Nairobi'ye direkt uçuş seferleri mevcut. Direkt uçuşlar yedi saat sürerken aktarmalı uçuşların süresi yaklaşık on saati buluyor.
Vize İşlemleri: Kenya'ya bir aylık vize internet üzerinden 51 Euro karşılığında alınabiliyor. Bunun için birkaç gün öncesinden başvurmak yeterli.
Hava: Ocak ve mart, Temmuz ve Ekim aylarında hava kurak ve sıcak, Nisan ve Haziran, Kasım ve Aralık ayları arasındaysa yağmur dönemine giriliyor. Özellikle Temmuz ve Ağustos ayları Masai Mara'da gerçekleşen Afrika antiloplarının göçünü izlemek için en uygun zaman.
Döviz: Kenya Şilini Doların 100'de birine karşılık geliyor. Bazı yerler Dolar da kabul ederken yanınızda Şilin bulundurmanızda da yarar var.
Sim Kart: Kenya'da en iyi çeken operatör Safaricom. Havaalanından almak mümkün.
Aşılar ve İlaçlar: Sarıhumma aşısı ve sıtma hapı
Yanınızda götürmenizde fayda var: Uzun kollu bluz, sandalet, sinek savar, UV korumalı güneş gözlüğü, pantolon, trekking ayakkabısı, güneş ve nemlendirici krem, kafa feneri.
Dikkat Edilmesi Gerekenler: Kapalı su içmek, içeceklere buz attırmamak, pişmiş sebze yemek, mütevazı giyinmek, ıssız sokaklarda ve karanlıkta yalnız yürümekten kaçınmak, değerli eşyalara sahip çıkmak.