Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Rus klasiklerini neden seviyoruz?

        Uzun bir süreden beri yazılarımı takip eden ve her okumadan sonra sabahın erken bir saatinde mesaj yazan, genellikle de beğenisini ifade eden yeni tanıştığımız ama çok çabuk kaynaştığımız bir dostum geçenlerde, “Rus yazarlara doyduk, biraz İttihat Terakki yazalım hocam,” diye bir mesaj gönderdi. Hatta bir siparişte bile bulundu, “şöyle bir Bab-ı Ali baskını” döktürsem çok güzel olmaz mıydı!

        Bunun üzerine dönüp baktım, evet son birkaç ayda en çok Rus yazarlar üzerine yazmış, en çok on dokuzuncu asır Rus edebiyatına dair kelam etmişim.

        Bir Rus edebiyatı uzmanı mıyım, on dokuzuncu asır Rus romanı benden mi sorulur, değil tabii. Ben sıradan bir roman okuruyum. Peki, bendeki bu Rus romanı takıntısı nedir o zaman?

        Düşündüm ve cevabını buldum.

        Dünya klasikleri arasında biz en çok Rus klasiklerini seviyoruz ve okuyoruz da ondan.

        Peki, bendeki ve bizdeki bu Rus romanları sevgisi nereden geliyor?

        Sanırım bunun cevabını da biliyorum.

        Ruslarla birbirimize çok benziyoruz da ondan.

        Bu benzerlik “ruhlarımızın” benzerliğinden başka, tarihin belirli dönemeçlerinde (ama biz hep yüz yıl geriden gelerek) benzer siyasal gelişmeleri yaşamış olmamızdan kaynaklanıyor bana göre.

        *

        On dokuzuncu asrın sonuna kadar geniş topraklara geçen hükmümüz birbirine benziyordu. Bizde padişahlık, onlarda çarlık rejimi vardı. İkimiz de köylü toplumlarıydık. Önemli bir farkımız, onların köylüleri serf, yani köle, bizimkiler özgürdü. Onların köylüleri de mülksüzdü, bizimkiler de. Onların geniş toprakları soylu büyük ailelerin elinde, bizim topraklarımız ise padişahın, yani devletin malıydı. İki büyük imparatorluğun da münevverleri, köylülerden uzaktı, hatta onları tanımıyor, onlara yabancılardı. Sofralarına gelen yiyeceği üreten, evlerini temizleyen, çocuklarına bakan, kıymetsiz, ruhları beş para etmez, sadece güçlü bedenleri para yapan sefil insanlardı Rus köylüleri Rus aristokrasisinin gözünde. Peki, köylülerin onlara bakışı nasıldı? Sanırım bizim köylülerin devletine Şalvarı şaltağ Osmanlı/Eğeri kaltağ Osmanlı/Ekende yoğ, biçende yoğ/Yiyende ortağ Osmanlı” bakışından farklı değildi. Bizim köylüler ve yaşadıkları Anadolu toprakları, devleti yöneten münevverlerimiz için bir muamma, bir kapalı kutuydu. Ta yakın dönemlere kadar, “Orada bir köy var uzakta/Gitmesek de görmesek de/O köy bizim köyümüz” idi ama.

        *

        Bizim münevverlerimiz de Rus münevverleri de köylüleriyle “kurtuluş savaşlarında” tanıştılar.

        Onlar “kurtuluş savaşını”, bizden yüz küsur sene önce verdiler. 1812’de, Napolyon’a karşı verdikleri savaş, onları titretip kendilerine getirdi. Her şeyleriyle hayran oldukları, onlar gibi giyinip onlar gibi konuşan, sevdiği yemekleri yiyip onlar gibi dans eden Fransızlar, günün birinde durup dururken topraklarına saldırdılar. Napolyon önderliğinde başlayan bu saldırıya Rus aristokrasisi başta bir anlam veremedi, çoğu panikle, şaşkınlıkla etrafa dağılırken, Rus köylüleri ellerinde tırpanlarıyla “arş yiğitler vatan imdadına” diyerek cepheye koştular. Münevverlerden oluşan ordunun komuta kademesi, babalarının kapısında köle olarak çalışırken gördükleri o köylülerle cephede karşılaştılar. Savaş uzadıkça, cephedeki asker köylüler, komutanlarına ayak uyduracaklarına, komutanlar onların hayatına uydular. Yedikleri yemekleri yediler, ezgilerine kulak verip dertlendiler. Korkularını paylaştılar. İçlerinden birisi yaralandığında yarasını, onların yaptıkları doğal ilaçlarla sağalttılar. Aralarındaki en büyük engel “dil”di, aynı dili konuşmuyorlar, köylüler Fransızca bilmiyor, onlar da köylü Rusçasını bilmiyorlardı. Yavaş yavaş köylü şivesini kaptılar. Salonlarda, orkestra müziği eşliğinde yaptıkları vals dansını bir kenara bırakıp “balalaykalar” eşliğinde köylü dansı etmeye başladılar. Savaş bittikten sonra da bu alışkanlıklarını terk etmediler. Savaş bittiğinde çoğunun kalbi o zamana kadar zulüm ettikleri köylülere karşı merhametle doluydu. Çoğunun babaları savaşta ölmüş, yetim kalan köylü çocuklarının bakımını üstlenmiştiler. Birçok subay kılık kıyafetini değiştirip, köylüler gibi giyinmeye başlamışlardı. Köylü tütününü tüttürüp, onlar gibi sakal uzatıyordu.

        İşte bugün bayıldığımız, okumaya doyamadığımız Rus klasiklerinin çıkış noktası, bu muazzam “buluşma, kaynaşma, tanışma” ve sonrasında ortaya çıkan siyasal gelişmelerdir. Rus münevverlerinin hem kendi köylüsü hem de Avrupa’yla tanışması bu “kurtuluş savaşı” sayesinde oldu.

        *

        Moskova yangınında sonra, “yanmış yıkılmış bir şehri ne yapayım ben” diyerek atına binip kös kös Paris yollarına düşen Napolyon ve askerinin peşine aynı zabitan takımı, gerilla birlikleri halinde, aynı köylü müfrezeleriyle takıldılar. Ta Paris’e kadar onları kovaladılar. Bu vesileyle çoğu Paris’i de görmüş oldu. Bu “büyük takip” bittiğinde, hepsi memleketlerine “başkalaşmış” olarak geri döndüler. Gördükleri Avrupa, hayallerini de aşan bir Avrupa’ydı. Buhar keşfedilmiş, gemiler hızlanmış, tren denilen bir alet duman çıkara çıkara bütün uzun mesafeleri kısaltmış, tıp alanında muazzam yenilikler ortaya çıkmış, matematik, kimya, fizik, elektrik ve metalürji alanlarında devrimler olmuş, nüfus şehirlerde birikmiş, şehirler ışıl ışıl, yollar genişlemiş, çarşılar cıvıl cıvıl, şehirli züppelerin kıyafetler janti, tüccarlar dünyanın en uzak pazarlarına doğru çıktıkları bilmem kaçıncı seferlerinden dönüyorlardı.

        Memleketlerine dönen zabitan artık eski zabitan değildi. Her şeyleriyle değişmişlerdi, hayata bakışlarından tutun memleketlerinin geleceğine dair fikirlerine kadar… Dönünce, Avrupa’yla kıyasla “tarih öncesini yaşayan” bir ülke buldular. Yenilikçi fikirler böyle ortaya çıkmaya başladı Rusya’da. Her kafadan bir ses duyuldu. Kimisi kendilerine “halkın dostları” dedi (Bizde tam yüz sene sonra İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ile Murat Belge Ankara’da “Halkın Dostları” adıyla bir edebiyat dergisi çıkarmaya başladılar), kimisi liberalizm fikrine sarıldı, kimisi sosyalist, kimisi nihilist oldu, kimisi de birer “kaba köylü” esvaplarına bürünüp ortalıkta meczup misali dolaşmaya başladılar. (Bizde de bazı zengin şehirli evlerinde de köylü araç gereçlerinden oluşan “şark köşeleri” vardı bir zamanlar.) Bir kere Avrupa’da gördükleri sanayi devrimi, muazzam teknik ilerlemeler, bilimde yeni buluşlar mutlaka ülkelerine de taşınmalıydı. Tarihe merak saldılar, arkeolojiye, matematiğe, doğa bilimlerine kıymet verdiler. Folklor araştırmaları yaptılar. Bu büyük “entelektüel patlama” yaşandığında, halay başını şairler, romancılar, ressamlar, müzisyenler çekiyordu. Halk dilinden devşirdiği yeni Rusçasıyla Puşkin denilen bir şairin sesi duyuluyordu memleketin her yerinde. Onun hayranı ama en az onun kadar velut bir başka adam, Gogol denilen Ukraynalı bir yazar çıktı ortaya. Kırsaldan büyük şehre getirdiği “büyülü yeni bir dille” ve Puşkin’in teşvikiyle “Ölü Canlar” romanını yazdı. O zamana kadar romanda duyulmamış bir sesti bu ses. Romancının içine bir şair kaçmıştı adeta. “Çiçikov” denilen bir adam geliyordu bir sabah şehre ve “büyük hikâye” başlıyordu. O Çiçikov ki, kısa yoldan zengin olup “köşeyi dönmek” için şeytanın bile aklına gelmeyen bir yol bulmuştu. Kasaba kasaba, köy köy dolaşarak toprak sahiplerinin ölmüş serflerini kâğıt üstünde onlardan satın alıp, devlet dairesinde kayıtlarını yaptırıp kendini en fazla köleye sahip, itibar sahibi zengin bir beyefendi olarak pazarlamak istiyordu. Çiçikov’un 1800’lerin başında Rusya’da yaptığını, bizdeki kurnazlar ancak yüz seksen sene sonra, 1980’lerin ikinci yarısında, Turgut Özal iktidarı döneminde “hayali ihracatla” yaptılar. Aslında Banker Kastelli de, hayali ihracat yapan işadamlarının hiçbirisinin Çiçikov’dan farkı yoktu. Tek fark, Rusya’daki Çiçikov bir yazarın hayal mahsulü, bizdeki benzerleri ise kanlı canlı, yaşayan insanlardı.

        Arkasından da Gogol’un “Palto” hikâyesi sökün etti ve ondan epey zaman sonra Bolşevikler iktidara gelip o büyük edebiyatın çanına ot tıkayıncaya kadar ortaya çıkan kim varsa Turgenyev’den Tolstoy’a, Dostoyevski’den Çehov’a, Gorki’den Bulagakov’a, Lermontov’dan İvan Bunin’e kadar ama kim varsa, alayı Dostoyevski’nin deyimiyle Gogol’un “Palto”sundan döküldüler. Gogol, “Palto”da aslında bizi anlatıyordu. Hikâyenin kahramanı Akaki Akakiyeviç’e benzer yüzlerce memur çalışıyordu bizim devlet dairlerimizde de. Akaki Akakiyeviç’e benzer “vazifeşinas” Bekçi Murtaza’yı tam yüz sene sonra yazdı Orhan Kemal İstanbul’da.

        *

        Rus aydınları, Napolyon’u kovalarken Avrupa’yla tanıştılar demiştik. Peki, bizde durum nasıl oldu, biz nasıl keşfettik şu Avrupa denilen o büyülü kıtayı?

        Bizim münevverimizin Avrupa’yla, kendi köylüsü ve dolayısıyla romanla tanışması, bize çok benzeyen, benzer siyasal süreçlerden geçmiş, benzer bir “ruh” taşıdığımız, benzer davranış kodlarına sahip, benzer heyecanlar yaşadığımız Rusya’dan tam yüz sene sonra oldu. Gerçi bizim askerlerimiz, onların Paris’e gitmelerinden asırlar önce 1529 yılında Viyana kapılarına dayanmıştı ama talihsizlik işte, bizi “Avrupa’yla tanıştıracak” olan bu “sefer” bir biçimde akim kaldı. Yüz küsur sene sonra yapılan ikinci “sefer” de sonuç vermeyince, Avrupa 1668 tarihinden itibaren bizim için bir “kapalı kutu” veya “muamma” halini muhafaza etti. “Madem Avrupa’yı fethedemedik, bari keşfedelim” diyerek bu muammayı; Rusların Paris’i keşfinden hemen hemen yüz sene evvel, Paris’e atanmış olan ilk sefirimiz Yirmisekiz Mehmet Çelebi kaldırdı ortadan. Gerçi Çelebi treni falan görmedi ama yazdığı “Paris Sefaretnamesi” kitabıyla hiç bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını açtı bize. (Bu seyahatin en hayırlı sonucu İbrahim Müteferrika’nın, icadından üç yüz sene sonra matbaayı memleketimize getirmesine vesile olmasıdır.) Mehmet Çelebi, Paris’te topu topu beş ay kaldı. Oğluyla beraber geri geldiklerinde, yükleri bir hayli ağırdı, denklerinde yepyeni kitaplar, henüz hiç bilmediğimiz kıyafetler ve hiçbirimizin evine henüz girmemiş olan mobilyalar vardı. Bu yenilikler İstanbul’da yeni bir modanın doğmasına öncülük etti. Beraberinde getirdikleri resimler, mimariye tesir etti. Getirdikleri tablolar minyatür sanatında yeni bir dönem başlattı. Artık her şeyine özlem duyacağımız, keşke bizde de olsa diyebileceğimiz yanı başımızda bir Avrupa vardı, gitmesek de görmesek de o Avrupa bize mutlaka gelmeliydi. (Rusların şahit olup memleketlerine de gelsin diye yanıp yakıldıkları sanayi devriminin bizdeki etkileri ise onlar gibi olmadı. Biz işin sanayi kısmıyla pek ilgilenmedik, çok sonra “Batının ilmini, fennini alalım ama kültürüne elimizi sürmeyelim” diye çene yarıştırmaya başladığımızda, Rusya’yı nerdeyse boydan boya demiryolu sarmış, o demiryolundan bugün de birçok sanatçımıza ilham veren Çehov muhteşem hikâyeler devşirmişti.)

        Peki, bütün bunları edebiyatımıza yansıması nasıl oldu? Olmadı tabii, çünkü o tarihlerde bizde şiir dışında edebiyat yoktu. Romanla tanışmamız için daha iki yüz sene beklememiz lazımdı. Recaizade Ekrem modern anlamda ilk roman kabul edilen “Araba Sevadası”nı 1896 yılında yayınladığında, Rusya’da bugün hâlâ merakla okuduğumuz ve artık her birisi birer klasik olmuş Gogol’ün “Ölü Canlar”ından Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”ına; Tolstoy’un “Anna Karenina”sından Dosyoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”ine; Puşkin’in “Yevgeni Onegin”inden, Gonçarov’un “Oblomov”una kadar bütün o anıtsal kitaplar yayınlayalı yüz yıla yakın falan olmuş, üstelik aynı kitaplar Fransızcaya, İngilizceye, Almancaya çevrilmiş, Avrupa’da en çok okunan kitaplar arasına girmişlerdi.

        *

        Bizde edebiyatta ilk ürün verenlerin isimlerine bakın, hepsinin “zade”yle başladığını göreceksiniz. “Zadegânlar” resmi geçididir erken dönem Türk edebiyatı. Bu insanların tümü aynı zamanda devlet dairelerinde çalışan yüksek bürokratlardı. Yaptıkları edebiyat, kendileri gibi seçkinler için yapılıyordu. Halk dedikleri köylülere bu kitaplar ulaşmıyordu, zaten ne onlar köylünün Türkçesinden anlıyor ne de köylüler onları ağdalı Osmanlıcasını biliyordu. Müslüman köylünün bildiği tek kitap vardı; o da Kuran-ı Kerim’di. Onu okuyor, sonra da büyük bir saygıyla muhafazasına koyup evinin duvarında yüksek bir yere asıyordu. Bunun dışında onun için edebiyat, köy kahvelerinde meddahların anlattıkları kahramanlık hikâyelerinden ibaretti. Köylülerin bu halinden, Mabeyinde kâtip, Halep’te Musul’da vali, bilmem nerde mutasarrıf, mektepte muallim, orduda zabit olan “zadegân takımından” yazarlar bihaberdi.

        Tıpkı Rus aydınları gibi, Türk aydınları da İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’ya gittikten, “kurtuluş savaşına” fiilen katıldıktan sonra köylülerle karşılaşıp onları yavaş yavaş tanımaya başladılar.

        Yakup Kadri’nin aslında bir zabit olan kahramanı Ahmet Celal, pis, değersiz, kaba, karanlık bir âleme bir “yabancı” olarak düşer. Ne kılık kıyafeti, ne oturup kalkması, ne de dili benziyor bu tuhaf dünyadaki sefil köylülere. Bu roman Türk münevverinin beynine inmiş ilk balyozdur. Ancak bu balyoz, Çiçikov gibi karakterlerin önünü açmadı ne yazık ki. Çünkü biz yavaş yavaş iki kampa ayrılmış ve edebiyata hasmımızı alt etmek için kullanacağımız bir silah muamelesi yapmaya başlamıştık bile. Bir grubumuz kuruluşumuzu Fransız ihtilalinin yaktığı meşalenin “aydınlığında” görüyor, öbür grup ise bin beş yüz yıl önce gökten inmiş bir “nurun” yolumuzu aydınlatma kudretine sahip olduğunu, bu yüzden dünyevi bir “ışık” aramanın beyhude olduğunu söylüyordu. Er meydanında vuruşma vazifesini yazarlar üstlendi. Edebiyat, hızlıca hizaya girdi. Yazarlar, kahramanlarına birer taraf buldular hemen. Rusların yaptığını yapmadılar, yani bütün kahramanları kendi “evlatları” olarak görüp onlara eşit mesafede yaklaşmadılar. Kendi yarattıkları imam, ağa, zengin tüccar gibi bazı kahramanları “düşman” belleyip onlara kılıç çektiler. Kendi görüşüne yakın fikirleri savunan kaymakam, öğretmen, devlet kapısında vazifeli kahramanlarına ise sevgiyle yaklaşıp her birisine birer “küçük ölçekli zafer” armağan ettiler. Dağa çıkıp yol kesen eşkıyayı yücelttiler. Köylüleri kutsadılar. Bazı şairler; Rus balalaykalarına benzeyen köylü türkülerini dinleyip “şairliklerinden utanmaya” başladılar. Bazıları o sefil köylülerin omuzlarına “sosyalist devrim” gibi tonlarca ağırlıkta bir yük bindirdiler. İçlerinden bir tek Kemal Tahir sürüden ayrıldı, “yapmayın, etmeyin, kötülük yapıyorsunuz edebiyata” dedi, hemencecik onu da “Tahirî tarikatının şeyhi” diye yaftalayarak düşman belledikleri kampa sürdüler.

        Buna karşılık Rusya’da; koyu bir dindar olan Dostoyevski, romanlarında Tanrının buyruğuna amade keşişlere, papazlara merhamet gösterip Raskolnikov benzeri dinsiz katillere hınç bellememişti mesela. Hatta belki de “Karamazof”larda daha çok papaz olan kahramanına kıymıştı. O bir anlatıcıydı, bize bütün çıplaklığıyla insanı anlatıyordu, kendi fikrine yakın insanı yüceltmek, fikrine uzak olanı da cehennemin dibine göndermekle uğraşmıyordu, o iş Tanrı’nın işiydi ve yazar kendi dünyasında yarattığı bütün kahramanlarının Tanrısıydı sadece, o Tanrı da hepsine karşı merhametli ve adildi. Yazar ne ceza dağıtan bir yargıç ne de madalya dağıtan bir muktedirdi.

        *

        Eğer bütün bir on dokuzuncu asır Rus edebiyatı, Dostoyevski’ye mal edilen deyimle “Gogol’un Palto’sundan çıktıysa”, o halde aradan bu kadar yüzyıl geçtiği halde hâlâ bayıla bayıla kendi yazarlarımızdan daha çok okuduğumuz bu edebiyata yön veren şey; bizde ziyadesiyle bulunan, Sait Faik’in hayatlarına dair muhteşem hikayeler yazdığı “küçük insanın” macerasıdır diyebiliriz. Klasik Rus edebiyatı destan geleneğinden gelmez, gümbür gümbür bağırmaz; mesela “kolbaşının kır atı” Tolstoy’un anıtsal eseri “Savaş ve Barış”ta bile şahlanmaz. Rus halkının Napolyon’a gününü nasıl gösterdiğinin romanı değildir bu roman, methiye dizmek, koçaklama yazmak Tolstoy’un işi değildir çünkü. O tıpkı kendisinden önce söz almış ustaları Gogol gibi, Turgenyev gibi başka bir şeyin peşinden koşar. Mesela “insan durup dururken neden savaşmaya başlar?” sorusunun cevabı, onun için Rusların Napolyon’a karşı destansı direnişinden çok daha mühimdir.

        Rus klasiklerinde tıpkı bizim gibi parasızlık çeken, ruhları daima üşüyen, tedirgin insancıklar vardır. Yazarlar bu insancıkların ruhlarını deşer. O ezilmiş ruhların tasvirinde çok, ama çok derinlere inerler. Yaşadıkları evleri, içtikleri lahana ve soğan çorbasını, yedikleri hıyar turşusunu, sofralarına gelen mantarı, bölüştükleri kara ekmeği o kadar iştahla yerler ki, sizin de canınız çeker, bu basit yemekler, o romanlarda dünyanın en leziz taamı olarak çıkar karşınıza. Zemheride, sıcacık bir paltonun içinde kendini hayal etmek veya ölmüş binlerce köleye kâğıt üstünde sahip olmanın vereceği gücü düşlemek onlar için her şeyin üstündedir. Kuşaklar arasında uzun mesafeler vardır, yani babalarla oğullar birbirlerine çok uzaktır, birbirleriyle daima çatışırlar. Ölüm ile hayat çoğu hikâyede başroldedir, birbirleriyle tıpkı babalar ve oğullar gibi kavga ederler. Adalet nedir, Rus toplumu bu kavramı nasıl algılıyor sorusunun ürünüdür mesela Raskolnikov denilen zat. “Zararlı bir yaşlı tefeciyi öldürdüm diye beni suçlayanlar, binlerce insanı ölümüne sebep olmuş Napolyon veya çarı neden ses çıkarmıyorlar?” diye içinden geçirerek azap çeker. Sadece yerüstünde yaşamıyor insanlar, bazıları da varoluşu yer altında ararlar.

        Kahramanlar tez canlıdır. Bir odada güzel güzel sohbet ederken bir grup arkadaş, içlerinden biri tuvalete gider gibi, arka odaya gidip intihar edebilir mesela. Bugün hepsi birer klasik payesine ulaşmış olan bu romanları okuduğunuzda, Rus insanının düşünüş, davranış biçimini, o toplumun yaşama alışkanlıklarını, az buçuk tarihini, milli şuurunu, zengin fakir, köylü aristokrat çelişkisini, devlet sistemini, bürokrasinin zulmünü, adalet anlayışını, aşkları için ölüm dahil her şeyi göze alan güçlü kadınlarını, votkayla nara atan, kadınlarından güçsüz ama her daim o kadın için düelloda ölmeye hazır erkeklerini tanırsınız. Hemen hemen hepsi size çok tanıdık gelir. Benzer bir devlet ve bürokratik düzeni kendi yanı başınızda hissedersiniz. Huylarıyla, davranışlarıyla, kof böbürlenmeleriyle, kendilerini dünyanın merkezinde görmeleriyle o kahramanların hepsi bize çok benzerler.

        *

        Ruslar kadar yazarlarına zulüm etmiş, onlara kıyıcı davranmış başka bir millet yoktur, ama yine Ruslar kadar yazarlarının sözüne kıymet vermiş, tabutlarının önünde kalabalıklar halinde saygı duruşuna geçmiş bir millet de yoktur yeryüzünde. Yazarlarına zulüm bahsinde biz de Ruslardan hiç geri kalmadık tarih boyunca ama yazarın sözüne gelince… İşte o yok bizde. Bizden tek bir yazar şu ana kadar Nobel aldı, neredeyse hep birlikte “bizi gâvura sattın bre densiz” deyip üzerine yürüdük sürüler halinde, adamcağız canını zor kurtardı elimizden.

        *

        Başlıkta sorduğum sorunun daha kısa bir cevabına gelince… Galiba kendi romanlarımızda aradığımız “bizi”, daha çok onların romanlarında bulduğumuz için seviyoruz Rus Klasiklerini… Sanırım bizim romanımızı onlar yazdılar.