Oğlum küçükken, masallara sahiden inanıyorken; masal gibi saf, masal gibi huzurlu, masal gibi basit, masal gibi dertsiz, insanın içinde sınırsızca koştuğu bir gelincik tarlası sanıyorken hayatı yani; gece uyumadan önce ona mutlaka içinde balonların uçuştuğu, uçurtmaların bulutlara asıldığı, hayvanların insanlarla konuştuğu, balıkların beğenmediği akarsulardan denizlere doğru yüzdüğü, rüzgarla koşan atların mesafeleri kısalttığı, bir ayağı yerde bir ayağı gökte devlerin kibrit çocuklara yenildiği, sihirli halıların uçak vazifesi gördüğü, dile benden ne dilersin diyen sihirli lambaların etrafı aydınlattığı bir dünyayı yattığı odaya getiren, hep onun hayal ettiği şekilde mutlu sonla biten umut dolu bir masal okurdum her gece.
O sırada birlikte masal alemine dalar, gezeceğimiz yerlerde gezer, uçacağımız şeylerin üzerinden uçar, masalın sonuna geldiğimizde ben okumadan, son cümleyi ezberlemiş gibi o tekrarlardı:
“Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar.”
Bir çocuğun muhayyilesinde “sonsuzluk” nasıl bir şeydir dersiniz? Kızımla oğlum büyüyünceye kadar bu soru hiç çıkmadı aklımdan. Ölüm fikrinden uzak, hayatın bir sonu olduğunu henüz idrak etmemiş biri için yaşamak ne anlama geliyor sahiden? Bir çocuk için yaşamak, her şeyden evvel annesinin yaşamasıdır bence. Çocuk kendi ölümünü aklına getirmez ama ölümün farkına vardığı andan itibaren önce annesinin ölümü düşer aklına. Ve o andan itibaren hep “ya annem ölürse” korkusuyla yaşar. Onu var eden, bu dünyada yaşamasını anlamlı kılan yegâne varlık annesidir çünkü.
“Anne-çocuk, çocuk-anne ve ölüm” ilişkisi Sezai Karakoç’un “Anneler ve Çocuklar” şiirindeki gibidir:
Anne ölünce çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde bir siyah çubuk
Ağzında küçük bir leke
*
Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünür gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne
*
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne
Bir çocuğun küçücük eli, annesinin yumuşacık avucunun içindeyse, dünyanın tek mutlu varlığıdır o. O anı da çocuk “sonsuzluk” olarak kaydeder belleğine. Anneden ayrılan bir çocuğun o kadar kalpten ağlamasının sebebi bu olsa gerek; anneden her ayrılık, sonsuza kadar ayrılık olarak gelir ona. Dünyaya gelirken çocuk annesinden koptuğu için ağlar, ölürken de ağlamasının sebebi budur büyümüş aynı çocuğun.
*
Bugün yeni yılın ilk günü. Biten yıldan ayrılmak, bir çocuğun annesinden ayrılmasına benzemez. Bizi yıla bağlayan bir şey yok, zaman bizim uydurmamız, “yeni yıl” dediğimiz şeyi icat eden biziz çünkü. Bu yüzden insan icadı bir şeyden ayrılmak kalpte bir sızı bırakmaz, tam tersine insan eski dediği şeyi hep geride bırakmak, yeni olana koşmak ister. Eskisini satıp yenisini alan birisinin eski arabasının arkasından gözyaşı döktüğü vaki değildir pek ama yenisi karşısında heyecanlandığını yaşayan herkes bilir. Yeni denen bir şey yok, o da insan icadı, yeniyi arayışı insanın zaman denilen kör kuyuda sonsuza sarkıtılmış bir halata tutunma çabasıdır, yolculuğun her merhalesinde eski biçimlerden değişmiş yeni biçimler çıkar karşısına ki, yeni dediğimizi aslında eskinin biçim değiştirmiş halinden başka bir şey olmasa gerek.
Bütün bunları bildiği halde insanlar, yeni yıl yaklaştığından beri birbirlerine “yeni yılın mutluluk getirmesi” temennisinde bulunup duruyorlar. Çok eskiden birbirlerine “tebrik kartı” yollayarak yapıyorlardı bu işi, şimdi telefonları aracılığıyla birbirlerine daha çok mesaj yazıyorlar. Telefon edip seslerini birbirlerine ulaştıranlar bile azınlıkta.
*
Bundan vazgeçsek, sadece yılda bir kez, o da yılbaşında birbirimize “mutlu yıllar” demesek, her sabah kalktığımızda “mutlu günler” desek birbirimize ve bunu yılın 365 günü tekrarlasak ne olur sahiden? Hiçbir şey; tıpkı yılbaşında, mesela bugün birbirimize “mutlu yıllar” dediğimiz halde yeni yılın mutluluk getirmeyeceğini hepimizin bilmesi gibi. Temenni ediyoruz sadece, çünkü hepimiz biliyoruz ki mutluluk dala konmuş, yolumuzu gözleyen, güzel öten bir kuş falan değil. Ama yine de onu varsayıyoruz. Sanıyoruz ki “Çok uzakta öyle bir yer var/ O yerlerde mutluluk var.” Biz sadece ona geç kalmış veya ulaşmak için bir çaba harcamamışız. Biraz zahmete katlansak varacağız ona.
“Öyle bir yer yok”, şairin düşündüğü “paylaşılmaya hazır hayat” bir safsatadır dersek, umuda kurşun sıkmaya kalkışmış oluruz ki, kimse kolay kolay umudu taammüden öldürmeye kalkışmaz. Çünkü onu kaybettiğimiz anda amaçsız kalır, ölürüz, hayat biter, insanı ayakta tutan tek şeydir umut, hele fakirse, umut onun ekmeği...
Hayatında hiç naylondan bir nesne görmemiş, uzun ömrünü saf doğanın verdikleri içinde geçirmiş, 1990’lı yıllarda köyleri devlet zoruyla boşaltılınca mecburi şehre gelmiş yaşlı bir kadın arkadaşının yaşadıklarını annem anlatmıştı yıllar önce. Oğlu bir gün çarşıdan aldığı bir deste yapma, plastik çiçekle gelmiş eve. Onları evin bir köşesine bırakmış. Çiçekleri o halde gören kadın üzülmüş, almış onları, toprakla dolu bir tenekeye koymuş ve ilk suyu, can suyunu vermiş. Sonra her gün tıpkı köyde yaptığı gibi o çiçekleri sulamayı kendine vazife edinmiş. Evine kimin yolu düşse önce çiçeklerini göstermiş. Çiçeklerin o kadar canlı, o kadar diri kalmalarını onlara gösterdiği şefkate bağlamış. Öyle ya, çiçeklere bakmazsan, onları her gün sulamazsan, arada bir güzel sözler söylemezsen solup giderler. Kadının çiçekleri, ölünceye kadar hiç solmamış. Tek mutluluk kaynağı olan yapma çiçeklere gösterdiği özen onu biraz daha hayata bağlamış…
Ömrü çiçekler arasında geçmiş bir kadın naylon çiçekleri gerçeğinden ayırmaz mı diye soracaksınız. Haklısınız, aynı soruyu ben de sormuştum anneme. Annem, “Bilmez mi, bilir tabi, ama umut dediğimiz tam da budur oğlum,” demişti bana.
*
Peki, mutluluğun keşfi diye bir an var mı? Tarihimizin hangi döneminde girmiş hayatımıza dersiniz? Günün birinde bizi terk edip gidebilir mi? Yani bir başlangıç ve bitiş tarihi var mı mutluluğun?
*
Mutluluk, başlayıp devam eden bir süreç değildir. Bir andır. Bazen çok kısa bir an… Bir deklanşöre basma anında duyulan “klik” sesine benzer mutluluk. Gelip geçer. Bazen bir kuşun kanat çırpmasıdır, parmağı annesinin elinde bir çocuğun ayağa kalkma anıdır mutluluk, ağzından çıkan ilk kelimedir bir bebeğin (kelimenin nasıl bir kelime olduğu mühim değildir), bir kuşun ötüşüdür bazen, bilince akan bir şiir dizesidir, bir omuza konan baştır bazen, bazen bir bekleme yerinde, tren garı olsun, havaalanı olsun, otobüs terminali olsun beklediğinle karşılaşmadır; bir dalganın kıyıya vurmasıdır bazen, bazen gökten iplik iplik mehtabın denize dökülmesidir; uzaktan gelen bir türküdür bazen (Arguvan Ağzı olsa çok daha iyi!), bazen ıssız bir ormanda duyulan ince bir su sesidir. Demem o ki mutluluk bir andır, sürekliliği olan bir merhale değil… Çok bekledikten sonra gelen veya çok yürüdükten sonra varılan bir yer hiç değil. İnsanın kendisi veya hayalini kurduğu şeyle kurduğu bir bağdır sadece. Gün olur başını alıp gidersin, mutlu hissedersin kendini. Bazen uyanır uyanmaz gün ışığı pencerenden girer odana mutlu olursun, bir eski resim canlanır gözünde kısacık bir an için, bir yığın renk çılgınlar gibi dans eder içinde, o geldi sanırsın; bir ezgi çalar kulağına, bir mısra takılır aklına, bazen de ikisi aynı anda aynı ahenkle çoğalır yanında yörende mutlu olursun!
Bunların dışında bir durak değildir mutluluk. Hayatında bütün bu anların çoğalmasıdır.
O zaman memnun kalırsın hayattan!
*
Biz asri zaman insanları, eski zaman insanlarından daha mı mutluyuz dersiniz. Misal bundan otuz bin yıl önce mağaralarda yaşayan atalarımız mı daha mutluydu, yoksa modern zamanlarda lüks apartmanlarda, akıllı evlerde, muhteşem villalarda, tek katlı bahçe içindeki küçücük evlerimizde, içinde soğuk ve sıcak suların ayrı ayrı aktığı, soba derdi olmayan, pişen yemeklerin kokusunun eve dolmadığı huzurlu barınaklarda yaşayan bizler mi?
Ayda rüzgâr yok, bu yüzden Neil Armstrong’un ilk adımının (eğer gerçekten de oraya gittiyse) ayak izi hâlâ duruyormuş orada, ilk günde olduğu gibi sapasağlam hem de... Bundan 30 bin yıl önce mesela Chauvet Mağarası’na elinin resmini kazıyan isimsiz avcının eseri de... Kâinat var oldukça, ikisi de duracak oralarda bu durumda.
Günümüzün büyük alimi Harari -ki o da Gazze meselesinde kendi çağının birçok entelektüeli gibi vicdanına halel getirdi- bir ara pek meşhur olan kitabı “Sapiens”te şu suali soruyor gayet haklı olarak:
Eğer Ay’a ilk ayak basan Armstrong, bundan 30 bin yıl önce mağaraya elini çizen isimsiz ilkel avcıdan daha mutlu ölmediyse; bütün bu tantanaya, bu sanayi, bu bilişim devrimlerine, internete, yapay zekaya, bu kanlı savaşlara, bu şaşalı hayatlara, bu yoksulluğa, bu altüst oluşlara, bu depremlere, onca kanlı kavgaya, onca baş ağrısına, onca gözyaşına, onca sevince, inşa edilmiş, sonradan yıkılmış onca şehre, kurulup yıkılan imparatorluklara, piramitlere, gökdelenlere, deniz altlarına, ses sınırını aşan uçaklara, onca yasaya, anayasalara, hayat kurtaran tıbba, bilimsel gelişmelere, canlı bombalara, diri diri yakılan insanlara, vaat edilen özgürlüğe, kesik başlara, muhayyel demokrasiye, sömürü düzenine, özgür gelecek vaadine, sinemaya, edebiyata, şiire, resme, müziğe ne gerek vardı sahiden?
Sorunun cevabı yok bende ama bir şeyler daha söylemeden bir parantez farz oldu burada.
*
Neil Armstrong dedim de... 20 Temmuz 1969’da arkadaşı Buzz Aldrin’le birlikte ilk defa Ay’a ayak basacak Neil Armstrong ile astronot arkadaşları yolculuğa çıkmadan önce Vahşi Batı’da, Ay’a benzer bir çölde eğitim gördüler. Burası bir Kızılderili bölgesidir. Bir Kızılderili şefi ile astronotlar arasında geçen matrak bir hikâyeyi, yine Harari anlatıyor kitabında.
Çölde astronot kıyafetleri içinde bir ileri bir geri gidip gelen o yaratıkları görünce, ormanın derinliklerinde onları gözleyen Kızılderili Şefi saklandığı yerden çıkar, gider yanlarına, günlerdir burada ne yaptıklarını sorar. Astronotlar da yakında Ay’a gideceklerini, o yüzden burada talim gördüklerini söylerler. Kızılderili Şefi, bu habere pek sevinir. Zira Kızılderililer Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanırlar. O yüzden şef, astronotlara giderlerse eğer oradakilere bir mesaj iletmelerini rica eder. Astronotlar da kabul eder, şef kendi dilinden bir şeyler söyler, astronotlar hiçbir şey anlamaz, uzun süre uğraşarak sözü ezberlerler. Sonra da anlamını sorarlar, şef anlamını söylemeyeceğini, bu mesajın kendi kabilesiyle Ay’daki kutsal ruhlar arasındaki bir sır olduğunu söyler. Astronotlar şefin mesajını üsse getirirler, çözmesi için yerlilerin dilini bilen birini bulurlar. Herkes merakla gizli mesajın anlamını beklerken, çevirmen kahkahalarla gülmeye başlar. Sakinleşince de astronotların büyük bir dikkatle ezberledikleri mesajın anlamını açıklar onlara:
“Bu adamların size söylediği hiçbir şeye sakın inanmayın. Topraklarınızı çalmaya geldiler!”
*
İki yüz küsur yıl önce ipini koparmış bir sürü ipsiz sapsızın uçsuz bucaksız denizi aşarak gelip “topraklarını çaldıkları” mutlu Kızılderililer, başka bir “mutluluk arayışı” peşindeki beyaz adamın gelişiyle birlikte mutluluklarından oldular; mutlu yaşamak için oraya gidenler ise bulabildikleri mısır, fasulye, domates, kabak gibi bugün hayatımızın vazgeçilmezleri arasında yer alan sebzeler ve küpler dolusu altınla birlikte geri geldiklerinde kime “mutluluk” getirdiler dersiniz?
Hayatımıza giren her yenilik, vuku bulan her devrim bize daha büyük bir mutluluk vaat ederken tam tersi oldu galiba, yeni mutsuzlukların da sebebi oldu bütün bu muazzam gelişmeler.
“Tek yol devrim” diyerek bize gelecekte daha mutlu günler vadedenlerin, misal 17 Ekim Bolşevik Devrimi’nin sonuçlarını çok iyi idrak ettiklerini sanmıyorum. Bolşevikler Çar’ı devirdiler, milyonlarca zenginin kafasını kestiler, bütün toprakları devletleştirdiler, her şeyi evinin önünü süpürmekten aciz lümpenlerin, sefil köylülerin hizmetine verdiler, hülasa milyonlarca insanı öldürerek milyonlarca insana “mutluluk” getirdiklerini sandılar. Ama aradan çok geçmedi, devrimden önce Çar’dan nefret edenlerin sayısı ne kadarsa, komünist rejimde Stalin’den nefret edenler bir o kadar, belki de daha fazlaydı.
Demek ki mutluluk, vaat edilerek getirilen bir şey değildir.
*
Peki, nedir mutluluk?
Mutluluk, bir insanın hayatını “anlamlı ve değerli” görüp görmediğiyle ilgili bir şey olsa gerek. Etrafınıza bakın şöyle, elinizi sallasanız önemli insana değecek, ama değerli insanın sayısı o kadar az ki... Hayatlar da böyle... Hayatınız birilerinin gözünde “önemli” mi, sizin gözünüzde “anlamlı ve değerli” mi? Bu soruya cevap bulduğunuzda “mutlusunuz” bence. Hani feylesof Nietzsche’nin vecizesindeki gibi, “Yaşamak için bir sebebiniz varsa, her şeyle baş edebilirsiniz.”
Anlamlı bir hayatınız varsa, hiçbir şeyiniz yoksa da mutlusunuz; ama hayır anlamsız bir hayat sürdürüyorsanız, her şeyiniz olsa bile mutsuzluk içinde debelenip durursunuz.
Herkes gibi yaşıyorsanız ama hiç kimse gibi değilseniz, içiniz rahat olsun, mutlusunuz!
Hep birlikte mutlu bir hayat aramak... İşte o nafile!
*
Ha bu arada, tam da bugünlerde bir barış umudu daha filizlendi memleketimizde. Yeni yılda yıllardır beklediğimiz barışa kavuşursak eğer, hep birlikte mutluluk denizinde yüzmeyeceğiz kuşkusuz ama birkaç evladının canını kurtardık diye bir sürü anneyi mutlu etmiş olacağız. O birkaç annenin mutluluğunu hepimize, yani seksen küsur milyona bölüştürseler, emin olun her birimizin payına hayatımız boyunca aradığımız miktar ne ise, işte o kadar düşecek.
*
Yine de mutlu yıllar hepinize!
*
(Not: Bu yazının kısa bir versiyonunu yıllar önce yazmıştım. Her sene, biraz değişiklikle yeniden yayınlıyorum. Ama bitiş cümlesini hiç değiştirmiyorum.)