Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Bir kumarbaz, bir roman, bir aşk 

        Yılmaz Erdoğan’ın “İnci Taneleri” dizisinin Dilber’i, nefret ettiği kocası Zahir’le evlendirilmesi hikayesini anlatırken Âzem’e, “Babamın Zahir’in babasına kumar borcu vardı, öyle oldu” der.

        Bu hikâye öyle pek uyduruk bir hikâye değildir; bir kumarbazın kumar için, kumar borcu veya alacağı için yapabileceklerinin sınır tanımazlığını anlatan şahane bir hikayedir aslında. Bir kumarbazın, kumar için satamayacağı, vazgeçemeyeceği hiçbir şeyi yoktur zira. Bu sadece sıradan, okumamış, cahil, düşkün, sürüngen gibi yaşayan iflah olmaz sefil kumarbazların yapabileceği bir şey değil; buna benzer bir şeyi Dostoyevski ayarında hayatın anlamını çözmüş, insan psikolojisinin en karanlık yeri neresiyse oranın en derinine inmiş büyük bir kumarbaz yazar da yapabilir. Zira Dostoyevski, tıpkı Dilber’in babası gibi, sırf daha fazla kumar oynamak için, kendisine vereceği yüklü bir miktar para karşılığında yayıncısına iki sene içinde bir roman yazacağını, bu süre zarfında yazamasa eğer, bundan sonra ölümüne kadar; yazdığı ve yazacağı bütün eserlerinin telif hakkının kendisine geçeceğiyle ilgili berbat bir anlaşma imzalar. Yazar o sırada imzaladığı şeyin başına açacağı belayı, hayatını nasıl mahvedeceğini falan düşünmez, onun için o sırada önemli olan tek şey bir an önce o parayı almak ve kumar masasına koşmaktır.

        Aldığı parayı da çok kısa sürede kumarda kaybeder ve verdiği sürenin sonu yaklaşırken söz verdiği romanı da yazamaz. Geçen her dakika onun aleyhinedir. Borcunu ödeyemezse bütün kitaplarının hakkını kaybedecek, hayatı mahvolacak, kafasının içinde de tam da bu hareketine denk düşen bir hikâye dolaşmaktadır. Adını çoktan koymuş; “Kumarbaz”ı kalan süresi olan son yirmi beş günde yazıp bitirirse eğer, kumarda o kazanacak, kaybederse de zaten kıyamet…

        Soğuk, karlı bir kış sabahı saat yedi buçukta Dostoyevski’nin dairesine gelen Ukrayna-İsveç karışımı, yirmi yaşındaki stenograf Anna Grigoryevna, onu hem düştüğü bu girdaptan kurtaracak hem de bir süre sonra onunla evlenecektir.

        *

        Anna bir Hızır gibi yetişir imdadına. Tanışmadan önce hayranıydı zaten, en büyük hayali onunla çalışmaktı, o hayal şimdi gerçekleşiyordu işte. Anna onunla ilk karşılaştığında Dostoyevski’yi çok yaşlanmış bulur. Aralarında tam 25 yaş fark vardır. Anna yirmi, Dostoyevski kırk beş yaşındadır. Anna’yı ilk etkileyen gözleri olur. “Yüzü soluktu, bir hastanın yüzüne benziyordu,” diye yazar günlüğünde.

        Son yirmi beş günde söz verdiği kitabı yazmak için bir stenografla çalışmayı kabul ettiği için Dostoyevski oldukça tedirgin ve sinirliydi. Kıza durmadan adını soruyor, bir dakika sonra da unutuyordu, sigaranın birini yakıp birini söndürüyor, kafasını toplamakta zorlanıyordu. Sara nöbetlerinden sonra sık sık bu tür hafıza kayıplarını yaşıyordu Dostoyevski.

        *

        Yayıncıya verdiği sözün bitmesine 25 gün kala, Dostoyevski nihayet Anna’ya “Kumarbaz”ın ilk paragrafını yazdırır. Bir süre sonra yazdırmayı bırakır, kız da yazdıklarını alarak evine gider, ertesi gün gelince Dostoyevski’yi büyük bir telaş içinde bulur. Telaşın sebebi, Anna’nın bir daha gelmeyeceğini düşünmesiydi, gelmezse eğer bir yazıcı kaybetmiş olmakla kalmayacak, zor bela yazdırdığı o paragraf da kaybolmuş olacaktı. Metnin her kelimesi onun için çok kıymetliydi, 1 Kasım’da romanı teslim etmezse eğer vay halineydi ve o sırada yazıcıya yazdırmayı düşündüğü romanın bir planını dahi yapmamıştı henüz. Sadece 1863 yazında, eski sevgilisiyle Avrupa’da gezip çılgınlar gibi kumar oynadığı, “madem bu kadar büyük bir kumarbazım, o halde bu tutkumu bir romana dönüştürüp kumarda kaybettiğim paraları o kitap vasıtasıyla neden geri almıyorum” diye düşündüğü sırada romanın fikrini kafasının içinde bir süre dolaştırmış, Roma’dayken de yayıncı Stellovski’den bir miktar avans koparmak için kısa bir özet yazıp mektupla göndermişti. “Bir adam var kafamda” diyordu mektubunda, “sözü, özü bir, çok kültürlü ancak her bakımdan eksik bir adam, inancını kaybetmiş, ama inanmamaya da cesaret edemiyor, kurulu düzene isyan ediyor ama kurulu düzenden korkuyor” dedikten sonra mektubunda şunları yazmıştı:

        “İşin özü şu ki, hayat özsuyunu, enerjisini, isyanını, cesaretini rulete adamış. Bir kumarbaz ama sıradan bir kumarbaz değil -Puşkin’in ‘Pinti Şövalye’si nasıl basit bir tacir değilse… Kendince bir şair ama kendisinde var olan o şairlik öğesinden utanıyor, çünkü her ne kadar tehlikeyi göze alma ihtiyacı kendi gözünde kendisine bir soyluluk kazandırsa da yüreğinin derinliklerinde bunun aşağılık bir iş olduğu duygusu var. Öykü iki yıldan fazla bir süre boyunca kumarhanelerde rulet oynayan adamın öyküsü.”

        Hepsi bu kadar.

        *

        Dostoyevski’nin o sırada içinde bulunduğu durumu öğrenen Anna, o kan emici yayıncının elinden müstakbel kurbanını kurtarmaya karar verir. Dostoyevski yalnızdı, herkes onu yüzüstü bırakmıştı, Anna ona karşı derin bir acıma duygusuna kapılmış, onun için içten kederlenmişti.

        İki gün boyunca çok iyi çalışırlar, çalışırlarken yazar sık sık durur, yazdırdıklarını okutur Anna’ya. Yorulduğunda durur, kızla çene çalmaya başlar, yine adını unutur, sorup öğrenince de canlanırdı. Onu bu hale düşüren yayıncıya verip veriştirmeye başlar, “O bir kumarbaz, korkunç bir kumarbaz, insanlığın acılarından söz eder ama kendisi koşu atlarının çektiği bir arabayla dolaşır,” gibi sözler çıkar ağzından.

        Anna’nın serinkanlılığı ve kararlılığı onu cesaretlendirir. Kısa süre zarfında düzenli bir şekilde çalışmaya başlarlar. Anna her gün saat on ikide evine gelir, saat dörde kadar durmadan çalışırlar. Bu dört saat boyunca Dostoyevski yarımşar saat süren üç oturum halinde dikte eder, dikte arasında çay içip sohbet ederler. Kızın hep aynı saatte düzenli olarak gelmesi onu sakinleştirir, sayfalar üst üste birikince de neşelenir, kız da ona, kalan süre içinde romanı mutlaka bitireceklerini söyleyip moral vererek onu daha çok çalışmaya teşvik eder. Kızın tahminine göre, bu şekilde çalışmaya devam ederlerse eğer, elyazmasını belirlenen tarihte kötü kalpli, zalim yayıncıya teslim edecekler. Dostoyevski, kesif bir yalnızlığın, çıplak bir yalıtılmışlığın ortasında, kendisini şevkle, heyecanla, büyük bir açıklıkla dinleyen, titiz, dikkatli, büyük bir ciddiyetle hislerini onunla paylaşan bu iyi yürekli kıza kalbini açtıkça ruhsal olarak kendini daha iyi hissetmeye başlar. Anna’nın adını artık ezberlemiş, her geçen an ona karşı daha kibar, daha cana yakın, daha özenli davranır. Çoğu zaman adını söylemez, “küçük güvercin” diye hitap eder ona. Ona geçmiş hayatının en ince ayrıntılarını anlatır. Onun karşısında çırılçıplak kalmıştır. İçinde bulunduğu zor durumu, moral bozukluğunu, korkunç borç yükünü, bir türlü bir araya gelemeyen iki yakasını açar. Anna evine ilk geldiğinde yazarın evinde iki Çin vazosu ile gümüş yemek kaşıklarıyla karşılaşır; bir gün onları evde bulamayınca durumun vahametini daha iyi anlar. Daha fazla oyalayamadığı bazı alacaklılara, borçlarına karşılık onları rehin bırakmıştı Dostoyevski.

        Ufak ufak hayatını birleştirmek için onun gibi bir kızı beklediğini ihsas etmeye başlar Anna’ya. Muhabbet ilerleyince, Dostoyevski o olağanüstü melodram yeteneğiyle, artık hayatında bir dönüm noktasına ulaştığını, bundan sonraki hayatını güzelleştirecek bir arayış içinde olduğunu söyler kıza. Anna’ya der ki: “Üç yol ağzında duruyorum, önümde gidilecek üç yol var. Doğu’ya yani İstanbul veya Kudüs’e sonsuza kadar kalmak şartıyla gidebilir; beni çeken kumara hayatımı feda ederek rulet oynamak için yurt dışına çıkabilir; ya da yeniden evlenerek mutlu ve neşeli aile hayatına kavuşabilirim.” Onun en yakın destekçisi olduğuna göre, acaba ona bu yollardan hangisini tavsiye eder Anna?

        Dostoyevski niyetini ihsas etmiş, kızdan gelecek cevabı bekler sabırsızlıkla. Kız konuşmaya başlayınca yüzünde gülücükler belirir. Kızın ona önerdiği yol, evlilik ve mutlu bir aile yoludur; şimdiden o mutluluğa ulaşmış gibi hissetmeye başlar kendini. Madem Anna ona evlilik yolunu öneriyor, o halde şu sorunun da cevabını biliyor olmalı: “Evlilik için önerdiği bu kadın zeki bir kadın mı olmalı, yoksa iyi yürekli bir arkadaş mı?” Anna tercihini zekadan yana yapınca, Dostoyevski “hayır, iyi yürekli biri olmalı ki bana acısın, beni sevsin,” der.

        Anna gelecekte Dostoyevski’nin kendisinden ne kadar merhamet ve sevgi bekleyeceğini bilmiyor henüz.

        Anna, o sırada bütün bu sorgulamaların bir evlilik teklifiyle sonuçlanacağını anlar ama ondan da korkar; kolay sinirlenmesi ve sara hastalığı her şeyin önünde engeldir. Ama gittikçe ona bağlanması kısa süre zarfında bu engeli de ortadan kaldırır.

        *

        Romanın yayıncıya teslim tarihi olan 1 Kasım günü yaklaşır. İşleri bitince herkesin kendi yoluna gideceğini bildiği için Dostoyevski ikisinin de kafasında geçen şeyi söze dökmeye karar verir. Nasılsa yakında işleri bitecek ayrılacaklar. Acaba onu ailesiyle tanıştıramaz mıydı? Bu sözleri duyar duymaz bunun ciddi bir aşk teklifi olduğunu hemen anlar Anna. “Neden olmasın ama sonra, hele şu kitabı yüz akıyla bir bitirelim” der.

        Dostoyevski, “Kumarbaz”ı tam zamanında bitireceklerini o sırada anlar. Bütün bedenini bir sevinç kaplar. Yine de “yayıncı ne yapıp edecek, metni ret etmenin bir yolunu bulacak” kaygısı gittikçe içini kemirir. Bu korkusunu yüksek sesle dillendirince Anna’nın aklına bir fikir gelir. Fikrini Dostoyevski’ye açar, onun da aklına yatar. Anna bir avukata danışır, avukat yol gösterir, metni bitirir bitirmez, yayıncının oturduğu semtte bir notere veya polis memuruna tasdik ettirecekler.

        Nihayet metne son noktayı koyarlar. Zaferini kutlamak için Dostoyevski bir lokantada arkadaşlarına bir kutlama yemeği tertipler, yemeğe Anna’yı da davet eder ama Anna hayatında hiç lokantaya gitmediği için orada yapacağı bir sakarlıktan korkar, affını ister ondan, gitmez.

        Yayıncı Stellovski, Dostoyevski’nin metni zamanında teslim etmesinin önüne geçmek için çeşit çeşit yol düşünürken, dikte ettirme işi 29 Ekim’de biter. Anna ayın 30’unda metnin temize çekilmiş halini Dostoyevski’ye getirir, tesadüfe bakın ki o gün Dostoyevski’nin doğum günüdür. Dostoyevski ayın 31’inde son düzeltmeleri yapacak, 1 Kasım’da da teslim edecek. Nihayet o gün gelir. Dostoyevski metni teslim etmek için Stellovski’nin evine gider. Ama onu evinde bulamaz, uyanıklık yapmış, metni almamak için o gün şehir dışına çıkmıştır. Yayınevinin müdürü de patronun izni olmadan metni almayı ret eder. Vakit gittikçe daralır. Bu saatte noter de kapalıdır, bölgenin polis görevlisi de ancak saat onda işbaşı yapıyor. Geçen her saniye Dostoyevski için altın değerindedir, zamanın hızla geçtiğini görünce de çılgına döner. Nihayet sürenin dolmasına iki saat kala metni polise tasdik ettirir. Resmi “alındı belgesi” alınca da o zorlu süreci atlattığına emin olur, rahatlar.

        *

        Anna’ya birlikte zorlu bir iş başarmış ama Anna’yla işi bitmemiştir. Ne yapıp edecek ona evlenme teklif edecek ama bir yandan da böyle bir teklife cesareti yok, ret edilirse eğer hepten mahvolacak. En iyisi yine edebiyat yolundan yürümek, en iyi bildiği yol dilini konuşturmaktır.

        Dostoyevski bir gün Anna’ya yeni bir roman yazmakta olduğunu, romanda “genç bir kızın psikolojis”nin önemli bir rol oynadığını, bu yüzden yardımına ihtiyacı olduğunu, romanın kahramanının “erken yaşlanmış” bir yazar olduğunu, yazarın “bir eli felçli iyileşemez bir rahatsızlığı” olan sıkıntılı, kuşkucu, yufka yürekli ama başarısız, hayatta bir kez olsun fikirlerinin hayal ettiği biçimde hayata geçirememiş, bu yüzden kendine sürekli işkence eden bir adam olduğunu; hayatının tam da bu bunalımlı döneminde yazarın karşısına tıpkı ona benzeyen, onun yaşlarında Anya adında bir kızın çıktığını, yazarın kızı görür görmez, bu nazik, akıllı, iyi yürekli, hayat dolu, kişisel ilişkilerinde son derece kibar kıza aşık olduğunu ama işte tam bu noktada işin çıkmaza girdiğini, genç kızın ihtiyar yazarın aşkına cevap verip vermeme konusunda kararsız kaldığını, bu yüzden onun fikrine ihtiyaç olduğunu, her konuda güvendiği Anna’nın bu konuda ne düşündüğünü merak ettiğini sorduktan sonra, “Sence bu borç içindeki yaşlı, hasta adam hayat dolu bir kıza ne verebilir? Bu kızdan kendi yazgısını adamınkiyle birleştirmesini istemek ondan ‘korkunç bir fedakarlık’ istemek anlamına gelir mi?” acaba ona göre. Dostoyevski, Anna’ya bu soruya cevap verirken kadın gözüyle bir değerlendirme yapmasını rica eder ondan. “Böyle bir genç kızın yazara aşık olması psikolojik açıdan mantıklı bir şey midir sana göre Anna?”

        Bu soruların, Dostoyevski ayarında bir yazarın bir evlilik teklifi olduğunu anlar Anna. Onun gibi bir yazar, öyle sıradan, herkesin yaptığı gibi yapmaz evlilik teklifini. Dostoyevski’nin sorularına içinden geldiği gibi cevap verir Anna:

        “Niçin olmasın ki? Kız için fedakârlık olacak yanı nerede bunun? Adamı gerçekten seviyorsa mutlu olacaktır, hiçbir şey için pişman olması gerekmeyecektir.”

        O olağanüstü edebi kabiliyetini konuşturarak Dostoyevski’nin Anna’ya söyletmek istediği şey tam da budur. Şimdi gönül rahatlığı içinde teklifini yapabilirdi:

        “Düşün ki bu yazar benim; sana aşık olduğumu söyledim ve senden karım olmanı istedim. Söyle bakalım sen olsan ne derdin?”

        Anna, düzenli olarak tuttuğu günlüklerinde, Dostoyevski’nin o gün kendisine sorduğu soruyla ilgili şunları yazar:

        “Ona kaçamak bir cevap verseydim, özsaygısına, gururuna büyük bir darbe indirmiş olacaktım. O kaygılı yüzüne, o sevgili yüze baktım, ‘Seni seviyorum ve hayatım boyunca seveceğim derdim’ dedim.”

        Anna, bu hasta adamı, bu yalnız, bu kumar müptelası büyük dâhiyi daha fazla üzülmekten kurtarmıştır.

        O günden sonra her şeyi olur, bir süre sonra evlenirler. Anna “hayatının sonuna kadar onu seveceğine” dair verdiği söze bağlı kalır.

        *

        Peki Dostoyevski Anna’yla evlendikten sonra kumarı bırakır m? Ne gezer… Düştüğü durum evlilikten sonra daha da ağır bir hal alır ama bu kez bu bağımlılık onda “şiddetli bir suçluluk ve pişmanlık duygusuna” yol açar. Her para kaybettiğinde, çaresizlik içinde şefkatli karısına koşar, kendisini aşağılık biri olarak hissetmenin aşağılık duygusunu dibine kadar yaşar. Her defasında bu illetten kurtulmaya söz verir ama kendine hâkim olmaz, takıntısına direnemez, düştüğü çelişkili hal ona acı çektirdikçe çektirir, zaman zaman aklını kaçıracak raddeye gelir, ona göre rezilin tekidir, karısı ise bir melek. Kumar borcunu ödesin diye evlenirken taktığı elmas yüzüğünü verir ona Anna, yetmez Anna’ya düğün hediyesi olarak verdiği küpeleri, yakut broşu da kumarda kaybeder. En sonunda sıra paltosuna, karısının dantel şalına, elbisesine gelir. Anna’nın verdiği eşyaların karşılığı olan parayı da kumarda kaybedince yanına oturur, o masum, şefkatli yüzüne bakıp “Sana ait son şeyleri de senden çaldım ve kaybettim” der ve bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Anna, Dostoyevski’nin oturduğu sandalyenin önüne diz çöker, onu yatıştırmaya, bütün benliğini sarmış olan mutsuzluğu hafifletmeye çalışır büyük bir gayretle. Daha sonra günlüğüne sonra şunları yazar:

        “Onu avutmak için ne yaparsam yapayım ağlamasını durduramıyordum.”

        *

        Turgenyev “Duman” romanında kumar salonlarını şöyle anlatır:

        “Yeşil masaların etrafında toplanmış aynı ünlü simalar; hepsinde kumar hummasının en aristokrat çehreye bile verdiği aynı donuk, hırslı, kısmen şaşkın, kısmen hırçın, esasen yırtıcı yüz ifadesi. Aynı tombalak, aşırı züppece giyimli Tambov toprak sahibi; aynı anlaşılmaz çırpıntılı bakışlarla, gözleri yuvalarından fırlamış, göğsünü masaya yaslamış. Terli eliyle masanın dört köşesine Louis altınından yuvarlak pullar dağıtan krupiyenin soğuk dudak büküşünden habersiz oyuncu, tam o anda ‘hiçbir şey yolunda değil’ diye mırıldanmakla, talih ondan yana olsa bile, kendini her türlü kazanma ihtimalinden yoksun bırakır.”

        Büyük yazar Dostoyevski, işte o salonların iflah olmaz müdavimlerinden biriydi.

        *

        (Bu yazıdaki bilgileri, Joseph Frank’ın “Dostoyevski-Çağının Bir Yazarı” kitabından derledim.)