Çok değil bundan on, on beş sene öncesine kadar, başka bir mahallede, fikri fikrime benzer, hayat biçimi benimkiyle aynı, aynı şeyleri düşünüp aynı şeyleri dillendirdiğimiz, kendimizden başka herkesi haksız gördüğümüz, memleket düze çıkıp refaha kavuşacaksa eğer bunun ancak fikrimizin iktidarıyla mümkün olacağına inandığımız bir “klanın” mensuplarıyla tatlı tatlı yaşarken, etrafımda sık sık mesela “üstat” kelimesini işitmezdim. “Üstat” başka bir mahallenin “dilinde” yer alan bir kelimeydi, onun yerine amelelerin, çırakların, daha alt sınıftan insanların kullanmaktan haz aldıkları “usta” kelimesi vardı bizde, sık sık o kelime geçiyordu cümlelerimizin içinden. (Refik Durbaş’ın 1978’de yayınlanan “Çırak Aranıyor” şiir kitabında yer alan “Elim sanata düşer usta/Yürek acıya/Ölüm hep bana bana mı/Bana mı düşer usta?/Sevda ne yana düşer usta/Hicran ne yana/Yalnızlık hep bana bana mı,/Bana mı düşer usta?/Gurbet ne yana düşer usta/Sıla ne yana/Hasret hep bana bana mı,/ Bana mı düşer usta?” şiirini daha sonra Zülfü Livaneli besteledi, İbrahim Tatlıses’ten Müslüm Gürses’e kadar okumayan icracı kalmadı, “usta” pek sevdiğimiz bir kelimeydi vesselam.) Yani anlayacağınız “usta-çırak” ilişkisini biliyor, “üstat-tilmiz” ilişkisini bilmiyordum henüz.
Sonra bir yolculuk nasip oldu bana. Merakım depreşti, mahalleyi terk ettim ama başka bir mahalleye de hepten sığınmadım. Orada, iki mahallenin arasında her türlü rüzgâra açık, korunaksız bir alanda tek tük çoban ateşlerinin yandığı derme çatma çadırlar kurulmuştu, o çadırlardan bir çadıra sığınarak iki mahallede olup bitenleri anlamaya çalıştım son yıllarda. Küs değildim kimseye, iki mahalle arasında gidip gelebiliyorum hâlâ.
“Hele bunlar nasıl yaşıyor, neyi nasıl düşünüyorlar, ne okuyup neyi tartışıyorlar” diyerek aşina olmadığım yeni mahalleye girer girmez, kulağıma en çok çalınan kelime “üstat” kelimesi oldu. Burada okumuş yazmış hemen hemen herkes birbirine “üstat” diye hitap ediyordu; hatta karşılaştığım bir yığın insan bana da “üstat” veya “üstadım” demeye başladı gayet doğal bir edayla.
Bana her “üstat” diye hitap ettiklerinde yerin dibine giriyordum. Ben “üstat” sıfatını hakkedecek ne yapmıştım? Öbür mahallede kimse bana “usta” diye hitap etmemişti o zamana kadar; bu mahalledekiler bana neden “üstat” diye hitap ediyorlardı sahiden? Benim bildiğim “üstat” bir mertebedir, o mertebeye ulaşmak da kolay değildir. Hatta bana her “üstat” dediklerinde Eflatun’un, “Asıl üstat, keman gibi aletleri iyi akort ederek güzel bir ahenk çıkaran değil, sözleriyle işleri arasında akort yaparak hayatında en güzel ahengi kurabilendir,” sözü kulaklarımda çınlayıp duruyordu. Ben hangi “sözümle işim” arasında bu sıfatı hak edecek bir ahenk kurmuştum acaba?
Sonra yaşayarak öğrendim. Her türlü topluluk, grup, siyasi fraksiyon, dini cemaat, tarikat sadece mensuplarının anladığı kendine özgü, özel bir dil yaratır; o dille de yine sadece mensuplarının anladıkları hikayeler üretir, o hikayelere de sadece kendileri inanırlar. Bu denemede konumuz, bu hikayelerin ayrıntısına girmek değil; biz “üstat” kelimesinde kalacağız.
*
Türk inkılabının ilk “ayağa düşürdüğü” kelimelerden birisidir “üstat” galiba. Bütün değerlerin altüst olduğu, bütün kıymetlerin bir anda başka bir biçime büründüğü inkılap zamanlarında, yeni dile yer açmak için eski dilde hürmet ifade eden kelimelerin başına ne geliyorsa, “üstat” kelimesinin başına gelen de odur sanırım. Zaman boyutunda ne kadar geriye giderseniz gidin, her merhalede, zamanın bir yerinde, eski biçimlerden değişmiş yeni biçimlere burun kıvıran, eskinin o “güzelim” değerlerinin değişimine, aşınıp yok olmasına serenat yapan bir takım meraklı insanla, çaresiz muharrirle, hırpani kılıklı hüzünlü şairle karşılaşırsınız ister istemez. “Geçmişin ağıtçıları”dır onlar, o ağıtların en güzellerini Yahya Kemal yakmıştır mesela geçmişin toplumuna.
Cumhuriyetin ilk on yılı, “eski ile yeni” kavgasının tarihidir. İnkılapçılara göre eski hepten kötü, yeni daima iyidir. Bu savaş, toplumun bütün katmanlarına hızlıca yayıldı. Kuşkusuz edebiyat da kendini bu kavganın tam ortasında buldu. “Yeninin” yanında saf tutanlar sadece inkılabı yapanlar değil, dönemin “komünistleri” de, daha sonra emdikleri sütü burunlarından getirecek olan “inkılapçıların” yanında saf tuttular. Elde yalın kalem, tığ teber şah-ı merdan ilk ortaya atılanlardan birisi de komünist şair Nazım Hikmet oldu. 1929 yılında Sabiha Sertel’in çıkardığı Sabahattin Ali, Sadri Ertem, İlhami Bekir, Suat Derviş, Mahmut Yesari, Nizamettin Nazif, Vâlâ Nurettin, Münire Handan, F. Celalettin, Peyami Safa gibi genç yazarlardan oluşan bir yazarlar grubunu edebiyata kazandıracak olan “Resimli Ay” dergisinde “Putları Kırıyoruz” kampanyasını başlattılar. “Put mertebesine yükseltilmiş, halktan uzak, burjuva sanatçılarına, yani üstatlara karşı” kazan kaldırılmadan önce, kampanyanın “altlığını” hazırlamak için, o sırada sadece hak etmiş olanlar için kullanılan “üstat” sıfatını “itibarsızlaştırmakla” işe başladılar. Önce dergide çalışan çaycılardan, müstahdemlere, kapıcılara kadar önlerine çıkan herkese “üstat” diye hitap ettiler. Ardından da “en büyük put” diye nitelendirdikleri “üstat-ı azam” Abdülhak Hamit’i hedef tahtasına koydular, arkasından da ona benzer başkalarını. (Gerçi yıllar sonra, Abdülhak Hamit’in, evine davet ederek mükemmel bir “görgü” dersini verdiği Nazım Hikmet bu “çocukça” davranışından dolayı “üstattan” özür diler ya o ayrı mesele!)
*
Nazım Hikmet ve arkadaşları “putları kırma” kampanyasını başlatmadan bir sene önce, şair Ahmet Haşim, “üstat kelimesinin son senelerde aldığı mana” üzerine bir yazı yazar. “Bize Göre” kitabında yer alan yazıya göre, “Bir toplumda ahlak ve adetlerin ne şekilde değiştiğini, kelimelerin başkalaşmasında” aramalı. Şair yazısında “eskiden ‘üstat’ (yazı 1928’de yazıldığına göre demek çok eskiden bahsediyor) herkesçe, onaylanan yetkinliklere verilen büyük bir derecenin ismiydi” diyor. “Üstat” dedin mi çok yüksek bir kata çıkmış bir insandan bahsediliyor demekti, yani şairin deyimiyle “üstat, dâhiden bir tık aşağıda” bir rütbeydi. Mesela üstat diye anılan Recaizade Mahmut Ekrem, edebi derecelendirmede Şair-i Azam Abdülhak Hamit Tarhan’ın arkasından gelirdi. Anlayacağınız üstat olabilmek için yaşın da kemale ermesi gerekiyordu. Ehliyetin son olgunluk aşamasıydı “üstat”, dış görünüşü, jantiliği, üstü başı, saçı sakalıyla da üstat üstattı, “ihtiyarın hürmet gördüğü, sakalın çenede çirkin görünmediği devirlerde” “üstat” olmak gurur verici bir hadiseydi anlayacağınız. Bu sıfatı hak eden; benim, bana yönelik bu sıfatı duyunca “yerin dibine geçmem gibi” bundan sıkılmaz, hatta utanmazdı. “Maddi hayat zevki”nin her yeri “istila ettiği” yıllarda, yani Haşim’in yazıyı yazdığı 1920’lerin sonunda “üstat” kelimesi de yavaş yavaş gözden düşmeye başlar. Haşim’in yazdığına göre o kelime o yıllarda gittikçe “yarı yarıya küçültme ve alaya alma”yı da ihtiva eden bir “şaka sözü” anlamına bürünür. Zamanla, “üstat, okuyup yazmakla vaktini boşuna geçirmiş bir aptal ve bir bunağın sıfatı şeklinde anlamlı bir tebessümle söylenir” hale gelir. Şaire göre, “Bu kelimenin macerası, birçok toplumsal değerlerin etrafımızda nasıl değiştiğini gösteren” mükemmel bir örnektir.
*
Ahmet Haşim’in yazısından yaklaşık on sene sonra bu kez Nurullah Ataç, 8 Ekim 1937’de, “Her Şey” dergisinde “Üstad” başlıklı bir yazı yazar. Ataç’a göre son, on beş sene içinde üstat kelimesinin başına gelenleri anlatmaya “hacet” yoktur. Bir zamanlar hayatını edebiyata sanata bağlamış bir insanın günün birinde “üstat sayılacak” mertebeye ulaşması, bekleyerek alabileceği en büyük mükafatlardan birisiydi. Ama bu kelime şimdilerde bir “iltifat” olmaktan çıkmış, adeta bir “alay”, “lâübalice bir şaka” hüviyetine bürünmüştü. Ataç şu soruyu sorar:
“Üstat kelimesi niçin böyle düştü, bütün haşmetinden sıyrılıverdi?”
Oysa ameleler, usta kelimesini hâlâ eski hürmetiyle kullanıyorlar. Hal böyle iken edebiyatçılar, ne oldu da bir anda “üstat” kelimesinden vazgeçtiler? Hatta sanatla pek alakası olmayanlar bile, ne oldu da birbirleriyle “üstat” diye şakalaşmaya başladılar?
Ataç’a göre “üstat” kelimesi bugün kelimenin tam anlamıyla “inhitat”a, yani çöküşe uğramış durumda. Peki neden?
Ona göre bunun iki sebebi var.
Birincisi, “Zamanımızda Türk edebiyatçısında mesleğine iman hemen hemen hiç kalmadığı” için. Artık kimse uzun uzun düşünerek, özene bezene yazı yazmıyor. Romancıların büyük bir kısmı “gazete tefrikacılığına” bel bağlamış durumda. (Seksenli yıllarda aynı yazarlar reklamcılığa, iki binli yıllarda da televizyon dizisi senaristliğine terfi ettiler -MK.) Okurlar iyi edebi eserler yerine “kolay anlaşılır, tatlı şeyler” bekliyor ürünlerini gazetelerde tefrika eden yazarlardan. Okur yazara yön vermeye başladı. Bu iş de yazarın kolayına geliyor, çok çalışmıyor, kaleminin ucuna geleni yazıyor. Böylece edebiyatçıda kendi kendine karşı bir “istihfaf”, yani küçümseme, başka bir deyimle “aşağılık duygusu” gelişti. Mesleğe hürmet azaldı, okurlarını eğlendirmek asıl vazife haline geldi. Yazdıkları artık yazana da güzel gelmiyor, o da kötü bir şey yazdığının farkında. Yine de kendisine toz kondurmuyor. Eleştiri karşısında öfkeleniyor, kusurlarını kendisi biliyor ama başkalarının bilmesine tahammül edemiyor.
Aynı zamanda büyük bir edebiyat eleştirmeni olan Nurullah Ataç yazısında şu soruyu sorar:
“Mesleğine imanı olmayan insanın o mesleğin büyüklerine nasıl hürmeti olur? Hatta o meslekte büyük adam olabileceğine imkân verir mi?”
Ataç’a göre “üstat” kelimesinin “intihat sebeplerinden” birincisi budur.
İkincisine gelince…
İnsanın tabiatında var. Bir zamanlar gözüne kestirdiği, ulaşmak istediği büyüklüğe, mertebeye ulaşmayacağını anlayıp umudunu yitirince, özlemini kurduğu o şeyi küçümsemeye başlar. O mertebeye ulaşmaya demek benim aklım yetmedi, “istidadım kâfi değilmiş” demek zor bir şeydir. Bir zamanlar çok uğraşmış, bir yığın müşkülata katlanmış, özene bezene mühim eserler vücuda getirmek istemiş ama başaramamış bir insanın bunu başarmış olan başka birisiyle alay etmesine şaşmamalı. Ataç’a göre, “üstat” kelimesinin, yazıyı yazdığı yıllarda “bir alay tabiri” olmasının ikinci sebebi budur.
Aynı yazıda Ataç, “bugün edebiyatımızda üstat diyebileceğimiz adamlar var mı?” diye sorar. Ardından da “Üstat ne demektir, sadece güzel eserler vermiş adama mı üstat derler?” diye başka bir soru sorar. Çırak, kendisine mesleği öğretmiş olana “usta” der. Misal bir marangoz, “benim ustam falan kişidir” dediğinde, “ben onun yanında mesleği öğrendim, çırağıydım” demek ister. Peki edebiyatta durum nasıldır? Güzel, mükemmel eserler vermiş edebiyatçılar üstada birer örnek sayılırlar ama üstadın vazifesi onları yazmakla bitmez. Usta çırağıyla nasıl meşgul oluyorsa, keseri nasıl tutacağını, ağacı nasıl yontacağını inceden inceye çırağına bir marangoz nasıl öğretiyorsa, üstadın da tilmiziyle, kendisinden sonra gelecek olanlarla öyle meşgul olması lazım.Bunları yazdıktan sonra Ataç, şu yargıya varır:
“Halbuki bizde yetişmiş, az çok şöhrete erişmiş bir muharririn, kendinden sonra gelenlerin neler yazdığını, neler araştırdığını merak etmesi pek binde bir görülen şeylerdendir. Avrupa memleketlerinde, ihtiyar, şöhretini bütün dünyaya salmış muharrirlerin, genç bir meslektaşı tanıtmak için uğraştıkları, onun yazılarını basacak kitapçı, mecmua, gazete aradıkları sık sık görülür. Bizde hangi meşhur romancımızın, hangi meşhur şairimizin, genç bir muharrir tanıtmaya çalıştığını hatırlıyorsunuz? (…) Ekseriya yetişmiş, meşhur muharrirlerde -gençlerde olduğu gibi- müthiş bir hodkâmlık (bencillik), sırf kendi kendileri ile meşgul olma görülüyor ki bu, gerçekten üstat sayılmalarına manidir. ‘Üstat’ olmayınca, ‘üstat’ kelimesinin de alay tâbirleri arasına düşmesi şaşılacak bir şey değildir.”
Üstat Nurullah Ataç, “üstat” kelimesinin “ayağa düşmesinin” bir üçüncü sebebini daha sayıyor ki yazısında, sanırım bugünlerde bu kelimeyi olur olmadık yerlerde kullanan, önüne gelen herkese “üstat” diye hitap edenlerin durumuna da cuk oturuyor. Ataç’a göre “üstat” kelimesini gerçekten de hürmet için kullananlar vardır bugün her yerde. Fakat bu kelimeyi bol keseden kullananların çoğu büsbütün cahil olduklarından, “pek az bilgisi olanlara da hayran kesiliyor” onları birer “üstat” olarak görüyorlar.
*
Nazım Hikmet “usta”, Necip Fazıl Kısakürek “üstat”tı. İkisi de büyük şairdi ama.