Sabahın saat sekizinden akşamın saat sekizine kadar, İsveç’in Östersund şehrinden başlayıp Van’da biten çok uzun bir uçak yolculuğu boyunca durmadan Sezai Karakoç’un hatıralarını okudum. Çok lezzetli bir kitap, “ranza arkadaşı” Cemal Süreya’ya -ki kitapta hemen hemen hiç soyadını kullanmaz, hep adıyla, “Cemal” diye söz eder ondan- böyle parmak kalınlığında çuvaldızlar batırır bazen; bazen “ondan hiç haz etmiyor” kanısına kapılırsınız, bazen de o kadar şefkatle yaklaşır ki “biz yan yana akan iki ırmak gibiydik” der onun için.
Okuduklarımdan yola çıkarak ikisine dair bende oluşan resim şöyle bir şey:
Cemal Süreya, böyle gözleri fıldır fıldır, kabuğuna sığmayan, ayran gönüllü, o daldan o dala konup kalkan, kızlara şiir yazıp veren, çapkın, çoğunlukla istediğini alan bir şehirli “fırlama” havalarındayken; Sezai Karakoç, kavruk Anadolu delikanlılığının bütün “hasletlerini” üzerinde taşıyan, “kimi sevse ona az gelen”, arkadaşının uçarılıklarını “şaklabanlık” olarak gören, ağır takılıp ağırlığıyla başkalarını etkilemeye çalışan, şiir bahsinde, para bahsinde bonkör, dünya nimetlerine sırt çevirmiş, Allah’ı hep yanı başında hisseden, kabir azabından korkan, bu yüzden bu dünyanın yalanına dolanına hüzünle bakan, yalandan korkan, arkadaşının her davranışını “bize yakışmaz” diye gören Anadolu köylüsü bir delikanlı… Ama kılcal damarlarına kadar şair, üstünden başından şiir dökülüyor, şiir dediği şey de ona göre öyle “matah” bir şey değil, derisine iğneler batıra batıra çıkmıyor mısralar ruhundan, sanki o kudretli kelimeler, o haysiyetli mısralar hep oradaydı, dudağının kenarında, itmiş de aşağı düşmüşler gibi… Cemal’e sık sık “mısra ödünç” vermesinin sebebi de bonkörlüğünden. Cemal bunları “ödünç” alır ama o onları ona “ödünç” vermemiş, “hibe” etmiştir aslında. Günü geldiğinde “borcunu” tahsil etmeye kalkışmaz, hatta “lafı mı olur, bende mısra çok, verdiklerim biriktirdiklerimin zekatını bile karşılamaz” havalarında...
Cemal için şiir bir varoluş sebebi, ama Sezai şiire o kadar “hevesli” değil. Şiiri kendisinde bir “kader” olarak görüyor, gelip alnına yazılmış bir tür alın yazısı. O şiirden hep kaçmış ama o kaçtıkça şiir onu kovalamış, bir türlü yakasını ondan kurtaramamış. Şiirden kaçışını, Victor Hugo’nun meşhur romanı “Sefiller”in kahramanı Jan Valjan’ın müfettişten kaçışına benzetir. O kader mahkûmu hep kaçar müfettişten ama her defasında müfettiş onu bulup yakasına yapışır.
*
Benim okuduğum hatıratında, tanıdıkları içinde en çok yer kaplayan şahsiyet Necip Fazıl Kısakürek’tir. İlişkileri bana biraz Dante ile Vergilius’un, daha çok da Ahmet Hamdi Tanpınar ile Yahya Kemal’in ilişkisini hatırlattı ona dair o şefkatli satırları okurken. Dante gerçek hayatta Vergilius’la karşılaşmamış ama ona olan hayranlığını “İlahi Komedya”da ete kemiğe büründürmüş. Ben anlatıcı; kitabın “Cehennem” ve “Araf” bölümlerini Vergilius’un rehberliğinde dolaşır durur. Talebesi Ahmet Hamdi Tanpınar da hocası Yahya Kemal’in “gölgesi” altında yaşar o yaşadıkça; onun kadar iyi şiir yazamayacağını düşündüğü için şiir yazmaktan vazgeçip romana yönelir. Hocasıyla İstanbul’un yoksul semtlerini dolaşarak, içinde bulunduğumuz durum için birlikte kederlenirler. Garplılaşma maceramız üzerine düşünürken aklında hep hocası Yahya Kemal’in bu konudaki fikirleri vardır. “Mektep” okumak üzere Batı’ya gitmiş, mezun olduktan sonra da İstanbul’a “evine” dönmüştür Yahya Kemal. Batı karşısında hiçbir kompleksi yok, onları üstün, kendini aşağıda bir yerde görmüyor. Batıyla kurduğu ilişki bir “hayranlık” ilişkisi değildir. İki “eşit” olarak konuşmak istiyor Batı’yla. Tilmizi Tanpınar da benzer görüşler benimsiyor. Feyz aldığı hocasının fikrinden yola çıkarak ne körü körüne Batı hayranlığı ne de bizi Batı’dan tamamen uzaklaştıracak çiğ bir “millilik” yalnızlığı… İkisinin at başı ilerlediği bir medeniyet tasavvuru var onun da kafasında…
*
Sezai Karakoç’un hatıralarında çizdiği Necip Fazıl portresi de çoğu davranışıyla Cemal Süreya’yı hatırlatıyor gibi. Zaman zaman onun kadar uçarı, onun kadar savruk, onun kadar hayata şairane bakan bir adam… Ama hep “biricik”, herkesin üstünde, yüksek bir katta… Bir türlü toz kondurmuyor, her “olmayacak”, “zalimce” davranışına bir gerekçesi var, yoksa da arar bulur. Sanki “mürşidi” günahtan azade kılmak ister gibi bir hali var, hep pamuklara sarar, en akıl dışı davranışının da akilane bir izahı vardır onda. Onunla kurduğu ilişki saf, çıkarsız bir ilişkidir. “Aman dergisinde şiirim çıksın, çevresinde bulunayım da itibarım artsın” diye bulunmaz üstadın yanında, tek gayesi var; hayatını kolaylaştırmak ve inandığı “davasına” hizmet etmek… Onun yanında kendini işe yarar hissediyor çünkü, şiirinden çok üstada inanıyor, üstat onun nezdinde baştan ayağa şiirdir, hatta şiirden de öte bir şeydir, mukaddes bir “dava”dır o.
*
Gençliğinde tanışmış üstatla, Maraş’ta lise talebesiyken “Büyük Doğu” girmiş kanına. Ondan sonraki bütün hayatı da bir tür “üstadı” arama, bulunca da onun yanında hayatını geçirme macerasıdır. Üstat İstanbul’dadır diye İstanbul’a gider. O, o şehirde yaşıyor diye o şehirde okumak ister. Ama babası öyle düşünmüyor, ilahiyat okusun istiyor, parasız yatılı olduğu için Mülkiye’nin sınavına girer, sınavı kazanınca da gönülsüz gider Ankara’ya, çünkü bıraktığı İstanbul’da “üstat” vardır, onu orada yalnız bırakmamak lazım, cephanesine barut taşıyacak neferlere ihtiyacı var onun, o çıkarsız, karşılıksız nefer olmaya adaydır. Bir şiiri yayınlanır “Büyük Doğu”da, “üç yüz küsur şiir arasından seçilmiştir” notuyla. O şiirin şairi diye ortaya çıkmaz, üstada o şiiri kendisinin yazdığını bile söylemez. Zaten üstat da ona şair muamelesi yapmaz. Bir sohbette, üstat varsa eğer divanda Sezai Karakoç konuşmaz, soru sormaz, sadece dinler. Necip Fazıl ne yazmışsa, kıyıda köşede kalanlar da dahil hepsini okumuş, hatmetmiş yine de onları okuduğuna ona anlatmaz. Şair olduğunu, şiir yazdığını bile söylemez, böylesine büyük bir şairin yanında haşa biz kim, şairlik kim? Şiiri Büyük Doğu’da çıktığı zaman da o şiiri yazan adam olduğunu söylemez. Üstat her şeyi bilir, ha olur da zaruri bir halde mesela bir isim hatırlamadığı zamanlarda devreye girer, o ismi hatırlatır ona. Ona göre üstat kutlu bir davanın önderidir, “İslâm’ı temel alan çağdaş bir devlet kurmak için inkılap yapmak amacında”dır, “Büyük Doğu Cemiyeti’ni” de bu amaçla kurmuştur.
Mecburi sebeplerden Ankara’da Mülkiye’de okumaya başladığında, düşündüğü gibi “üstattan” çok ayrı düşmez, çünkü Necip Fazıl’ın yolu çok sık Ankara’ya düşer. Bu yolculukların en büyük sebeplerinden birisi de dergisi için “örtülü ödenekten” almayı düşündüğü paradır. O Ankara’dayken İstanbul’da “nahoş bir hadise” patlak verir, polis Beyoğlu’ndaki kumarhanelere baskın düzenler, kumar masasında basılanlardan birisi de Necip Fazıl’dır. Üstat kendini, “Ben bir fikir savaşçısıyım, her yere girip çıkarım, buraya da röportaj yapmak için gelmiştim,” diye savunur. Haberi duyduğunda ilk anda inanmaz, bunu bir komplo olarak nitelendirir. Gelişen Büyük Doğu hareketini dağıtmak için basın, karanlık güçler ve hükümet ele ele vererek bu hadiseyi tertiplemişler, yoksa üstat kumar oynayacak tiynette adam değildir! Aslında üstadın bir kumarbaz olduğunu herkes biliyor ama kimse bunu kendine bile itiraf etmez. Onun belirttiğine göre işin gerçeğini öğrenen birkaç genç daha sonra “hareketten” koparak Nurcu olurlar. O ise üstada karşı hissiyatından bir şey kaybetmez, her insanın anlık zaafları vardır. Günahtan ari insan aramak beyhude bir çabadır!
Üstadın Ankara’ya gelişi onun için büyük hadisedir. Kalabalık gruplar halinde onu karşılarlar ya kahvede ya da Osman Yüksel’in yazıhanesinde üstat daima konuşur onlar da dinlerler. En çok da milliyetçilik üzerine sohbet ederler, bir sefer üstadın “Milliyetçilik bir psikolojidir, bir ideoloji olamaz,” dediğini aktarır. Her defasında üstat Osman Yüksel’den para ister, her defasında da Osman Yüksel üstada “para yok” der. Bir seferinde Necip Fazıl, Osman Yüksel’e, “Osman, seni kıyma makinesine sokup kıyma haline getirmek, o kıymadan da yeni bir adam yaratmak lazım” der. Günün birinde “tahsisatı mestureden” nihayet istediği parayı alır ve Osman Yüksel’in yazıhanesine gelir. Yüksel’in ne kadar para canlısı olduğunu bildiği için önce sağ iç cebinden bir tomar para çıkarır, “Osman, işte sana para” der. Paraya bayılan Yüksel’in gözleri parlar, daha şaşkınlığı geçmeden üstat, bu kez sol iç cebinden bir tomar para çıkarır, şak diye masaya vurur, “Osman, al sana para” der. Sonra ceketinin yan ceplerinden, pantolon ceplerinden deste deste paralar çıkarır, masaya koyar, “İşte Osman sana para” der her defasında, Osman Yüksel’in ağzı açık, şaşkın, adeta panik ve kriz halinde, “Üstat yapma, yapma” diye haykırıp durur.
*
1952 yılında, Malatya’da, Vatan Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Hüseyin Üzmez adında bir genç tarafından vurulması, üstada tekrar hapishanenin yolunu açar. Sezai Karakoç’a göre, on yedi yaşında bir delikanlı olan Üzmez’in Yalman’ı vurmasının sebebi, Cumhuriyet tarihinde bir gazetenin ilk defa bir güzellik yarışması tertip etmesidir. Yalman’ın bu girişimi Büyük Doğu’da şiddetle eleştirilir, yazıyı okuyan Üzmez de onu vurmaya karar verir. Evinde yapılan aramada Büyük Doğu dergisi bulunur, işin ucu gelip üstada dayanır, basın bastırır, Necip Fazıl ile Osman Yüksel hadisenin üzerinden dört gün geçtikten sonra tutuklanırlar.
Sezai Karakoç, ilk görüş gününde üstadı hapishanede ziyaret eder. Tek başınadır. Malatyalı sanıkların kalabalık akrabalarıyla birlikte ziyaret yerine giderler. Üstadın daha sonra “Cinnet Müstatili”de anlattığı gibi bütün bu kalabalığın sadece kendisi için geldiğini sanır, oysa o kalabalık ziyaretçi grubu içinde onun tek bir ziyaretçisi var; o da Sezai Karakoç’tur, onu hapishanede ziyaret etmek, Sezai Bey’in deyimiyle o sırada “cesaret” ister. Üstada istenen ceza idamdır. Uzun duruşmalar neticesinde günün birinde Sezai Bey yanına kardeşini de alarak üstada yaptığı mutat ziyaretlerden birisinde daha bulunur. Ellerinde meyve poşetleri vardır. İçeri alınmayı beklerken hapishanenin kapısı açılır, üstat gayet mağrur, dışarı çıkar. Sezai Bey üstadın kendisini karşılamaya geldiğini sanır, oysa üstat tahliye edilmiştir. “Tahliye olacağımı nasıl öğrendin de geldin” diye sorar üstat, bir taksiye biner Ulus’a giderler, Necip Fazıl orada bir takım elbise alır, beraber Cumhuriyet Yıldız Lokantası’nda yemek yerler. Oradan da Bağlum’a, Şeyh Abdülhekim Arvasi’nin kabrini ziyaret ederler, üstat mezarında bitmiş birkaç dal kuru ot alıp cüzdanına koyar. Akşam yeğeninin mimarlık ofisine giderler, davadan azlettiği avukatı gelir ziyaretine, gelirken de üstada bir şişe viski getirir, Karakoç’un yazdığına göre bu yüzden avukat ağır bir fırça yer, Sezai Bey şu soruyu sorar:
“İslam davası için hapse girmiş bir insanın tahliyesini kutlamak için gelen tek kişi hediye olarak içki getirmişti, kaderin bir ironisi mi?”
*
Sezai Karakoç, Mülkiye’de talebeyken, Necip Fazıl’ın da “Büyük Doğu”yu finanse etmek için, hayatının önemli bir kısmı, başvekil Menderes’in “örtülü ödenekten” vereceği para için Ankara’da beklemekle geçer. Sezai Bey de hemen hemen her gün üstadın yanındadır, bir ihtiyacı olur, bir şey ister diye hazır vaziyette... Mesela daha önce bir mağazada bir yelek beğenmiş üstat, pazarlık yapmış, satıcı 52,5 liradan kuruş indirmemiş. Otururlarken bir yerde üstat çıkarıp 50 lirayı vermiş Karakoç’a, dükkanı tarif etmiş, vitrindeki yeleği satın alıp getirmesini istemiş ama satıcı 50 liraya vermez. Karakoç’ta da para yok, atkısını rehin bırakır bir büfeye, iki buçuk lirayı denkleştirir, yeleği alır getirir, ama 50 liranın üstünü tamamlamak için atkısını rehin bıraktığını söylemez üstada, üstat da yeleği 50 liraya nasıl aldığını sormaz. Mühim olan üstadın sevdiği yeleğe kavuşmuş olmasıdır.
Başbakanlık o zamanlar, bakanlıkların bulunduğu Kızılay’a yeni taşınmış, hemen hemen her gün Kısakürek para işi için Başbakanlığa uğrar yanında Sezai Bey’le. O içeri girer, şair de parkta onu bekler. Her defasında da başvekil onunla görüşmez, müsteşar yardımcısının odasında bir süre bekledikten sonra geri döner.
Bir kez de Ramazan ayında giderler. Sezai Karakoç oruçlu ama Necip Fazıl oruçlu değil. Kendine göre iki sebebi var, ilki sigara tiryakiliği buna izin vermiyor ikinci en önemli sebebi ise, “Başbakanla görüşmesinde gerektiği gibi konuşamamak korkusu” oruç tutmasına engel! Oruçlu oruçlu Başbakanla görüşürse eğer, derdini iyi anlatamaz! Neredeyse bütün Ramazan böyle geçer. Ankara’da bir türlü görüşemediği Menderes’i çıktığı yurt seyahatlerinde de “rahat bırakmaz” üstat. Bir kez Muş’tayken Başbakan, Sezai Bey’i peşine takar, postaneye giderler, üstat Menderes’e şu telgrafı çeker:
“Etmesinler feramuş. Stop.
Olurum sonra hamuş. Stop.
Ana hat bizimledir. Stop.
Ankara-Edirne-Muş. Stop.”
Karakoç’a göre üstat bu telgrafla Başbakan’ı “para vermezseniz ben düşmanlarınıza olan hücumlarımı durdururum, ayrıca unutmayın ki Türkiye de benim arkamdadır” diyerek tehdit etmiyor, büyük bir şair olan Necip Fazıl kendi “menfaati” için Menderes’e tehdit yöneltmez, o bir sitemde, bir uyarıda bulunuyor, o kadar. Maddi bir talepte bulunuyor tamam ama asıl kastı manevidir, asıl demek istediği “Bizi unutmasınlar, yani Muş Demiryolunu açıyoruz, büyük kalkınma yapıyoruz diye bizi unutmasınlar, kalbimizi kırıp tam bir inzivaya çekilmemize sebep olmasınlar, toplum mücadelemiz için gerekli imkânı sağlasınlar, dergi için parayı versinler, çünkü asıl hizmet bundadır, bütün Türkiye bizimle beraberdir”. Üstat biliyor ki o yazı yazmayı bırakırsa, Menderes çok üzülecek!
*
“Büyük Doğu” Ankara’ya taşındıktan sonra Sezai Karakoç her işe gönüllü olarak koşar. Necip Fazıl, Karakoç’un demesine göre her işe koşmak zorunda olduğu için ramazanda oruç tutmaz. Sezai Karakoç ise çalıştığı dairede öğlen tatillerinde ve mesai bitiminde yardımına koşar. Ramazan ayı boyunca akşamları gazetede çalışır. Tam iftar vakti gelince üstat, “Dur gitme sana bir şey söyleyeceğim,” der. Bu arada iftar vakti geçer, bir iki saat sonra, “Neyse gidebilirsin, mühim bir şey değil, yarın konuşuruz” der. Sezai Bey, “Ne hikmetse, o ramazan ayı boyunca üstat her gün aynı şeyi yaptı” der sonrada bu “zalim”davranışına da bir gerekçe yazar:
“Kendi oruç olmadığı ve çok meşgul olduğu için benim orucumu bile açmadan öylece beklediğimi düşünemiyordu. Tabii ki ben de üstada, ne söyleyecekseniz söyleyin, ben orucum iftar için eve gideceğim diyemiyordum. Belki bugün insana tuhaf gelir bu durum ama bizim o zamanki terbiye anlayışımız böyle pişkin davranmamıza izin vermezdi. Bekle dendiği için oradan ayrılıp iftarımı yapıp da dönemiyordum.”
1956 yılında üstadın bankadan aldığı borcuna kefil olur Karakoç. Zamanı gelir borcu ödemez üstat. Karakoç’a bankadan üst üste uyarılar gelir. Tam o sırada Büyük Doğu’nun yazı işleri müdürüyle de aralarında tatsız bir konuşma geçer. Üstat bu tartışmada müdürden yana tavır alır. Bunun üzerine Sezai Karakoç kırılır, uzun bir süre Büyük Doğu’ya uğramaz. Bu arada gazete kapanır, borçları Sezai Bey’in üzerinde kalır, o da üstada durumu bildiren bir mektup yazar ama cevap almaz. Banka onu sıkıştırdıkça sıkıştırır, ailesi Ergani’den gelirken sattıkları eşyalarının parasına kendi maaşını ekler, üstadın bankaya olan borcunu öder. Bu “zalimce”davranışına da gerekçesi hazırdır:
“O zamanın parasıyla hepsi 2 bin 500-3 bin lira kadar bir paraydı. Çok bir para değildi. Ama olmayınca sıkıntı büyük olmuştur.”
Yazı işleri müdürüyle tartışınca üstadın müdürden yana tavır koyması ve onu oldukça zor durumda bırakan bu borç meselesi Necip Fazıl’la arasına soğukluk sokan ilk hadisedir.
Bu hadise üzerine 1960’lı yılların ortalarına kadar az görüşürler. Bu sırada çıkan “Şahdamar” kitabına dair Necip Fazıl bir yazı yazar, şiirini över. Karakoç, “kendini önemsememek için” üstadı arayıp teşekkür etmez, bu durum üstadın çok zoruna gider, ilk görüşmede “yoksa yazımı beğenmedin mi?” diye sorar üstat. Beğenmemek de laf mı, o “utancından” üstadı aramamıştır.
*
Yazıya Cemal Süreya’dan bahisle girmiştik. Anılarının Necip Fazıl’la ilgili bölümlerini okuyunca, bütün bu olup bitenleri yazmasına sebep olan kişinin Cemal Süreya olduğu çıkıyor ortaya. Meğer Cemal Süreya sağda solda, “yarım yamalak, kulaktan duyduğu” kefalet meselesini abartarak anlatmış, işi “çığırından çıkararak” Sezai Karakoç’un burslarını Necip Fazıl’a yedirdiğini, bu yüzden “aç dolaştığını” anlatmış, memur olunca da “maaşı kaptırmamak için yarısını cebine koyarak kahveye gittiğini” söylemiş her yerde.
Belli ki, “ranza arkadaşı” Cemal’in bu sözleri Sezai Karakoç’u çok üzmüş, işin gerçeğini kendi ağzından herkes duysun diye de hatıratını yazmaya karar vermiş.
Benim hatıraların Necip Fazıl’la ilgili bölümlerinden anladığım bu.