Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muharrem Sarıkaya Mustafa Kemal'i anmak…

        TÜRKİYE, 1998 yılına kadar, ebediyete göç edişinin yıl dönümlerinde Atatürk’ü andı…

        İnsanüstü vasıflar yüklenerek, bir tabu gibi topluma sunulan Atatürk’ü anmanın ve anlamanın karşılığı sadece hüzün ve kederdi…

        Gazetelerin başlıkları 10 Kasım’da siyah çıkar; TRT’nin tekelindeki radyo ve televizyon da sabahın ilk ışıklarından itibaren hüzün dolu klasik müzik yayınlardı.

        Her yıl aynı bant çalındığı için eserler de ezbere yerleşir, ne zaman işitilse 10 Kasım etkinliği yapılıyormuş hissi verirdi…

        HÜZÜN VE KEDERDEN GERÇEK KİMLİĞİNE…

        Anadolu’nun daha hüzünlü, yürek yakıp gözyaşı döktüren, ağır havadaki türküleri varken, neden klasik batı müziğinin tercih edildiğine hala anlam veremem…

        Daha ilerisi, çalan klasik batı müziğinin içeriği de O’na atfedilmek istenen hüzünle alakasızdı… Örneğin Puccini'nin aşk hikâyesi Madam Butterfly veya Johann Sebastian Bach'ın kilise müziği arka arkaya sıralanırdı…

        Nedenini çözemediklerimden biri de Bach’ın vokal müzik repertuarının görkemli eserlerinden biri olarak kabul görülen, Hz. İsa’nın çektiği çileyi anlattığı Aziz Matta Pasyonu olurdu…

        Bu eserlerin neden çalındığını sorgulamaya kalktığınızda kaşlar çatılır, sorunuzun karşılığı yerine, siz sorguya çekilirdiniz…

        İnsanüstü vasıflar yüklenerek, tabu gibi topluma sunulan Atatürk'ü ebediyete göç yıldönümünde anmanın karşılığı sadece hüzün ve kederdi.

        Yıllarca et ve kemikten, insan olgusundan arındırılmış, ardından ağlanan, soğuk bir heykel olarak topluma sunuldu.

        O’nu ilk kez ölümünün 50'nci yılında, 10 Kasım 1988'de yas tutmadan, bir tabunun ötesindeki insan, Mustafa Kemal Atatürk olarak andık…

        Nesillere yasını değil, veda ederken topluma nasıl bir eser bıraktığını, bunu hangi zorlu savaşlar ve uğraşlar sonucu inşa ettiğine ilişkin verileri aktarma olanağına kavuştuk…

        İyi ki öyle oldu…

        Bunu daha iyi fark etmeniz için önünüzdeki otomobilin arka camına veya kaportasının üzerindeki çıkarmalara bakmanız yeterli…

        Veya herhangi bir kafeye gidin…

        Çok sayıda gencin koluna veya boynuna Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasını dövme yaptırıp, gururla gösterme gayretine tanıklık edersiniz…

        Sayılarında son yıllarda ciddi artış var; önünüzde duran otomobillerdeki çıkarmalara bakmanız yeterli…

        BUGÜNÜ ÖNGÖRMEK

        Kendisi de bugünleri kestirmiş…

        Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in kendisini tanımış, hatıralarına aktarmış kişilerin veya yakınlarının anlatımıyla kaleme aldığı “Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk” kitabında da yer verdiği bir bölümde de buna değinir…

        Mustafa Kemal Atatürk’te vasiyetini yazdırırken, birinin et ve kemikten oluşan insan yani kendi olduğunu belirtir…

        Ardından ikincisinden söz eder:

        “İkinci bir Mustafa Kemal daha var; onu ben kelimesiyle ifade edemem. O ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni ülkü için uğraşan aydın ve mücahit zümredir. Ben onların rüyasını temsil ediyorum…”

        O’nun da konuşmasının sonunda vurguladığı gibi “Fani olmayan, yaşaması ve muvaffak olması mukadder olan Mustafa Kemal odur” ve bugün yaşanan da bunun ispatıdır…

        Nitekim kendisi olmasa dahi, toplumla kurdukları eseri Cumhuriyetin ilelebet yaşayacağından da emindir…

        UYGARLIK YOLUNDA

        İzmir’e gitmek için hazırlık yaptığı sırada, 16 Haziran 1926 günü Vali’den telgraf alır ve kente gidişini sadece iki günlüğüne öteler.

        O gün Anadolu Ajansı aracılığıyla yayınladığı bildirideki yer alan ve bugün de her anışımızda hatırladığımız o cümlesini dile getirir…

        Suikast çabasının, Cumhuriyete yönelik olduğuna vurgu yapar ve devamını getirir:

        Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Ve Türk milleti, güvenliğini ve mutluluğunu sağlayan ve koruyan ilkelerle uygarlık yolunda durmaksızın yürüyecektir…”

        Benzer yaklaşımı başka zamanlarda da gösterir…

        Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in diğer iki kitabında daha bunu görmek olası…

        Birisi “100. Yılında Sakarya Savaşı…” ikincisi de zaman zaman açıp okuma gereği duyduğum, “Atatürk’ün Etik Mirası…” kitapları…

        “MADEMKİ HİÇİZ, NEŞE VE SADETTE YER BULMALIYIZ”

        Ulus Gazetesi’ne 1937’de verdiği bir demeçte, röportajı yapan ile hayat felsefesi üzerinde sohbete başlar…

        Okuduğu kitaplarda hayat hakkında filozofların iki bakışa sahip olduğuna tanıklık ettiğinden söz eder.

        “Bir kısmı her şeyi kara görüyordu…” diye söze girer, bunların “Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz!” bakışında olduklarını aktarır…

        Bu görüşe katılmadığının da altını çizer…

        “Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı” diyerek devamını getirir:

        “Diyorlardı ki, ‘Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve neşeli olalım…’ Kendi karakterim itibariyle ikinci hayat görüşünü tercih ediyorum; fakat şu kayıtlar içinde: Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli ki o adam fert olarak yok olacaktır. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mesut olması için lâzım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır…”

        ADAM YETİŞTİREN DE AYNI HİSTE OLMALI…

        Görüşünü bir örnekle destekler:

        “Herkesin kendine göre bir zevki var… Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister; bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam, çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir.”

        Bu noktada da durmak, hoşgörünün kendinde ne denli vücut bulduğunu da ortaya koyar:

        “Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile ayakta gören adamlar, milletlerinin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına eriştirirler. Kendi gidince ilerleme ve hareket durur zannetmek bir gaflettir…”

        Dünyadaki birçok ulusun kendisini neden lider ve önder gördüğünü de “sevdiklerime şunu tavsiye ederim…” deyip, milletleri sevk ve idare eden adamların, önce kendi milletinin, ardından da bütün milletlerin mutluluğunu düşünmesi gerektiğini belirtir.

        “En uzakta zannettiğimiz bir hâdisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz” diye de ekler…

        ÇOĞU UNUTULUP GİTTİ, O HER ZAMAN YAŞIYOR

        Aramızdan ayrıldığı 10 Kasım 1938’de Japon donanmasının bayraklarını yarıya indirmesinin nedeni de bu bakışı sözde bırakmayıp, hayat felsefesi de yapmasına dayanır…

        Ya da en uzak diyarlarda, Brezilya’da, Meksika’da, Güney Afrika’da veya bütün Arap coğrafyasında ardından söylenen yazılanlar da O’nun ne denli büyük bir lider olduğunu sergiler.

        Ondandır ki devletlerinin kuruluşunda önemli aktör olmuş liderlerin birçoğu unutuldu gitti…

        Bazılarının isimlerini genç nesilleri dahi bilmiyor…

        Oysa Mustafa Kemal Atatürk adı, nesillere geçen genetik gibi insanoğlunun hafızasına saygıyla kazınmış durumda…

        Saygı, sevgi, minnet ve hürmetle anıyorum…