Bazen ne yazacağımı bilmeden otururum yazının başına. Bugün de öyle oldu. Uzun süre debelenip durdum. Bir yığın kitap karıştırdım. Ufak tefek şeyler okudum. Uzun uzun not defterime baktım. Pencereden dışarıyı seyrettim. Tekrar masaya oturdum. Perdelerini çektim otel odasının, oda loş olsun istedim. Sonra tekrar perdeleri açtım, bu kez içeriye ışık dolsun istedim. Kafamın içinde ufak tefek fikir kırıntıları var, hangisinden bir yazı çıkacak bilmiyorum.
*
Van-Ankara uçağında okuduğum ve ilk defa tanıştığım Kuzey Avrupa’nın yaşayan en büyük yazarları arasında gösterilen Norveçli Dag Solstad’ın “Profesör Andersen’in Gecesi” (YKY) romanı mesela… Bir roman gibi başlar, hikâye ilerledikçe metin bir denemeye dönüşür; varoluşsal bir denemeye. Romanın başkahramanı, elli beş yaşlarında saygın edebiyat profesörü Pal Andersendir. Profesör, bir Noel gecesini evinde yalnız geçirirken, bir ara yemek masasından kalkar, pencereden dışarı bakar ve karşı binada işlenen bir cinayete tanık olur. Şimdi cinayeti polise ihbar etsin mi etmesin mi? Bu kararsızlık hali onu inandığı sandığı birçok şeyi sorgulamaya götürür. Toplum içindeki rolü nedir? Edebiyat ve sanat neden önemlidir? Bu sorulara cevap ararken, inancını, ahlakını, adalete dair fikirlerini sorgular…
Pencere kenarında oturmuş, karşı pencerede Hitchcockvari bir cinayete tanık olmuş olan Profesör Andersen geçmişini sorgularken bir ara, kendi kuşağından aydınların tavrını getirir aklına. 1950 ila 1970 yılları arasında radikal solcu, çoğu Maocu fikirleri savunmuş olan Norveç aydınlarını… Ülkesi Norveç’te, hiçbir geçim sıkıntıları olmayan, siyasal baskı görmemiş, fikirleri yasaklanmamış olan bu insanların, elde ettikleri statüye, rahat hayata rağmen neden toplumsal düzeni kökten değiştirecek radikal fikirlerin peşinde koştuklarını sorup durur kendine. Egemen güçlere, devlet düzenine içten içe karşı oldukları halde aynı düzenin ayakta kalmasını sağlayan aktörler olduklarından habersizlerdi sanki demeye getirir. Konumları itibariyle, hepsi başhekim, şef psikolog, daire müdürü, üniversite hocası, ünlü aktör, sinema aktristi, ulusal bilinç yaratan yazarlardı; sosyal statülerine uygun bir şekilde yiyor, içiyor, yaşıyorlardı, yazlık evleri, arabaları, tekneleri vardı, iyi para kazanıyorlardı, hepsi refah içindeydi. Bu halleriyle muhaliflik yaparken, toplumsal düzenin asıl yürütücülerinin kendileri olduklarının ya farkında değil ya da bunu kabul etmiyor, “oldukları şeyi inkâr ediyorlardı,” yazara göre.
Bizde de öyle değil miydi sahiden?
Romanı okurken aklıma Halil Berktay’ın birkaç günden beri “Serbestiyet”te başlattığı “Solun Kültür Serüveni” başlığı altında “değişimi kabullenme sorunu” olarak adını koyduğu mesele geldi. Halil Hoca’ya göre, isterseniz 1908 Jön Türk devriminden, isterseniz 1923 Cumhuriyet ilanından başlatın, o zamandan beri Türkiye’nin içinde yaşadığı belli bir siyasal-kültürel paradigma vardı, o paradigma şimdi iflas etti. Memleket yeni geçişlere gebe, hatta doğum evresi başlamış bile. İdeolojilerin önerdiği hiçbir çare derdimize derman olmadı şimdiye kadar. Ne sosyalist solun “devrim” fikri, ne bazı İslamcı aydınları “şeriat düzeni” ne aşırı sağcıların “kızıl elma düşü” ne Kemalistlerin “aydınlanmacılığı” şu ana kadar bizi bir yere ulaştıramadı. Peki yeni dönemde yeni çıkış yolu nedir? Hocaya göre “yeni bir kültürün, yeni bir birlikte yaşama tarzının, yeni bir toplumsal varoluş anlayışının gerçekleşmesinden başka çare” görünmüyor.
Çatışmacı siyaset üzerine oldukça kafa yormuş, çağımızın en önemli düşünürlerinden Jacques Rancière de Halk TV’den Kürşad Oğuz’a verdiği bir röportajda, günümüzde bütün dünyada sağ ve solun, güçlenen yabancı düşmanlığı karşısında artık aynı şeyleri söylediğini, solun bir tür sağcılık olan liberalizmle ortaklık yaptığını, “sağcılık ve solculuk” gözlüğüyle günümüzün dünyasını anlamanın mümkün olamadığını söyler, zira “dünyanın düzeni zıtların uyumundan oluşur” alime göre.
Dönelim yine Halil Hoca’nın söylediklerine ve bulduğu çareye. Ona göre çare, “kültürel kutuplaşmanın” aşılmasındadır. Hem sağın hem solun, her iki mahallenin kendi kendisiyle hesaplaşıp, diğerinden, ötekinden yeni şeyler öğrenerek kendine yeni bir şekil vermesi ve zaman içinde kaynaşmasından başka bir yol görünmüyor. Şehirler mahallelerden oluşur. Eskiden olduğu gibi mahalleler “gavur mahallesi”-“Müslüman mahallesi” diye ayrılmıyor artık. Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye” romanı geçmişte “birbirimizden ne kadar uzaktık” hissiyatından başka bir hissiyat yaşatmıyor insana artık, Fatih’le Beyoğlu’nu çok uzun süre aynı partinin, Ak Parti’nin belediyeleri yönetti. Yahya Kemal’in “ezansız semtleri” kayboldu, bütün semtler aynı ezanla açıyor iftarı şimdi. En seküler, en materyalist insanların toplandığı bir partide başörtülü yöneticiler göreve geldi bir süre önce. İslamcı diye bilinen partilerde başı açık kadınları oturuyor yönetici koltuklarında. İslamcılar da Kemalistler de sosyalistler de -parayı bulmuşlarsa eğer- “ben şu sitede oturmam”, “akıllı ev bana göre değil”, “bu araba beni bozar” demiyor. Oğuz Atay kimin romancısıdır sahiden? İslamcılar, solcu-sosyalist olarak ölen Oğuz Atay’ı solculardan daha çok sevip sahipleniyor şimdi. Sezai Karakoç’la Cemal Süreya’yı kim ayrı kampların şairi olarak bir yere itebilir şimdi? Sezai Karakoç şiirindeki derin keder, azap hali, insanı imana çağıran çığlığı çoktan Edip Cansever’in materyalist dünyasından başka dünya tanımamış karşı mahalledeki insanın yüreğine de dokunmaya başladı. İnsanlar bu sürede birbirini keşfetti. Bütün İslamcıların “mürteci” olmadığını, bütün komünistlerin de “Allahsız” olmadığını gördü. Her MHP’li “faşist” değildir, faşizmin bir seçkinler ideolojisi olduğu keşfedildi. Son seçimlerde CHP’nin Ankara’da kazandığı adayların önemli bir kısmının eski “bozkurtçu” olduğu söyleniyor şimdi. O halde mahallerden çıkıp şehre dağılanların ortak buluşma mekanlarının zamanı çoktan geldi. Kaynaşmanın vaktidir. Yapıcı bir siyasal öneri, kimden gelirse gelsin, herkesin yararınaysa eğer ortak fikir olarak kabul görmeli. Berktay’ın deyimiyle makul bir “demokratik merkez” herkesin her fikri tartışabildiği bir buluşma mahfili olabilir. Kültürel anlamda da “yeni bir “kültürel melezleşmeyi” öneriyor Halil Hoca tıpkı benim de düşündüğüm gibi.
Bu mümkün mü bilmiyorum ama bunu konuşmak önemli.
*
“Profesör Andersen’in Gecesi”ni okurken altını çizdiğim satırlara gitti aklım tekrar. Romanın sonlarına doğru, Profesör Andersen “katil” diye şüphelendiği Henrik Nordstrom’u evine davet eder. Henrik Nordstrom, profesörün evindeki kitapların çokluğunu görünce şaşırır. Bunların tümünü okuyup okumadığını sorar profesöre, o da çoğunu okuduğunu söyler. “Bütün okuduklarını hatırlıyor musun?” der. “Evet, çoğunu” diye cevap verir profesör. Adam şaşırır, “Bunların hepsi kafanın içinde mi senin” diye sorar hayretle, profesör başını “evet” anlamında sallar.
Sahi, okuduklarımızın kaçta kaçı zaman içinde kafamızın içinde kalıyor? Hafıza yakın geçmişe nazaran, uzak geçmişe daha torpilli davranıyor sanki. Yeniye göre eskiyi daha iyi hatırlıyoruz. Belleğin bir oyunundur belki, belki de hafızanın zaman karşısında direnci…Mesela çocukluğumda okuduğum romanların çoğunu hatırlıyorum şimdi. O kitabı okurken muhayyilemde oluşan evren, o kitabın evreni olarak dünyamın bir parçası haline geldi zamanla. Zaten iyi romanların bir faydası da gerçek dünyadan kaçış için sana rüzgarla koşan rahvan bir at, hız sınırı tanımayan bir vasıta sunmalarıdır. Ne zaman gerçek dünyanın kıyıcılığından, zulmünden, tahammül edilemez ıstırabından, kederinden kaçmak istesem, bir zamanlar kitaplardan inşa ettiğim o büyülü dünyaya kaçarım hızla.
Edebiyat dünyaları birbirine yaklaştırdı, ayrı ayrı insanlara aynı umutlu dünyayı sundu. Aslında gerçek dünya da son yıllarda az biraz edebiyatın dünyasına benzemeye başladı. Gerçek hayat ile kurgusal evren birbirine karıştı.
Çok uzun bir süreden beri Avrupa’da güçlü romancılar, iyi şairler yetişmiyor artık. Varlık gösterenlerin çoğu da başka dünyalardan Avrupa’ya göçmen olarak gelenlerdir. Uzakdoğu’nun soluğu Avrupa’nın kısır entelektüel-kültürel dünyasının ensesinde boza pişiriyor şimdi.
*
Profesör Andersen ile profesörün “katil” diye şüphelendiği Henrik Nordstrom sohbet ederlerken bir ara söz Uzakdoğu’ya gelir. Orada olup bitenler üzerine konuşurlar. Yazara göre, “zamanı önce ve sonra diye ayıracak çizgiye geldik, bir çağ atlaması sürecindeyiz”. Tam da demek istediğim bu benim de. Bizim memleketimizde de olan bu, Halil Hoca’nın işaret ettiği yeni durum da bu. Yazara göre “Uzakdoğu’da müthiş bir hareketlilik var. Her şey değişecek. Doğu Batı olacak, Batı Doğu olacak ve bu ikisi asla bir araya gelemeyecek. Milyarlarca insan. Milyarlarca kişi Doğu’da Batılı olacak. Her bir Çinli sabah kahvaltısında yumurta yiyecek olduğu taktirde bu dünya batar. Bu kadar basit. Yani bildiğimiz dünya. Yakında bir şeyler olacak.”
Bu gerçekleştiğinde okuduğumuz kitapların bize faydası olacak mı? Bilicimizde yarattığımız dünya, oluşmakta olan yeni dünya karşısında ne kadar direnebilecek? Bizi kurtarsın diye kimi imdadımıza çağıracağız?
*
Yazılarımda arada bir sözünü ettiğim, çocukken gözlerindeki ışıktan mahrum kalan, dünyayı görmektense o dünyayı hafızaya alıp onun gözüyle onu seyretmeye yeltenen ve bunu büyük ölçüde başarmış olan ağabeyim dengbêj Abdulkadir’in ta çocukluğumdan beri her mecliste anlattığı Kürtçe bir “Kıyamet Kasidesi” var. Mahşer günü; kalbinde imanla ölmüş olan insanlar büyük bir panikle uyanır. İçinde bulundukları kaosu sonlandırsın, peşine takıp kendilerini de cennete götürsün diye teker teker bütün peygamberlerin kapısını çalarlar, hepsi çaresizdir, gittikleri her yerde herkes onları Resul-i Ekrem’e yönlendirir. En sonunda efendimiz Muhammed peygamberin eşiğine varırlar. Muhammed peygamber de “herkes kendinden sorumludur, sizler için ancak duacı olabilirim” der onlara.
İnsanların, onları kurtarmak için gidecekleri hiç kimsesi yoktur artık. Amelleriyle kalırlar, günahları ve sevaplarıyla Sırat Köprüsü’ne yürüyecekleri anı…
Tek bir kurtarıcı orada bile yoktur. Allah, kulları için uygun gördüğü şey neyse onu yaşatacak onlara!
*
Profesör Andersen’in “katil” diye şüphelendiği kişi, evin bütün duvarlarını kaplamış olan kitapların önünde durur ve “O gün geldiğinde şu kitapların sana söyleyeceği bir şey kalmayacak artık” der profesöre. “Ve bütün bunları kafasının içinde tutan sen” diye devam eder, “Zavallı sen!”… Profesör Andersen, ne olursa olsun, isterse Doğu Batı, Batı Doğu olsun, isterse kıyamet kopsun bütün bu kitapları aklında tutuyor olmasının bir dezavantaj değil, bir avantaj olduğunu söyleme ihtiyacı duyar ona. Sonra biraz düşünür, “Kim bilir, belki de günün birinde çok az kişiye nasip olacak bir mutluluk yaşatır bana bu kitaplar” diye bitirir sözünü.
*
Bütün bu kargaşa, bütün bu hengâme, bütün bu Doğu’yu Batı’ya, Batı’yı Doğu’ya götürme çabası, birinin bir ötekini ezip geçme isteği, ölümler, savaşlar hepsi daha mutlu bir hayat için değil mi? Kimi kargaşada arar onu, kimi bizim profesör gibi kitapların sayfaları arasında…
Küçük bir mutluluk yaşama isteği! Ne kadar küçük bir istek ilk bakışta ama ulaşılması ne kadar meşakkatli bir iş değil mi?
İki kedi kendi aralarında konuşuyorlarmış, biri ötekine demiş ki,
“Ben hayatta iki şey biliyorum: Birincisi mutluğun kuyruğumda olduğunu. İkincisi onu yakalamanın imkânsız olduğunu. Ne kadar uğraşsam da kuyruğumu yakalayamıyorum.”İkinci kediye söz sıra gelmiş, o da demiş ki:
“Ben de hayatta iki şey bilirim: Birincisi mutluluğun kuyruğumda olduğunu. İkincisi onun hep benimle olduğunu. Biliyorum ki ben ne kadar koşup oynasam da uzaklaşsam da mutluluk daima peşimden gelecek.”
*
Bazen ne yazacağımı bilmeden açarım bilgisayarımı önüme. Çoğu yazıyı önceden kurgulamam. Takılırım bazen bir kelimenin, bir imgenin, aklımda kalan bir cümlenin, duyduğum bir hikâyenin, okuduğum bir kitabın peşine, o beni götürür gideceği yere. Profesör Andersen bugün beni bir yere götürdü mü bilmiyorum ama bildiğim bir şey var: Sanat eserlerini bize bir şey “versinler” diye sevmeyiz, onları sevmemizin asıl sebebi hayatta olduğumuzu bize hissettirmeleridir. Bu da bizi kendi gözümüzde değerli kılar.
Bizi mutlu eden şey de budur işte.