OPERASYON
11 Mayıs 1960 günü, akşam saat altı buçuk sularında Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in kuzeyinde, bir sanayi bölgesi olan San Fernando’da, orta yaşını çoktan geçmiş, yorgun argın ama hep diken üstünde bir adam, Garibaldi Caddesi’ndeki gecekondusuna yakın durakta belediye otobüsünden indi. Yolunu gözleyenler, tam bir aydan beri takip ediyorlardı onu. Her hareketini ezberlemişlerdi artık. Hemen her akşam, dakika sektirmeden aynı otobüsle evine geliyordu adam. Eviyle otobüs durağı arasında açık bir arazi vardı. Adam arazide yürümeye başladı. Bir anda yanında bir yabancı belirdi, adeta ona sokulurcasına, sanki kulağına bir sır fısıldar gibi, çok alçak bir sesle İspanyolca, “Momentito senor” (Bir dakika efendim) dedi. Tehlikenin farkına varması çok sürmedi, “demek o an geldi” diye geçirdi içinden, var gücüyle koşmaya başladı. Tabanları yağlamıştı ki bir anda sağdan soldan çıkan iki kişi yolunu kesti. Ona ilk yaklaşan kişi, boynundan yakaladı, kısa bir güreşten sonra yere yatırdı, boğuşması yersizdi, yardıma diğerleri gelmişti. Yaka paça motoru çalışır vaziyetteki bir arabaya bindirdiler, etrafa baktılar, tenhaydı, onu ne bayıltmış ne de kelepçelemişlerdi, profesyonel bir ekibin elinde olduğunu o an anladı, arka koltukta üzerine bir battaniye örttüler, yolculuk uzun sürmedi; nihayet Nazilerin Yahudilere karşı giriştikleri “Nihai Çözüm”de en önemli görevlerden birisini ifa etmiş olan Adolf Otto Eichmann İsrail Gizli Servisi Mossad ajanları tarafından “güvenli bir eve” getirilmişti. İlk olarak adını sordular, Almanca “Ich bin Adolf Eischmann” (Ben Adolf Eichmann) dedi ve hemen arkasından “İsraillilerin elinde olduğumu biliyorum,” diye ekledi. Eichmann tam sekiz günü o evde bir yatağa bağlı olarak geçirdi.
Kocası eve gelmeyince eşi Arjantin polisine kocasının kayıp olduğunu aynı gece bildirdi ama gerçek kimliğinden bahsetmedi. Bu yüzden tren istasyonları, otobanlar ve havaalanları kontrol dışı kalmıştı. İsraillilerin şansı vardı, zira polis bütünüyle alarma geçseydi onu ülkeden gizlice çıkarmaları pek mümkün olmazdı.
20 Mayıs’ta, gece yarısına doğru, onu yakalayan ekipte bulunan bir doktor Eichmann’a uyuşturucu bir iğne yaptı, uçuş görevlisi kıyafetleri giydirildi, uçak İsrail’e gitmek üzere Arjantin’den havalandı, Senegal’in başkenti Dakar’a yakıt ikmali için indi, 22 Mayıs günü İsrail’e vardı. İsrail Başbakan’ı Ben-Gurion, ertesi gün öğleden sonra yasama meclisi binasında basının karşısına çıktı, bütün dünyaya Adolf Otto Eichmann’ın yakalanıp İsrail’e getirildiğini duyurdu.
*
ADOLF OTTO EİCHMANN
Eichmann 19 Mart 1906’da Rheinland’ın bıçakları, makasları ve ameliyat malzemeleriyle ünlü; 1990’ların başında faşistlerin bir Türk’ün evini ateşe vererek çocukların ve kadınların yanarak ölmelerine sebebiyet verdikleri Alman şehri Solingen’de doğdu. On yaşındayken annesini kaybetti, babası tekrar evlendi. Beş kardeştiler. İçlerinden liseyi bitirmeyen tek çocuk Eichmann’dı. Bir şirkette satış elemanı olarak iş buldu ancak kısa sürede buradan kovuldu, kovulma gerekçesini Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olmasına bağlarken yalan söyledi. Yirmi iki yaşına geldiği halde henüz bir baltaya sap olamamıştı. 1932 yılında Nasyonal Sosyalist Parti’ye katıldı ve SS’e girdi. Kısa sürede Reich Güvenlik Merkez Bürosu’nun amiri oldu. Partiye katılmak için çok heveskar olmamıştı. Şartlar onu buraya getirmişti. Ne davaya inandığı için bu işi yapmış ne de partiye katıldıktan sonra bir dava adamı olmuştu. Mahkemede de söylediği gibi, “Bütün beklentilerinin aksine, daha önce böyle bir karar almadığı halde, sanki Parti onu yutuvermiş, her şey çok çabuk, bir anda olmuştu.” Parti hakkında ne doğru dürüst bilgi alma isteği vardı ne de vakti. Parti programını bile bilmiyordu, “Kavgam”ı bir kere bile olsun okumamıştı. Bir arkadaşı “neden SS’e katılmıyorsun?” diye sormuş, o da “neden olmasın?” demiş katılmıştı işte. Her şey böyle kolay olmuştu. Rüzgâr onu “anlamsız” bir hayattan Tarih’e, yani Hareket’e sürüklemişti. Yeni kariyeri ona pek bir gelecek vaat etmiyordu. Avusturya’da sıradan bir partiliydi o kadar. Yükselmenin mekânı Almanya’ydı. Ailesi hâlâ Alman vatandaşıydı. Askeri eğitim önerenler oldu. “Bana uyar” dedi. Askere aldılar. Ağustos 1933’ten Eylül 1934’e kadar askeri kamplarda eğitim gördü, onbaşı rütbesine yükseldi, asker olarak kariyer yapmak yeni hedefiydi, bu dört ay boyunca “iyice sivrildiğini hissettiği alan, ceza eğitimi”ydi. Bununla ilgili vazifelerini azimle yerine getiriyor ama askerliğin tekdüzeliğine dayanamıyordu. SS güvenlik servisinde açık bir pozisyon olduğunu duyunca hemen başvurdu. 1937 ila 1941’de dört kez terfi etti; on dört ay içinde teğmenlikten yüzbaşılığa yükseldi, bunu izleyen bir buçuk sene içinde de yarbay oldu. Bu rütbede takılıp kaldı. Yüksek rütbelilerin karşısında hep ezik kaldı. Ancak kariyer basamaklarını tırmandığı dört sene içinde kendini her şeyiyle ispatlamıştı. Artık hem “Yahudi meselesi”, “Yahudi örgütler” ve “Siyonist partiler” konusunda uzman hem göç ve tahliye konularında “otorite”, insanları bir yerden bir yere taşıma (tehcir) işinde “usta” sayılıyordu. Avusturya ile Almanya birleşince Viyana’daki Yahudilerin Almanya’daki toplama kamplarına aktarılması işini üstlendi, 18 ay içinde 150 bin Yahudi’yi toplama kamplarına aktardı. Almanlar Polonya’ya girince, Eichmann Gestapo’ya katıldı. Burada “Yahudi sorunu bölümü”nün başına geçti. Artık Yahudilerin toplu halde yok edilmesini amaçlayan projenin kod adı olan “Nihai Çözüm”ün karargâhı orası, karargâh komutanı da oydu. Kampları yeniledi, modernize etti, gaz, tren sistemi gibi kolaylaştırıcı sistemleri geliştirdi. Artık “Nihai Çözüm”ün en büyük akıl hocası olarak yeni adı “Yahudi uzmanı”, başka bir deyişle “soykırım uzmanı”ydı. Himmler dozajı arttırma emrini verince, Eichmann hiç tereddüt etmeden, Mobilize Ölüm Birlikleri’ni harekete geçirdi, böylece iki milyona yakın insanın katili olarak tarihe geçti.
Kasım 1945’te savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg duruşmalarında adı sık sık geçti. Eichmann o sırada Amerikalıların elinde esirdi. Çember daralınca esir kampından kaçtı. Birkaç yıl Almanya’da kaldı, 1950’lerin başında Nazi artıklarının yardımıyla Avusturya üzerinden İtalya’ya geçti. Burada gerçek kimliğini öğrenen Nazi bir rahip yardımıyla Richard Klement adına düzenlenmiş mülteci pasaportuyla Arjantin’e gönderildi. Buenos Aires’te, Katolik, bekâr, devletsiz, 37 yaşında (aslında 44 yaşındaydı) Ricardo Klement olarak hem kimlik belgesi hem de çalışma izni aldı. Pazarlamacılık, çamaşırcılık, tavşan çiftliğinde bekçilik gibi birbirinden farklı birçok işe girdi çıktı, 1952’de karısını ve çocuklarını yanına aldırdı. Dördüncü çocuğu olunca, yeni adıyla, eşiyle tekrar evlendi. 1960 baharında yakalanmadan bir süre önce, büyük oğluyla birlikte, başkentin en sefil mahallelerinden birisinde, elektriği, suyu olmayan bir gecekondu inşa ederek ailesiyle buraya yerleşti. Tam bir sefalet içindeydiler ki, kader kapısını çaldı, bir anda kendini İsrail’e giden bir uçağın içinde buldu.
Bize bütün bu bilgileri, aslında büyük bir feylesof olan ama felsefeci olduğunu kabul etmeyip, çalışmaları tekmil dünya meselelerini kapsadığı için kendini “siyaset bilimci” olarak nitelendiren Hannah Arendt “Kötülüğün Sıradanlığı” (Metis Yayınları) adlı kitabında veriyor.
*
HANNAH ARENDT
Hannah Arendt, Adolf Eichmann’la aynı sene 1906 senesinde, seküler bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak Almanya’nın Hannover şehrinde dünyaya geldi. Marburg Üniversitesi’nde felsefe okurken evli hocası, büyük Alman düşünürü Martin Heidegger’e aşık oldu. Bu öyle bir aşktı ki, onca çalkantıya, Arendt’in bir mülteci olarak memleketinden kaçmasına, dünyanın çeşitli duraklarına uğramasına, Heidegger’in Hitler hayranlığına, (Ona göre Hitler bir kurtarıcıydı, büyük Führeri’ydi!) ona destek vermesine, sonradan başına gelen onca belaya rağmen ölünceye kadar hiç bitmedi.
Üniversitede parlak bir filozofun bütün ışıltısı üzerindeyken, 1933 yılında Yahudi olduğu için hocalık vasıflarına haiz olmadığı gerekçesiyle, Alman üniversitelerinde ders vermesi engellendi. Bunun üzerine Paris’e kaçtı, burada Walter Benjamin’le tanıştı, onunla dost oldu. Faşizme karşı insanları omuz omuza mücadeleye çağırdı. Almanlar Paris’i işgal edince oradan da kaçmak zorunda kaldı, 1940’ta Alman şair ve feylesof Heinrich Blücher’le evlendi. 1941 yılında kocası ve annesiyle birlikte Amerika’ya kaçtı. Burada Alman-Yahudi topluluğunda aktif olarak çalıştı. Savaştan sonra “Varlık ve Zaman”ın yazarı Heidegger’le ilişkisini sürdürdü ve itibarı sıfırlanmış olan filozofun itibarının iadesi için çalıştı, üniversitede iş bulsun diye kefil oldu. Arendt, her türlü “izme”, faşizme de komünizme de karşıydı, “halkları” değil, “dostlarını” seviyordu. Ona dair bir kitap yazmış Fatmagül Berktay’a göre, Arendt, beyin yıkamaya karşı anlamayı, taraf olmaya karşı tavır almayı, kardeşliğe karşı dostluğu, kabileye sadakate karşı dışlayıcı olmayan dayanışmayı, kimliklerimiz arasında özgürce dolaşmayı, dünyayı başkalarıyla paylaşmayı, başkalarından mahrum kalmanın yoksulluğunu yazıp durdu. Onun politik duruşunu muhafazakarlık, liberalizm, sosyalizm gibi geleneksel kategoriler içinde sınıflandırmak zordu. Nitekim kendisi de “liberal” mi, “muhafazakâr” mı olduğu sorusuna, “Bilmiyorum... Biliyorsunuz sol benim muhafazakâr olduğumu düşünüyor, muhafazakârlar da bazen sol ya da sahtekâr ya da Allah bilir ne olduğumu... Söylemeliyim ki, bunları hiç umursadığım yok. Bu yüzyılın gerçek sorunlarının bu tür şeylerle aydınlığa kavuşturulabileceğini düşünmüyorum” diye cevap verdi. (Fatmagül Berktay, “Dünyayı Bugünden Sevmek”, Metis Yayınları, s.16-17)
Şiddet üzerine çalışmıştı, kafayı “totaliter örgüt” ve “totaliter yönetimlere” takmıştı. Ona göre “Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir; buna olan inanç biterse totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır.”
Mossad ajanları tarafından İsrail’e getirilmiş olan Yahudilerin toplama kamplarına ve gettolara naklinden sorumlu olan Adolf Eichmann 11 Nisan 1961’de mahkeme huzuruna çıkartıldı. O sırada Princeton Üniversitesi’nde profesörlük yapan Hannah Arendt, “The New Yorker” adına, muhabir olarak duruşmayı izlemeye gitti Kudüs’e. Daha sonra dergiye “Kötülüğün Sıradanlığı” başlıklı bir makale yazdı. Aynı makale dava bittikten sonra, bugün bütün dünyada bilenen, bizde de Metis Yayınları arasından çıkan “Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te” adlı kitaba dönüştü.
Böylece bütün dünya, faşizmin gerçek yüzünü ilk defa Hannah Arendt’ten öğrenmiş oldu.
*
KÖTÜLÜK
Kudüs’teki “Adalet Evi”nde milyonlarca Yahudi’nin katili olarak Adolf Eichmann, mahkeme huzuruna çıkmadan önce bütün dünya, çokça da İsrail basınının propagandasıyla sanık sandalyesinde Yahudiler’den nefret eden, sapık ruhlu, sadist, kötünün de kötüsü, mendebur bir “canavar” görmeyi bekliyordu. Ama hayır, insanlığın karşısına hiç de öyle bir adam çıkmadı. O gün yargıçlar heyetinin önüne çıkan adam, bütün dünyada onu görmek için sabırsızlanan insanlara benzeyen sıradan bir insandı. Hannah Ardedt’in demesiyle Eichman “Yahudiler’den hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit”, “beyni yıkanmış” biri falan değildi. Tam terine, hemen hemen her gün sokaklarda rastladığımız, bizimle yaşayan, bizim gibi gülüp bizim gibi ağlayan, kaygıları olan, son derece sıradan, yalancı, kurnaz, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka biri değildi. Oldukça resmi, saygılı bir dil kullanıyordu, o dilden başka bir dil bilmiyordu çünkü. “Öldürmek”, “zehirlemek”, “imha etmek”, “soykırım” gibi kelimeler onun ağzından çıkmıyordu çünkü onlar hiçbir zaman bu tür kelimeleri kullanmamışlardı. Yaptıkları “yüce” iş, sıradan canilerin yaptıklarıyla zinhar karıştırılmamalıydı. Sanki hepsi insana dair her türlü düşünceden azada hareket etmişlerdi, bu yüzden Arendt’e göre “Bütün kötüler, düşünebilme yetisinden, o insani özellikten vazgeçtikleri için kötüdürler.” En büyük suç da budur.
Eichmann’a yönetilen suçlamalardan sonra fikri sorulduğunda, yani “bütün bunları neden yaptın” dendiğinde kendini özetle şöyle savundu:
“Çok sayıda insanın yer aldığı, muntazam işleyen bir sistemimiz vardı ve ben o sistemin bir parçasıydım. Her şeyi, nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yapıyordum. Ben sadece emirleri uyguluyordum.”
Hannah Arendt, kendisine dair yapılan bir belgesel filmde durumu şöyle özetler:
“Eichmann gibi bir Nazi suçlusuyla alakalı sorun, cezalandırılacak veya affedilecek hiç kimse kalmamışçasına tüm özlük haklarından feragat etme konusunda ısrar etmesiydi. Defalarca karşı çıktığı şey iddia makamının savlarının aksine kendi inisiyatifiyle hiçbir şey yapmadığıydı. Tek yaptığı, iyi veya kötü niyet barındırmaksızın verilen emirlere harfiyen itaat etmekti. Bu tipik Nazi mazereti dünyada işlenmiş en büyük kötülüklerin önemsiz insanlar tarafından gerçekleştirildiğini açıkça ortaya koyuyor. Herhangi bir gayesi bulunmayan fikirden yoksun, ruhsuz kalpleri veya şeytani, iradeleri olmayan insanlar. Birey olmayı reddeden insanlar. Ve ben bu olguya kötülüğün sıradanlığı diyorum.”
Arendt’e göre, kötülük yapan insan, kötülük yaptığını düşünmez. Bir sistem var, o sistem o kişiye bir vazife verir, o da vazifesinin gerekleri neyse onu yapar, sorgulamak onun işi değildir, onun işi işini yapmaktır, sistem içinde doğru ve kurallara uygun hareket etmek esastır. Onlar, zinhar kendilerini “kötü bir insan” olarak görmezler, bir mağdur aranacaksa da o mağdur kendileridir, onca tehlikeyi göze almışlar, böyle böyle yaptıkları “kötülüğü” zihinlerinde meşru, doğru bir hale getirirler. Zarar verdikleri insanlara gelince; su testisi su yolunda kırılır, onlar da sisteme başkaldırmasaydı, verili olanın dışına çıkmasalardı, iyi birer vatandaş olsalardı, eğer ben ona bir “kötülük” yaptıysam, bunun sebebi onun yarattığı kötülüktür.
Bu yüzden hiçbir katil kendini suçlamaz, onlara göre asıl suçlu kurbandır. Katiller, işkenceciler, tecavüzcüler, pedofillerin tümü kendine bu suçları uygun görmeyen sıradan, basit insanlardır. Gaddarlık yapanlar ille de gaddar insanlar olmak zorunda değildir. Çoğu zaman en korkunç suçlular, sıradan insanlar arasından çıkar, çünkü kötülüğün kendisi sıradandır!
İnsan, özünde kötü bir yaratıktır. Kötülük toplumun içinde uzun bir uykuya yatmış bir canavara benzer. (Yezidiler kötülüğü uyandırmamak için “Şeytan”ın adını anmazlar mesela!) O canavar, günün birinde toplum tarafından uyandırılıp etrafa bir mikrop gibi yayılacağı günü bekler. Totaliter yönetimler, toplu kırımlar için o kitleyi harekete geçirmede fazla bir müşkülatla karşılaşmazlar.
Dostoyevski, “Ölüler Evinden Notlar” romanında bu durumu şöyle özetler:
“Zulüm bir alışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür. Sarsılmaz inancıma göre, en iyi bir insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün gerçekleştirir; aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar. İşin asıl kötü yanı, böyle bir başına buyrukluk kolayca topluluğa sirayet edebilir; kudret, son derece ayartıcı bir şeydir. Toplum da böyle bir etkiye kayıtsız kalırsa, bu alışkanlığın toplulukta kökleşmesi işten bile değildir.”
Bu yüzden bir ülkeye faşizmi her şeye muktedir diktatörler, zalim darbeciler falan getirmez; bir millet faşizmle yönetilmek istiyorsa, o ülkeye faşizm kolayca gelir.
*
HÜKÜM
“Kötülüğün Sıradanlığı” kitabını oluşturan yazılar 1961 yılında “New Yorker” dergisinde yayınlandığında Hannah Arendt’i topa tuttular. Çünkü o kitabında “Kudüs’teki yargılama bir ‘gösteriden’ öte bir şey değildi” demişti. Bunu söylediği için onu Nazi taraftarı olmakla suçladılar. Oysa o, dünyanın en korkunç suçunu, bir psikopatın değil, bize benzer sıradan bir adamın “görevi icabı” işlediğini tespit etmişti. Böylece kötülüğün ürkütücü sıradanlığı, dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük felakete yol açmıştı.
Bu tespit o günden bugüne bizim için birçok şeyi açıklamada muazzam bir anahtar görevini görüyor. Misal, o gün Eichmann, Hitler tarafından kendisine bir milleti yok etme görevi verildiğinde, “vazife” gereği nasıl itiraz etmemişse şefin buyruğuna; bugün de Natenyahu tarafından Gazze’de yaşayan Filistinlilerin soyunu kurutmakla görevlendirilen İsrail askerleri de benzer bir görev duygusuyla itiraz etmiyorlar Hitler’e benzer o korkunç yaratığın emrine.
Alim sözüdür: Mazlum; hangi iklimde ve coğrafyada olursa olsun, insanın olduğu her yerde, iktidarı ele geçirir geçirmez, çok kısa bir süre içinde düşmanına benzeyerek kıyıcı bir zalime dönüşüp musallat olur başka bir mazlumun başına.